her şey mümkün seninle, her şey kabil bağrındaki anaçlığınla, bitmez tükenmez kadın albeninle.
gerdanından sarkıttığın kokunla kâh hafifmeşrep kadın edan, gırtlağından çıkan mozaik ezginlinle kozmopolit kimliğin, ele avuca sığmaz neşeyle kâh gece hayatı ezgilerin, yılgın ve bitkin ama günah-korku karışımına davet eden kallavi bitez arka sokakların fahişeleriyle, kâh ümitle köyünden göç eden umutsuzluk olan imkânlarınla;
istanbul, seninle neler yapılmaz ki, neler olunmaz ki istanbulda?..
(bkz: istanbul da).
hoş geldiniz;
ne iyi ettiniz de belirdiniz gözbebeklerimde, sevimde, ezberimde, kalemimde, beynimde, özlemimde, insanlığımda, geleceğimde ve pek tabii olmazsa olmaz düşümde; bir somon ekmediğimde…
hoş geldiniz;
geldiniz de getirdiniz mi besmelesiz günahlarınızı?
şöyle koyuveriniz, baş ucuma, yanı başıma;
neden mi istedim bunu?
sormayın, pek bir içim yanık insanları anlamaya, anlamlandırmaya…. besmele ile yapılan günahlara, bir bakıverin kıyıdan, olmadı en tepesinden.
ne gördünüz? yok yok, bana anlatmayın ilahinayesinden; bilirim, görürüm ben ayinesinden. içim yanar ya o yüzden en meczup farz-ı kifayesinden…
hoş geldiniz;
tanışır mıyız dediniz evvelinden?
af edin, çıkaramadım ezberimden; hele az bekleyin, el atayım hatıralarıma, salt imbiğimden çıkarıvereyim tasımı tarağımı yokladığımda…
kızmayın sakın bana, az can acısı çekmedim sevi uğruna, aşk yıkıntısıyla. az ezber bozmadım hevaperest tutkumla…
çokça güvenip de az kıymadım insan tarafıma, en cani ruhumla.
hoş geldiniz;
bakmayınız yeknesak görünen hayatıma, karşı tarafınızdan size uzak durduğuma.
çok okudum, çok bildim, çok söyledim; o yüzden itildim görüntünün yanılsamasına. kandırıldım ve belki de kandırdım kendimi hayatın muazzamlığına ama en çok da aynalı tarafının cafcafına.
bu gördüğünüz hayatımın kıyılarını-köşelerini döşedim pul pul ihtişamla. sonra döndüm insan tarafıma, sordum en gaddar sorularla:
“ yozlaşıyorsun, insandan uzaklaşıyorsun, sadeliğin alçakgönüllülüğünü tüketime devşiriyorsun; bu mu seni sen yapan ve karşı tarafa ses verecek-alacak olan senan? “
hoş geldiniz;
efendim? size müsaade mi?
vakti geldi mi?
bu kadar mı ahir niyetine söyleyenler, söylenecekler?
anladınız demek beni, buldunuz bende ki kendinizde kederi ve dahi insan suretimdeki üzgün ama neşeye haset ve hasret imgemi?
kısırdöngülerimi ve en insan olan çelişkilerimi?
gitmelisiniz demek…
gördünüz mü ya; siz de terk eylediniz beni vuslatımın biçareliğinde. gördünüz değil mi? siz de kandırdınız beni insan sadeliğinde, çaresizliğinde… oysa nasıl ister insan anlaşılmak, anlaşıldığınca anlatılmak, anlatılanda dinlemek, kendisini görmek ve bulmak… orada kalmak, onunla yaşamak...
pek bir kısa sürdü sebeb-i ziyaretiniz…
haa anladım; anlatıp dinlemek, anlattırıp döktürmekmiş meğer içimdekileri.
hoşça kalın kendinizle…
bulduğuna inanları terk etmeyin böyle yalnızlığın sessizliğiyle…
ne zaman geldiğiniz, ne kadar kaldığınız, neden gittiğinizin betimsizliğiyle…
ne iyi ettiniz de belirdiniz gözbebeklerimde, sevimde, ezberimde, kalemimde, beynimde, özlemimde, insanlığımda, geleceğimde ve pek tabii olmazsa olmaz düşümde; bir somon ekmediğimde…
hoş geldiniz;
geldiniz de getirdiniz mi besmelesiz günahlarınızı?
şöyle koyuveriniz, baş ucuma, yanı başıma;
neden mi istedim bunu?
sormayın, pek bir içim yanık insanları anlamaya, anlamlandırmaya…. besmele ile yapılan günahlara, bir bakıverin kıyıdan, olmadı en tepesinden.
ne gördünüz? yok yok, bana anlatmayın ilahinayesinden; bilirim, görürüm ben ayinesinden. içim yanar ya o yüzden en meczup farz-ı kifayesinden…
hoş geldiniz;
tanışır mıyız dediniz evvelinden?
af edin, çıkaramadım ezberimden; hele az bekleyin, el atayım hatıralarıma, salt imbiğimden çıkarıvereyim tasımı tarağımı yokladığımda…
kızmayın sakın bana, az can acısı çekmedim sevi uğruna, aşk yıkıntısıyla. az ezber bozmadım hevaperest tutkumla…
çokça güvenip de az kıymadım insan tarafıma, en cani ruhumla.
hoş geldiniz;
bakmayınız yeknesak görünen hayatıma, karşı tarafınızdan size uzak durduğuma.
çok okudum, çok bildim, çok söyledim; o yüzden itildim görüntünün yanılsamasına. kandırıldım ve belki de kandırdım kendimi hayatın muazzamlığına ama en çok da aynalı tarafının cafcafına.
bu gördüğünüz hayatımın kıyılarını-köşelerini döşedim pul pul ihtişamla. sonra döndüm insan tarafıma, sordum en gaddar sorularla:
“ yozlaşıyorsun, insandan uzaklaşıyorsun, sadeliğin alçakgönüllülüğünü tüketime devşiriyorsun; bu mu seni sen yapan ve karşı tarafa ses verecek-alacak olan senan? “
hoş geldiniz;
efendim? size müsaade mi?
vakti geldi mi?
bu kadar mı ahir niyetine söyleyenler, söylenecekler?
anladınız demek beni, buldunuz bende ki kendinizde kederi ve dahi insan suretimdeki üzgün ama neşeye haset ve hasret imgemi?
kısırdöngülerimi ve en insan olan çelişkilerimi?
gitmelisiniz demek…
gördünüz mü ya; siz de terk eylediniz beni vuslatımın biçareliğinde. gördünüz değil mi? siz de kandırdınız beni insan sadeliğinde, çaresizliğinde… oysa nasıl ister insan anlaşılmak, anlaşıldığınca anlatılmak, anlatılanda dinlemek, kendisini görmek ve bulmak… orada kalmak, onunla yaşamak...
pek bir kısa sürdü sebeb-i ziyaretiniz…
haa anladım; anlatıp dinlemek, anlattırıp döktürmekmiş meğer içimdekileri.
hoşça kalın kendinizle…
bulduğuna inanları terk etmeyin böyle yalnızlığın sessizliğiyle…
ne zaman geldiğiniz, ne kadar kaldığınız, neden gittiğinizin betimsizliğiyle…
matematik öğretmenin lakabı çilli ismaildir. aslında çilleri yoktur, soyismi çillioğludur, oradan esinleme olsa gerek öğrenciler arasında. sağ kulağının yarısı kesiktir. asosyal kızda bıraktığı en büyük tesir budur.
kızcağız asosyaldir. sırasından pek kalkmaz; hep gözlem, hep gözlem, hep gözlem. tembeldirde vesselam. önünde ufuk adlı böbrek hastası sınıf arkadaşı oturur. zımba gibi bir zeka ve çalışkanlık vardır bünyede. son tahlilde sınıfa kök söktürür haritada kent/ülke bulmada. matematik deseniz o biçim!
matematik sınavı gelir. çilli ismail soru kağıtlarını dağıtır. sorular tüm sorular ile aynıdır. öğretmen a grubu/b grubu/c grubu diye ayırmamış, insafsızlık yapmamıştır. asosyal kız önündeki zımba gibi zekalı böbrek hastası ufuk arkadaşından kopyayı bir güzel çeker.
gel zaman-git zaman matematik sınavlarının açıklanmasına gelir sıra. zımba gibi zekalı böbrek hastası ufuk pek tabii 97den beş alır. asosyal kızımız 71 alır. öğretmen şaşkın, zımba gibi zekalı böbrek hastası ufuk şaşkın, asosyal kız şaşkın, sınıf şaşkın. ne olmuşturda bu kızın beyin portları açılmıştır? ne olmuşturda bu asosyal kız en zorlandığı dersten 71 almıştır?
öğretmen durumu anlamak için hemen müdahaleyi koyar. kızı tahtaya çağırır, sınav sorularından birini yazdırır. kız titrek parmakları ile tebeşiri tahta üzerinde kullanmaya çalışır. tedirgin, ürkek, içteniçe panik yapmış ama kontrollü olmaya çalışır vaziyette. ve feci son! soru yazdırma direktifi bitmiş, can alıcı direktif gelmiştir.
- evet kızım, çöz bakalım bunu.
kız bir iki yutkunur. tebeşirin ucunu öptürür tahtaya. yazmak ister lakin neyi yazmalıdır? ne yazmalıdır? nasıl yazmalıdır? öğretmen şaşkın, zımba gibi zekalı böbrek hastası ufuk şaşkın, asosyal kız şaşkın, sınıf şaşkın.
aradan geçer birkaç dakika, öğretmen bakar ve sorar:
- kağıtta yaptığın şeyi, şimdi neden tahtada yapamıyorsun?
+ ...
- otur kızım, 21!
+ ...
ve gözyaşları utanç içinde içine akar, akar, akar.
kızcağız asosyaldir. sırasından pek kalkmaz; hep gözlem, hep gözlem, hep gözlem. tembeldirde vesselam. önünde ufuk adlı böbrek hastası sınıf arkadaşı oturur. zımba gibi bir zeka ve çalışkanlık vardır bünyede. son tahlilde sınıfa kök söktürür haritada kent/ülke bulmada. matematik deseniz o biçim!
matematik sınavı gelir. çilli ismail soru kağıtlarını dağıtır. sorular tüm sorular ile aynıdır. öğretmen a grubu/b grubu/c grubu diye ayırmamış, insafsızlık yapmamıştır. asosyal kız önündeki zımba gibi zekalı böbrek hastası ufuk arkadaşından kopyayı bir güzel çeker.
gel zaman-git zaman matematik sınavlarının açıklanmasına gelir sıra. zımba gibi zekalı böbrek hastası ufuk pek tabii 97den beş alır. asosyal kızımız 71 alır. öğretmen şaşkın, zımba gibi zekalı böbrek hastası ufuk şaşkın, asosyal kız şaşkın, sınıf şaşkın. ne olmuşturda bu kızın beyin portları açılmıştır? ne olmuşturda bu asosyal kız en zorlandığı dersten 71 almıştır?
öğretmen durumu anlamak için hemen müdahaleyi koyar. kızı tahtaya çağırır, sınav sorularından birini yazdırır. kız titrek parmakları ile tebeşiri tahta üzerinde kullanmaya çalışır. tedirgin, ürkek, içteniçe panik yapmış ama kontrollü olmaya çalışır vaziyette. ve feci son! soru yazdırma direktifi bitmiş, can alıcı direktif gelmiştir.
- evet kızım, çöz bakalım bunu.
kız bir iki yutkunur. tebeşirin ucunu öptürür tahtaya. yazmak ister lakin neyi yazmalıdır? ne yazmalıdır? nasıl yazmalıdır? öğretmen şaşkın, zımba gibi zekalı böbrek hastası ufuk şaşkın, asosyal kız şaşkın, sınıf şaşkın.
aradan geçer birkaç dakika, öğretmen bakar ve sorar:
- kağıtta yaptığın şeyi, şimdi neden tahtada yapamıyorsun?
+ ...
- otur kızım, 21!
+ ...
ve gözyaşları utanç içinde içine akar, akar, akar.
mavi alacalığında,
şafak karanlığın;
ey yüzünü görmez,
kalbini bilmez,
damar damar yol alan kahrolmaz,
yolunda da kendini bilmeyen aymaz!
aç gözünü,
dinle kalbini.
***
eğer başınıza gelmedi-deneyimlemediyseniz, eğer yakınınızdan duymadınız-hissetmedinizse, civarınızdan gözlemlemediniz-fark etmedinizse; sadece susun. susun ve dinleyin:
ihsan edilen izafiyetle donanmış bir ömür. damarları kanla bezenilmiş, vücudu etle kaplatılmış, bedeni ruhla örülmüş.
uzun bir yol ve içinde her şey; ve uzun bir yol içinde olan her şeyin kendisi insan olan bir birey. ama birey olduğunu bilmiyor son tahlilde!
bir hayat, mutlak ve muğlak; ve muğlaklığında anaç merak; meraktan doğan bir hayat ve onu bekleyen bir keşif. keşife ihsan olan bir insan. ama bahşedilmişliği bilmiyor son tahlilde! elinin tersiyle itiyor insan olan sadeliğinde…
ona ihsan edilen aşk, adem-havva deminde. koparmak ister cennetten evrilme elmayı işkille; aşk güzel ancak insana uyan tarafı sakil. armağanı bilmiyor son tahlilide! bunca ermişe, zerdüşte hayat veren hüsrevane hissiyat devşiriliveriyor eril eril !
ve bir kayıp, başında ve ucunda kem ağıt!
***
hakk’tan gelen,
ve sana giden, sen de kalan,
senasında gizemi,
özünde bilinmemesi…
şafak karanlığın;
ey yüzünü görmez,
kalbini bilmez,
damar damar yol alan kahrolmaz,
yolunda da kendini bilmeyen aymaz!
aç gözünü,
dinle kalbini.
***
eğer başınıza gelmedi-deneyimlemediyseniz, eğer yakınınızdan duymadınız-hissetmedinizse, civarınızdan gözlemlemediniz-fark etmedinizse; sadece susun. susun ve dinleyin:
ihsan edilen izafiyetle donanmış bir ömür. damarları kanla bezenilmiş, vücudu etle kaplatılmış, bedeni ruhla örülmüş.
uzun bir yol ve içinde her şey; ve uzun bir yol içinde olan her şeyin kendisi insan olan bir birey. ama birey olduğunu bilmiyor son tahlilde!
bir hayat, mutlak ve muğlak; ve muğlaklığında anaç merak; meraktan doğan bir hayat ve onu bekleyen bir keşif. keşife ihsan olan bir insan. ama bahşedilmişliği bilmiyor son tahlilde! elinin tersiyle itiyor insan olan sadeliğinde…
ona ihsan edilen aşk, adem-havva deminde. koparmak ister cennetten evrilme elmayı işkille; aşk güzel ancak insana uyan tarafı sakil. armağanı bilmiyor son tahlilide! bunca ermişe, zerdüşte hayat veren hüsrevane hissiyat devşiriliveriyor eril eril !
ve bir kayıp, başında ve ucunda kem ağıt!
***
hakk’tan gelen,
ve sana giden, sen de kalan,
senasında gizemi,
özünde bilinmemesi…
feryal öneyin o eşşiz seslendirmesi ile doyamayacağınız bir azeri eser.
kelime anlamı ise, neredesin demekmiş azerice.
sözleri ise:
dolandı aylar, gelmedin ey yâr
hardasan yâr harda, gözüm galdı yollarda
gel gel gel gözel yâr, geldi bahar
hardasan yâr harda, gözüm galdı yollarda
üreğim yanar, hep seni anar
hardasan yâr harda, gözüm galdı yollarda
bir dinleyin derim ben. ekmeği tuza banmak, şarabı yudumlayıp gevşemek misali...
kelime anlamı ise, neredesin demekmiş azerice.
sözleri ise:
dolandı aylar, gelmedin ey yâr
hardasan yâr harda, gözüm galdı yollarda
gel gel gel gözel yâr, geldi bahar
hardasan yâr harda, gözüm galdı yollarda
üreğim yanar, hep seni anar
hardasan yâr harda, gözüm galdı yollarda
bir dinleyin derim ben. ekmeği tuza banmak, şarabı yudumlayıp gevşemek misali...
yıllardır göremediğinizi/görmek istemediğinizi tek kalemde gösterdiği için olabilir misal.
buram buram aldatıldığınızın günahlığını ve yataklığını yaptığı içindir serkesligim ona; onu en başından beri sevemediğim için, en sevdiğimin beni incitmesini zevkle kurulu koltuğundan izlemesine içerlenmemdendir belki de!
soğuğunda sevgilimin sıcaklığını vermediği için en alâsından;
istanbulun azizliğinden dem vurup, sevgilimin nereye götüreyim seni sorusuna: "çek bir boğaz manzarasına ya da yosun kokusu duyacağım bir sahil köşesine" dememe ahdetmesine kurban olmuşumdur en çok da.
bağrında beslediği cilveli kadınları bana kullandığı için sevmiyorumdur pek çok. kozunu büyük oynamasına, elini çok başlarda bitirmesine rağmen son dakika açmasına ifrit oldum.
istanbulda yaşıyorum, onun sadece misafiri oluyorum diye bana kem bakmasına kurban olmamı sindiremiyorum.
ankara, seni sevmiyorum...
buram buram aldatıldığınızın günahlığını ve yataklığını yaptığı içindir serkesligim ona; onu en başından beri sevemediğim için, en sevdiğimin beni incitmesini zevkle kurulu koltuğundan izlemesine içerlenmemdendir belki de!
soğuğunda sevgilimin sıcaklığını vermediği için en alâsından;
istanbulun azizliğinden dem vurup, sevgilimin nereye götüreyim seni sorusuna: "çek bir boğaz manzarasına ya da yosun kokusu duyacağım bir sahil köşesine" dememe ahdetmesine kurban olmuşumdur en çok da.
bağrında beslediği cilveli kadınları bana kullandığı için sevmiyorumdur pek çok. kozunu büyük oynamasına, elini çok başlarda bitirmesine rağmen son dakika açmasına ifrit oldum.
istanbulda yaşıyorum, onun sadece misafiri oluyorum diye bana kem bakmasına kurban olmamı sindiremiyorum.
ankara, seni sevmiyorum...
(bkz: ankara dan nefret etme nedenleri).
ben cebime sakladım.
ben kalbime.
ben daha çok yatağın altını tekin buldum.
yastığım altına zulaladım.
beynimin en ücra yerlerinde muhafaza ediyorum.
hiç birimiz masum değiliz. hepimizin sakladıkları var, sokuşturduğumuz bir yerlere. gediklerini kapatamadığımız, hesabını düremediğimiz, hesaplaşıp bitiremediğimiz, didik didik edileni bir türlü bütünleyemediğimiz; hepimizin var rahatsızlıkları. kimimizin kıskançlıklarında, kimimizin aşklarında, daha tehlikelileri uslarda, aransa dahi bulunmayacak olanda; kimimizin zahmetlerinde, berikimizin emeklerinde ama illa cepkenlerimizde, kuytularımızda, som yalnızlığımızda, çığlıklarımızın ıssızlığında, mutlaka bir taraflarda, duygularda, ahımızda, içimizde, dışımızda, insan yanımızda, bizim tarafımızda, beriki tarafa kaykılanda...
söyleyemediklerimiz var kana kana,
ağlayamadıklarımız hıçkıra hıçkıra,
arkamıza bir türlü dönemediklerimiz,
kaybetmeyi göze alamadıklarımız var en nadidesinden!
müstehzi geçmişleri var belki de; belki de en ince işlemelerin yapıldığı gergeflerin işçiliği deminde sabırları, geceliği-gündüzlüğü; kimine göre de laf-ü güzaflığı var serde. ama illa da saklananın sahibi için kıymeti, kıymetliği, beklediği, duyulmasını istediği saygınlığı var çokça, insanca…
derinlere inmeye korktuğumuz, şeffaf tarafı görmek istemediğimiz şu yüzeysel hayatta, kimliklerimizin saklandığı kadar da gizleri var içimizin, hislerimizin, duygularımızın; sakladım bir yere, bulabilene aşk olsun tadında.
demesin kimse şeytana tapınma, herkesin bir mahremi var kuytuluğunda.
derine inmeye çalıştığımız zamanlarda, kaşıkçı elmasını korur gibi koruruz onu da. ne pahasına olursa olsun, gün yüzüne çıkarmayı bekleriz bir anaçlıkla, sabırla.
paylaşmak deriz çokça buna. ama illa saklananın da bir tarafını sunarız yarlık eden insanoğluna.
kandırmasın kimse kendisini. hepimizin gizi var, gizlilik çukurunda.
kanını akıttık kutsal olana kurban mahremiyetinde, toprağı üzerine serptik.
ayin günlerinde başına gelip, bir iki dua ya da tapınma ile kutsadık dimağımızdaki tadıyla.
hepimizin içinde saklı olana secde ettik, çiğ bir tapınmayla.
kimse masum değil, masumiyetindeki günahıyla.
hepimizin gizleri var,
asude bir hayat paspasının altında sakladıklarıyla…
ben aşkımı tuttum içimde, saydım ona kadar.
ben kinimi tuttum kalbimde.
ben paranın şifresini sakladım usumda.
ben ebeveynlerime nefretimi suladım kurgularımda.
ben arzularımı tutsak ettim gözlerimde.
ben başarısızlıklarımı maskeledim sözlerimde.
ben çaresizliğimi ört bas ettim içki sofralarında…
hepimizin sakındığı yalınlıkta, karmaşa kucakladı bizi dostça. karmaşasında, unufak olduk sakladıklarımızla. saplı kaldık sırlarımızda.
...
ben kalbime.
ben daha çok yatağın altını tekin buldum.
yastığım altına zulaladım.
beynimin en ücra yerlerinde muhafaza ediyorum.
hiç birimiz masum değiliz. hepimizin sakladıkları var, sokuşturduğumuz bir yerlere. gediklerini kapatamadığımız, hesabını düremediğimiz, hesaplaşıp bitiremediğimiz, didik didik edileni bir türlü bütünleyemediğimiz; hepimizin var rahatsızlıkları. kimimizin kıskançlıklarında, kimimizin aşklarında, daha tehlikelileri uslarda, aransa dahi bulunmayacak olanda; kimimizin zahmetlerinde, berikimizin emeklerinde ama illa cepkenlerimizde, kuytularımızda, som yalnızlığımızda, çığlıklarımızın ıssızlığında, mutlaka bir taraflarda, duygularda, ahımızda, içimizde, dışımızda, insan yanımızda, bizim tarafımızda, beriki tarafa kaykılanda...
söyleyemediklerimiz var kana kana,
ağlayamadıklarımız hıçkıra hıçkıra,
arkamıza bir türlü dönemediklerimiz,
kaybetmeyi göze alamadıklarımız var en nadidesinden!
müstehzi geçmişleri var belki de; belki de en ince işlemelerin yapıldığı gergeflerin işçiliği deminde sabırları, geceliği-gündüzlüğü; kimine göre de laf-ü güzaflığı var serde. ama illa da saklananın sahibi için kıymeti, kıymetliği, beklediği, duyulmasını istediği saygınlığı var çokça, insanca…
derinlere inmeye korktuğumuz, şeffaf tarafı görmek istemediğimiz şu yüzeysel hayatta, kimliklerimizin saklandığı kadar da gizleri var içimizin, hislerimizin, duygularımızın; sakladım bir yere, bulabilene aşk olsun tadında.
demesin kimse şeytana tapınma, herkesin bir mahremi var kuytuluğunda.
derine inmeye çalıştığımız zamanlarda, kaşıkçı elmasını korur gibi koruruz onu da. ne pahasına olursa olsun, gün yüzüne çıkarmayı bekleriz bir anaçlıkla, sabırla.
paylaşmak deriz çokça buna. ama illa saklananın da bir tarafını sunarız yarlık eden insanoğluna.
kandırmasın kimse kendisini. hepimizin gizi var, gizlilik çukurunda.
kanını akıttık kutsal olana kurban mahremiyetinde, toprağı üzerine serptik.
ayin günlerinde başına gelip, bir iki dua ya da tapınma ile kutsadık dimağımızdaki tadıyla.
hepimizin içinde saklı olana secde ettik, çiğ bir tapınmayla.
kimse masum değil, masumiyetindeki günahıyla.
hepimizin gizleri var,
asude bir hayat paspasının altında sakladıklarıyla…
ben aşkımı tuttum içimde, saydım ona kadar.
ben kinimi tuttum kalbimde.
ben paranın şifresini sakladım usumda.
ben ebeveynlerime nefretimi suladım kurgularımda.
ben arzularımı tutsak ettim gözlerimde.
ben başarısızlıklarımı maskeledim sözlerimde.
ben çaresizliğimi ört bas ettim içki sofralarında…
hepimizin sakındığı yalınlıkta, karmaşa kucakladı bizi dostça. karmaşasında, unufak olduk sakladıklarımızla. saplı kaldık sırlarımızda.
...
her şey bir sakız elastikliğinde. çektikce uzamakta, uzadıkça laçkalaşmakta, laçkalaştıkça anlam ve kıymetini yitirmekte, anlam yitirildikçe kalitesizliğe ve hissizliğe yol açmaktadır.
politikacının biri çıkar, söylevlerinde bulunur, içini doldurmaya muktedir olamayacağını bile bile hem de; asker çıkar, hamaset ruhla atar nutukları, ‘vatan millet sakarya’ nidalarında halkı yersiz ve gereksiz galeyana getirir, işlerin çığrından çıkması için yayın ağzındaki ok oluverir! bir sevgili çıkar, yarı çaresizlik yarı alışkanlıkla vıcık vıcık sevgi sözleri sarf eder terk eyleyecek/eyleyen sevilen kişiye. sevi, ayaklar altındadır, yerlerde sürünüyordur.
durdurun dünyayı lütfen!
bir yerlerde eksiklikler var dostlar. bir yerlerde tamamlanmayı bekleyen ama anlamları eksik bırakılan şeyler var. bir şekilde bunları kanatırcasına dahi olsa bulmak ve faydacılığını kanıksamak lazım. sevgi artık şekil değiştirmeli; sevgi sahiplenme denklemi değil! vatan sevgisi şekil değiştirmeli; vatan sevgisi yaşadığımız kan gölü değil! politika şekil değiştirmeli; politika yalanlar dehlizi değil!
ve izniniz olursa;
politikacılara bir nah çekmek istiyorum!
silah yanlılarına bir nah çekmek istiyorum!
sevgilerini göstermelik vitrin mankenleri gibi sergileyenlere bir nah çekmek istiyorum!
......
politikacının biri çıkar, söylevlerinde bulunur, içini doldurmaya muktedir olamayacağını bile bile hem de; asker çıkar, hamaset ruhla atar nutukları, ‘vatan millet sakarya’ nidalarında halkı yersiz ve gereksiz galeyana getirir, işlerin çığrından çıkması için yayın ağzındaki ok oluverir! bir sevgili çıkar, yarı çaresizlik yarı alışkanlıkla vıcık vıcık sevgi sözleri sarf eder terk eyleyecek/eyleyen sevilen kişiye. sevi, ayaklar altındadır, yerlerde sürünüyordur.
durdurun dünyayı lütfen!
bir yerlerde eksiklikler var dostlar. bir yerlerde tamamlanmayı bekleyen ama anlamları eksik bırakılan şeyler var. bir şekilde bunları kanatırcasına dahi olsa bulmak ve faydacılığını kanıksamak lazım. sevgi artık şekil değiştirmeli; sevgi sahiplenme denklemi değil! vatan sevgisi şekil değiştirmeli; vatan sevgisi yaşadığımız kan gölü değil! politika şekil değiştirmeli; politika yalanlar dehlizi değil!
ve izniniz olursa;
politikacılara bir nah çekmek istiyorum!
silah yanlılarına bir nah çekmek istiyorum!
sevgilerini göstermelik vitrin mankenleri gibi sergileyenlere bir nah çekmek istiyorum!
......
- otur stirkoff!
- sağolun efendim.
- ayaklarını uzatabilirsin.
- çk lütufkarsınız efendim.
- stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar yazıyormuşsun; coşku ve kurtuluş hakkı üzerine de, doğru mu stirkoff?
- evet efendim.
-dünyada geniş anlamda bir adalet sağlanabilir mi sence?
- hiç sanmam efendim.
- öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? kendini iyi hissetmiyor musun?
- son zamanlarda pek iyi değilim efendim. deliriyorum gibi geliyor bana.
- fazlaca mı içiyorsun stirkoff?
- tabii efendim.
- kendinle oynar mısın?
-sürekli efendim.
- nasıl?
- anlayamadım efendim?
- yani nasıl bir yöntem kullanıyorsun?
- dört-beş çiğ yumurta ve yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. ---cam mı?
- hayır a...
- yahu vazoyu soruyorum cam mı?
- değil efendim.
- hiç evlendin mi?
- defalarca.
- ters giden şey neydi stirkoff?
- her şey efendim.
- hayatının en iyi sevişmesini anlat.
- dört-beş yumurta ve yarım kilo kıymayı dar ağız...
- tamam tamam!
- öyledir efendim.
- daha iyi ve adil bir dünya özleminin aslında, çürümeden ve başarısızlık duygusunda kaynaklandığının farkında mısın?
- evet efendim.
- baban kötü müydü?
- bilmiyorum efendim.
- bilmiyorum ne demek?
- yani kıyaslamak güç efendim. sadece bir babam oldu.
- benimle kafa mı buluyorsun stirkoff?
- hayır efendim: dediğiniz gibi adalet yoktur.
- baban seni döver miydi?
- sıra ile döverlerdi efendim.
- hani bir tek baban vardı?
- herkesin tek bir babası vardır efendim. annemi kastetmiştim. o da kendi payına düşeni alırdı.
- seni sever miydi?
- kendisinin bir uzantısı olarak evet.
- sevgi başka nedir ki?
- iyi bir şeye önem verecek kadar sağduyu sahibi olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu veya tereyağlı kızarmış ekmek de olabilir bu efendim.
- tereyağlı kızarmış ekmeğe aşık olabileceğini mi söylüyorsun stirkoff?
- her zaman değil efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken olabilir, aşk habersiz gelir gider.
- bir insanı sevmek mümkün mü?
- iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden izlemeyi severim.
- sen bir korkaksın stikoff.
- kesinlikle efendim.
- senin korkak tanımın nedir?
- bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden insan.
- peki cesur adam kimdir?
- aslanın ne olduğunu bilmeyen adam efendim.
- herkes aslanın ne olduğunu bilir.
- herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır.
- ahmak tanımın nedir?
- zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan insan.
- öyleyse bilge kişi kimdir?
- bilge kişi yoktur efendim.
- o takdirde ahmak da yoktur. gece yoksa gündüz olmaz. siyah yoksa beyaz olmaz.
- özür dilerim efendim, ben her şey ne ise odur diye düşünüyorum. başka şeylere bağımlı olmaksızın.
- sen dar ağızlı vazolara fazla girip cıkmışsın stirkofff. her şeyin doğru olduğunu anlamıyor musun? hiçbir şey yanlış olamaz.
- anlıyorum efendim. olan olmuştur.
- başını kestirtirsem ne dersin?
- tek kelime bile söylemem efendim.
- demek istediğim su: başını kestirtirsem ben irade sense bir hiç olursun.
- başka bir şey olurdum efendim.
- benim seçimim altında.
- ikimizin de efendim.
- sakin ol! sakin ol! uzat ayaklarını.
- çok lutüfkarsınız efendim.
- hayır ikimiz de lütüfkarız.
- elbette efendim.
- demek zaman zaman delilik hissediyorsun stirkoff! peki bu durumlarda ne yaparsın?
- şiir yazarım
- şiir delilik midir?
- şiir olmayan her şey deliliktir.
- peki nedir delilik?
- çirkinliktir efendim.
- çirkin nedir?
- kişiye göre değişir.
- delilik gerekli midir?
- vardır.
- gerekli midir?
- bilmiyorum efendim.
- çok şey biliyormuş havalarındasın. bilgi nedir?
- mümkün olduğu kadar az şey bilmektir.
- ne demek o?
- bilmiyorum efendim.
- bir köprü inşa edebilir misin?
- hayır.
- silah yapabilir misin?
- hayır.
- bunlar bilgi ürünleridir.
- köprü köprüdür, silah da silah.
- basını kestireceğim stirkoff.
- sağolun efendim.
- o niye?
- beni motive ettiğiniz için. sıkıntısını çekiyorum efendim.
- ben adaletim.
- belki.
- ben üstünüm. seni işkencelere yatıracağım, çığlıklar atacaksın, ölümünü dileneceksin.
- şüphesiz efendim.
- ben senin efendinim anlamıyor musun?
- beni yönetebilirsiniz. ama yapabileceğiniz şeyler ancak yapılabilir şeyler olacaktır.
- zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın.
- sanmıyorum efendim.
- bana baksana. darius milhaud, vaughn williams dinlemek ne oluyor? beatles duymadın mı?
- onları herkes bilir efendim.
- onları sevmez misin?
- onlardan nefret etmem.
- nefret ettiğin şarkıcı var mı?
- şarkıcılardan nefret edilmez.
- şarkı söylemeye çalışan herhangi birinden?
- frank sinatra
- neden?
- hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için.
- gazete okur musun?
- tek bir gazete.
- hangisi?
- open city
- gardiyan! şu adamı işkence odasına götürün ve derhal işlemlere başlayın!
- efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?
- evet.
- vazomu yanıma alabilir miyim?
- hayır, bana lazım!
- efendim?
- yani el koyuyorum. zapta geçecek. gardiyan bu serserimi derhal götür! ve bana biraz şey getir...
- ne efendim?
- yarım düzine çiğ yumurta ve bir kilo kıyma...
gardiyan ve mahkum dışarı çıkarlar. kral öne doğru eğilip düğmeye basar, teypte vaughn williams çalmaya baslar. bitli bir köpek, güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder...
- sağolun efendim.
- ayaklarını uzatabilirsin.
- çk lütufkarsınız efendim.
- stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar yazıyormuşsun; coşku ve kurtuluş hakkı üzerine de, doğru mu stirkoff?
- evet efendim.
-dünyada geniş anlamda bir adalet sağlanabilir mi sence?
- hiç sanmam efendim.
- öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? kendini iyi hissetmiyor musun?
- son zamanlarda pek iyi değilim efendim. deliriyorum gibi geliyor bana.
- fazlaca mı içiyorsun stirkoff?
- tabii efendim.
- kendinle oynar mısın?
-sürekli efendim.
- nasıl?
- anlayamadım efendim?
- yani nasıl bir yöntem kullanıyorsun?
- dört-beş çiğ yumurta ve yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. ---cam mı?
- hayır a...
- yahu vazoyu soruyorum cam mı?
- değil efendim.
- hiç evlendin mi?
- defalarca.
- ters giden şey neydi stirkoff?
- her şey efendim.
- hayatının en iyi sevişmesini anlat.
- dört-beş yumurta ve yarım kilo kıymayı dar ağız...
- tamam tamam!
- öyledir efendim.
- daha iyi ve adil bir dünya özleminin aslında, çürümeden ve başarısızlık duygusunda kaynaklandığının farkında mısın?
- evet efendim.
- baban kötü müydü?
- bilmiyorum efendim.
- bilmiyorum ne demek?
- yani kıyaslamak güç efendim. sadece bir babam oldu.
- benimle kafa mı buluyorsun stirkoff?
- hayır efendim: dediğiniz gibi adalet yoktur.
- baban seni döver miydi?
- sıra ile döverlerdi efendim.
- hani bir tek baban vardı?
- herkesin tek bir babası vardır efendim. annemi kastetmiştim. o da kendi payına düşeni alırdı.
- seni sever miydi?
- kendisinin bir uzantısı olarak evet.
- sevgi başka nedir ki?
- iyi bir şeye önem verecek kadar sağduyu sahibi olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu veya tereyağlı kızarmış ekmek de olabilir bu efendim.
- tereyağlı kızarmış ekmeğe aşık olabileceğini mi söylüyorsun stirkoff?
- her zaman değil efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken olabilir, aşk habersiz gelir gider.
- bir insanı sevmek mümkün mü?
- iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden izlemeyi severim.
- sen bir korkaksın stikoff.
- kesinlikle efendim.
- senin korkak tanımın nedir?
- bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden insan.
- peki cesur adam kimdir?
- aslanın ne olduğunu bilmeyen adam efendim.
- herkes aslanın ne olduğunu bilir.
- herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır.
- ahmak tanımın nedir?
- zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan insan.
- öyleyse bilge kişi kimdir?
- bilge kişi yoktur efendim.
- o takdirde ahmak da yoktur. gece yoksa gündüz olmaz. siyah yoksa beyaz olmaz.
- özür dilerim efendim, ben her şey ne ise odur diye düşünüyorum. başka şeylere bağımlı olmaksızın.
- sen dar ağızlı vazolara fazla girip cıkmışsın stirkofff. her şeyin doğru olduğunu anlamıyor musun? hiçbir şey yanlış olamaz.
- anlıyorum efendim. olan olmuştur.
- başını kestirtirsem ne dersin?
- tek kelime bile söylemem efendim.
- demek istediğim su: başını kestirtirsem ben irade sense bir hiç olursun.
- başka bir şey olurdum efendim.
- benim seçimim altında.
- ikimizin de efendim.
- sakin ol! sakin ol! uzat ayaklarını.
- çok lutüfkarsınız efendim.
- hayır ikimiz de lütüfkarız.
- elbette efendim.
- demek zaman zaman delilik hissediyorsun stirkoff! peki bu durumlarda ne yaparsın?
- şiir yazarım
- şiir delilik midir?
- şiir olmayan her şey deliliktir.
- peki nedir delilik?
- çirkinliktir efendim.
- çirkin nedir?
- kişiye göre değişir.
- delilik gerekli midir?
- vardır.
- gerekli midir?
- bilmiyorum efendim.
- çok şey biliyormuş havalarındasın. bilgi nedir?
- mümkün olduğu kadar az şey bilmektir.
- ne demek o?
- bilmiyorum efendim.
- bir köprü inşa edebilir misin?
- hayır.
- silah yapabilir misin?
- hayır.
- bunlar bilgi ürünleridir.
- köprü köprüdür, silah da silah.
- basını kestireceğim stirkoff.
- sağolun efendim.
- o niye?
- beni motive ettiğiniz için. sıkıntısını çekiyorum efendim.
- ben adaletim.
- belki.
- ben üstünüm. seni işkencelere yatıracağım, çığlıklar atacaksın, ölümünü dileneceksin.
- şüphesiz efendim.
- ben senin efendinim anlamıyor musun?
- beni yönetebilirsiniz. ama yapabileceğiniz şeyler ancak yapılabilir şeyler olacaktır.
- zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın.
- sanmıyorum efendim.
- bana baksana. darius milhaud, vaughn williams dinlemek ne oluyor? beatles duymadın mı?
- onları herkes bilir efendim.
- onları sevmez misin?
- onlardan nefret etmem.
- nefret ettiğin şarkıcı var mı?
- şarkıcılardan nefret edilmez.
- şarkı söylemeye çalışan herhangi birinden?
- frank sinatra
- neden?
- hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için.
- gazete okur musun?
- tek bir gazete.
- hangisi?
- open city
- gardiyan! şu adamı işkence odasına götürün ve derhal işlemlere başlayın!
- efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?
- evet.
- vazomu yanıma alabilir miyim?
- hayır, bana lazım!
- efendim?
- yani el koyuyorum. zapta geçecek. gardiyan bu serserimi derhal götür! ve bana biraz şey getir...
- ne efendim?
- yarım düzine çiğ yumurta ve bir kilo kıyma...
gardiyan ve mahkum dışarı çıkarlar. kral öne doğru eğilip düğmeye basar, teypte vaughn williams çalmaya baslar. bitli bir köpek, güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder...
dış kapının dış mandalı lakin üçüncü göz kelamı:
şehrin yapışkan sıcaklığı ile tanıştım evvelinde… o sıcaklığın içinde kendi bencilliğine ve yalnızlığına dalmış nice tek düze insan, hareketler birbirleri ile paralel.
aralarında üç beş zıpır görüntülü üniversite öğrencisi olduğu belli olan farklılıklar, ama onlar sürü güdümünden çıkmış, çapraz yürüyenlerden. pek tabii ahengi bozanlardan, aslında o tek renkliliğin çok çeşitliliği ile… ve içlerinde de bir kırmızı saçlı, belinde nazar boncuklu halhalı ile ben…
bize hızla ve dışlamalarla çarpanlarla verilen mücadeleler.
ve aradan geçer uzunca yıllar, ben yine ve bu defa daha sık ankara’dayım… insanlar biraz daha rahat, biraz daha içleri dışlarında.
aynı ağırlık, aynı memuriyetin ya da siyasetin disiplini üzerlerinde; herkeste bir umursamaz haller silsilesi.
kozmopolit ruhtan uzak çoğu, ama insan kalitesi yüksek. iniş çıkışlar çok fazla yok metropol insanına oranla… kaygılar biraz daha asgari düzeyde, ancak yok demiyorum. ama bir istanbul insanın sabah işe giderken yaşadığı hezeyanlar ile bir ankara insanın kaygıları hiçbir zaman aynı değildir en misalinden.
gri bir kent, ruhunu ancak bir kent bu kadar güzel yansıtır hani yazına ayrı, baharına ayrı, kışına ayrı ve insanına ayrı kelamda…
ve koca binaları; gecekondularını itina ile saklamış koca koca binalarının içlerine, itmişler tepelerine ya da şehir merkezlerinin dışına. görüntüsünde çarpıklık istemezcesine sınıf farkını bariz yaratmıştır bünyesinde.
işte bunlara saklanmış, sakınmış kentte yaşar ‘ankara insanı’.
şehrin yapışkan sıcaklığı ile tanıştım evvelinde… o sıcaklığın içinde kendi bencilliğine ve yalnızlığına dalmış nice tek düze insan, hareketler birbirleri ile paralel.
aralarında üç beş zıpır görüntülü üniversite öğrencisi olduğu belli olan farklılıklar, ama onlar sürü güdümünden çıkmış, çapraz yürüyenlerden. pek tabii ahengi bozanlardan, aslında o tek renkliliğin çok çeşitliliği ile… ve içlerinde de bir kırmızı saçlı, belinde nazar boncuklu halhalı ile ben…
bize hızla ve dışlamalarla çarpanlarla verilen mücadeleler.
ve aradan geçer uzunca yıllar, ben yine ve bu defa daha sık ankara’dayım… insanlar biraz daha rahat, biraz daha içleri dışlarında.
aynı ağırlık, aynı memuriyetin ya da siyasetin disiplini üzerlerinde; herkeste bir umursamaz haller silsilesi.
kozmopolit ruhtan uzak çoğu, ama insan kalitesi yüksek. iniş çıkışlar çok fazla yok metropol insanına oranla… kaygılar biraz daha asgari düzeyde, ancak yok demiyorum. ama bir istanbul insanın sabah işe giderken yaşadığı hezeyanlar ile bir ankara insanın kaygıları hiçbir zaman aynı değildir en misalinden.
gri bir kent, ruhunu ancak bir kent bu kadar güzel yansıtır hani yazına ayrı, baharına ayrı, kışına ayrı ve insanına ayrı kelamda…
ve koca binaları; gecekondularını itina ile saklamış koca koca binalarının içlerine, itmişler tepelerine ya da şehir merkezlerinin dışına. görüntüsünde çarpıklık istemezcesine sınıf farkını bariz yaratmıştır bünyesinde.
işte bunlara saklanmış, sakınmış kentte yaşar ‘ankara insanı’.
günahlarım var şehvetime boyun eğmiş; ondan boy boy çocuklarım, kışkırtılmış hisler adı verilen.
tenim süt beyaz, hayallerimin kirliliğine inat; gözlerim yemyeşil kin, doğanın barışına karşıt; mavilerim var içimde kızgınlıklarımla, bulut bulut beyaz beneklerini hayaller diye taşıyan gökyüzüne dair; ve aslında ‘orospu kırmızılarım’ var, seni insanlığa davete çağıran.
elini sokmaya korkma taşın altına, en çok da sen memnun kalacaksın bu hülyada. söylesene, ne kadar ömür biçmiş tanrı denen aldatmaca?
ve düşünsene, ne istersin sana biçilen bu kadarcık zamanda?
doğruluk nedir ki hayatta?
hepimizin yaşadığı ihtiraslar değil mi ikiyüzlü? bastırılanlar en çok işe yarayanlar değil mi sevgi sunaklarımıza?
tanrı’ya adanacak en temiz hayaller üstelik bunlar, farkında o’da…
gel, sana sunuyorum ‘orospu kırmızı’larımın ateşini!
boğun eğmeyelim biz hayatın genel geçer kurallarına.
kaybolalım yaşamın gizinde, kollarını açan şehvetinde, meyve veren hayatın ilânihayesinde, şarkıların dize geldiği o mistik kelimelerde, yap-boz oyuncakların saklı kentlerinde, isyankâr ruhun sapa evcimenliğinde, sessiz çığlığın biçareliğinde, hayatın argümanı ile donatılmış ne var ne yok beşerinde; dedim ya işte, günahın bağışlanmaz evriminde…
günahlarım var şehvetime boyun eğmiş; ondan boy boy çocuklarım, kışkırtılmış hisler adı verilen.
orospu kırmızı var sevgimde, benimle oynayacağın oyun bahçesinde!
tenim süt beyaz, hayallerimin kirliliğine inat; gözlerim yemyeşil kin, doğanın barışına karşıt; mavilerim var içimde kızgınlıklarımla, bulut bulut beyaz beneklerini hayaller diye taşıyan gökyüzüne dair; ve aslında ‘orospu kırmızılarım’ var, seni insanlığa davete çağıran.
elini sokmaya korkma taşın altına, en çok da sen memnun kalacaksın bu hülyada. söylesene, ne kadar ömür biçmiş tanrı denen aldatmaca?
ve düşünsene, ne istersin sana biçilen bu kadarcık zamanda?
doğruluk nedir ki hayatta?
hepimizin yaşadığı ihtiraslar değil mi ikiyüzlü? bastırılanlar en çok işe yarayanlar değil mi sevgi sunaklarımıza?
tanrı’ya adanacak en temiz hayaller üstelik bunlar, farkında o’da…
gel, sana sunuyorum ‘orospu kırmızı’larımın ateşini!
boğun eğmeyelim biz hayatın genel geçer kurallarına.
kaybolalım yaşamın gizinde, kollarını açan şehvetinde, meyve veren hayatın ilânihayesinde, şarkıların dize geldiği o mistik kelimelerde, yap-boz oyuncakların saklı kentlerinde, isyankâr ruhun sapa evcimenliğinde, sessiz çığlığın biçareliğinde, hayatın argümanı ile donatılmış ne var ne yok beşerinde; dedim ya işte, günahın bağışlanmaz evriminde…
günahlarım var şehvetime boyun eğmiş; ondan boy boy çocuklarım, kışkırtılmış hisler adı verilen.
orospu kırmızı var sevgimde, benimle oynayacağın oyun bahçesinde!
ölüm nedeni ‘kuytuların intiharı’ olarak, ölüm anı ‘zamansızlık kayboluşu’ olarak geçti kayıtlara.
çok bildiklerini taşıyamamanın ağırlığı vardı ödem ödem yorgun gözlerinin renkli koyuluğunda. onca şeyi anlatmak isteyip de, aslında bir boşluk ya da çoğu zaman bir hiçlik ile konuşmanın sızısı, inceden inceye dökülüveren ahmak ıslatan yağmur tadında yayıldı vücuduna.
onu öldüren, beyninin ulaşılamayan ve el değişmemiş tozlu rafları oldu en çok da. nasıl isterdi anlaşılmayı oysa…
ölüm müydü ona en çok zor gelen, yoksa delilik mi, cılız bedeninde taşınamayan engerek zindan?
karanlık mıydı tutsaklığı yoksa fazlaca aydınlık mıydı onu körkütük sarhoş kılan. hep “böyle buyurmuyor muydu zerdüşt?” ya da ‘yedi ben’likte yedincisinin isyanı?
bir yerde miydi hata, yoksa her yerde mi bin bir parçasının tercümanları?
sorular çoktu, ama azdı yanıtları...
damlarda gezinen ışık huzmesine adadı deliliğini, topraktaki ölüme sundu ayin tadında bedenini. ne deliliği yok oldu, ne de ölümde vücudu;
bir toprağı çatlattı filiz, hüzünlü ışığını armağan etti güneş, ve zamansızlıkta bir çiçek açtı cılız beden. poleniyle vücut buldu başka toprakta ve çiftleştiği çiçekteki bedende.
delinin ölümü, bir başka deliliğin öyküsünü doğurdu zamanın esrikliğinde.
çok bildiklerini taşıyamamanın ağırlığı vardı ödem ödem yorgun gözlerinin renkli koyuluğunda. onca şeyi anlatmak isteyip de, aslında bir boşluk ya da çoğu zaman bir hiçlik ile konuşmanın sızısı, inceden inceye dökülüveren ahmak ıslatan yağmur tadında yayıldı vücuduna.
onu öldüren, beyninin ulaşılamayan ve el değişmemiş tozlu rafları oldu en çok da. nasıl isterdi anlaşılmayı oysa…
ölüm müydü ona en çok zor gelen, yoksa delilik mi, cılız bedeninde taşınamayan engerek zindan?
karanlık mıydı tutsaklığı yoksa fazlaca aydınlık mıydı onu körkütük sarhoş kılan. hep “böyle buyurmuyor muydu zerdüşt?” ya da ‘yedi ben’likte yedincisinin isyanı?
bir yerde miydi hata, yoksa her yerde mi bin bir parçasının tercümanları?
sorular çoktu, ama azdı yanıtları...
damlarda gezinen ışık huzmesine adadı deliliğini, topraktaki ölüme sundu ayin tadında bedenini. ne deliliği yok oldu, ne de ölümde vücudu;
bir toprağı çatlattı filiz, hüzünlü ışığını armağan etti güneş, ve zamansızlıkta bir çiçek açtı cılız beden. poleniyle vücut buldu başka toprakta ve çiftleştiği çiçekteki bedende.
delinin ölümü, bir başka deliliğin öyküsünü doğurdu zamanın esrikliğinde.
ünlü yazar honore de balzac, tuhaf öyküler kitabında genç rahibin aşkı uğruna yanıp tutuştuğu fahişeyi kazanabilmesi için başpiskopos ve kardinal’i zekası ile nasıl çok güzel oyuna getirdiğini, uhreviyatla uğraşan bu içten pazarlıklı din adamlarından iğrenen ama parayı seven gönül işine aç-susuz fahişenin kalbini gerçek ve derin aşkı ve zekası ile nasıl kazandığını anlatan ve sonu mutlu biten güzel hikaye yazmıştır.
sait faik abasıyanık, ayrılığına ve onun getirdiği kaderci hüzünlenmesine rağmen yaşadığı doyumsuz hayatı anlatmaktadır sevgiliye mektup eserinde.
orhan pamuk, benim adım kırmızıda güzeller güzeli şeküre’nin sevdiği adamla birleşmesinin buruk ve içten pazarlıklı mutluluğunu işler.
amin maalof’un semerkant’ında ömer hayyam’ın güzeller güzeli sevgilisi cihan ile, cihan’ın saray işlerine burnunu sokmanın tehlikesine rağmen ömürlüğü aşmış ahiretlik sevgisi ve daha nicesi…
oysa yaşanan gerçek hayatlara bakıldığında tam bir hezimet, zafere gidemeyen yollarda yaratılan kazançlar, ne istenildiği bilinmeyen, anlaşılamayan talepler, karşılıklı takınılan maskeler, akıllarda kalan soru işaretleri ve doyurulmayı bekleyen hisler, hayaller, umutlar… insanlar bir yerlerde yanlış yapıyor ya da romanlar gerçekleri damıtarak hazmı kolay olanları sunuyor olsa gerek insan usuna. zira bunca yanılgı tesadüf olamaz.
sait faik abasıyanık, ayrılığına ve onun getirdiği kaderci hüzünlenmesine rağmen yaşadığı doyumsuz hayatı anlatmaktadır sevgiliye mektup eserinde.
orhan pamuk, benim adım kırmızıda güzeller güzeli şeküre’nin sevdiği adamla birleşmesinin buruk ve içten pazarlıklı mutluluğunu işler.
amin maalof’un semerkant’ında ömer hayyam’ın güzeller güzeli sevgilisi cihan ile, cihan’ın saray işlerine burnunu sokmanın tehlikesine rağmen ömürlüğü aşmış ahiretlik sevgisi ve daha nicesi…
oysa yaşanan gerçek hayatlara bakıldığında tam bir hezimet, zafere gidemeyen yollarda yaratılan kazançlar, ne istenildiği bilinmeyen, anlaşılamayan talepler, karşılıklı takınılan maskeler, akıllarda kalan soru işaretleri ve doyurulmayı bekleyen hisler, hayaller, umutlar… insanlar bir yerlerde yanlış yapıyor ya da romanlar gerçekleri damıtarak hazmı kolay olanları sunuyor olsa gerek insan usuna. zira bunca yanılgı tesadüf olamaz.
tırnak arasının içine alınmış nice kelimler,
kelimelerin içinde nice kifayetsizlikler,
kifayetsizliklerin içinde serzenişler,
her serzenişe yüklenen kallavi anlamlar.
- saat vuruyor: tik-tak, tik-tak, tik ve tak…farkında değiliz ama evvelinden dağıtılmış kağıtlar.
şimdi bir dilek tut, pişti zamanı. -
“mutlu ederim seni” dedin masal saçan sesinle.
masal anlatmaktan çok gerçeği bırakarak sunak taşlarıma üstelik. “ellerim ayva göğüslerini avuçlarken, aslında kalbini ve ruhunu ele geçirmek istiyorum” dedin en gerçek halinle bana.
ve aslında mesele bu sesli sesinin yanılsamasında değil, sükûtun huzurundaydı.
gerçeğe ve içinde oyunlar oynanmayan bir sevgiye geç kalmış aceleciliği ile ben, susamış ağzım bir kez daha kuruluğunda yandı; tüm bunların eksikliği ile yanıp tutuşan özlemiyle.
karar vermek miydi zor olan, kararsız kalmak mı; bilemedim.
mutluluk var mıydı sahiden; mutluluk neydi en incesinden, en kifayetlisinden?
aranan çatışma iken hep, hazmetmesi ne kadar kolay olurdu ki en insan tarafından?
“mutlu ederim seni” dedin ışıl ışıl hislerinle. ve ekledin peşi sıra: “gücün var mı bunu istemeye”...
zayıflığımdan vurmak istemezsin beni, bilirim bunu. bir akşamüstü vaktinin alaca renginde içimin suları daha da bir çekiliyor derinlerine.
şimdi sana ne demeli, bilmem ki…
bedelleri ödenmesi gereken bir hayat yaşıyoruz, bu belli.
kabulü ikimize göre değişeninden. ben daha çok siper etmişken bedenimi, sen duyguların çetrefilli izdüşümlerindesin varlığını hiçe sayan deli.
aradıklarımızın ‘olmadığını’ bilmek belki de bizi bağlayan şey.
“mutlu etsene beni” dedi içim sergüzeşt bir hevesle.
gezinen topraklar kutsal olanından, günahın korkulanından çok şehvet kokanından olsun esrikliğiyle.
bir ses çıt diye koparıversin içimin en zayıf yerlerini; alsın devşirsin gücün tapınmaya salık veren bedeliyle…
kelimelerin içinde nice kifayetsizlikler,
kifayetsizliklerin içinde serzenişler,
her serzenişe yüklenen kallavi anlamlar.
- saat vuruyor: tik-tak, tik-tak, tik ve tak…farkında değiliz ama evvelinden dağıtılmış kağıtlar.
şimdi bir dilek tut, pişti zamanı. -
“mutlu ederim seni” dedin masal saçan sesinle.
masal anlatmaktan çok gerçeği bırakarak sunak taşlarıma üstelik. “ellerim ayva göğüslerini avuçlarken, aslında kalbini ve ruhunu ele geçirmek istiyorum” dedin en gerçek halinle bana.
ve aslında mesele bu sesli sesinin yanılsamasında değil, sükûtun huzurundaydı.
gerçeğe ve içinde oyunlar oynanmayan bir sevgiye geç kalmış aceleciliği ile ben, susamış ağzım bir kez daha kuruluğunda yandı; tüm bunların eksikliği ile yanıp tutuşan özlemiyle.
karar vermek miydi zor olan, kararsız kalmak mı; bilemedim.
mutluluk var mıydı sahiden; mutluluk neydi en incesinden, en kifayetlisinden?
aranan çatışma iken hep, hazmetmesi ne kadar kolay olurdu ki en insan tarafından?
“mutlu ederim seni” dedin ışıl ışıl hislerinle. ve ekledin peşi sıra: “gücün var mı bunu istemeye”...
zayıflığımdan vurmak istemezsin beni, bilirim bunu. bir akşamüstü vaktinin alaca renginde içimin suları daha da bir çekiliyor derinlerine.
şimdi sana ne demeli, bilmem ki…
bedelleri ödenmesi gereken bir hayat yaşıyoruz, bu belli.
kabulü ikimize göre değişeninden. ben daha çok siper etmişken bedenimi, sen duyguların çetrefilli izdüşümlerindesin varlığını hiçe sayan deli.
aradıklarımızın ‘olmadığını’ bilmek belki de bizi bağlayan şey.
“mutlu etsene beni” dedi içim sergüzeşt bir hevesle.
gezinen topraklar kutsal olanından, günahın korkulanından çok şehvet kokanından olsun esrikliğiyle.
bir ses çıt diye koparıversin içimin en zayıf yerlerini; alsın devşirsin gücün tapınmaya salık veren bedeliyle…
vakti zamanında sofralarımızın sini altını süslerdi bazı bazı bu gazetemsi kağıt.
çıplak kadınlara bakardı yemek yerken ağabeylerim, babam; ama aslında en çok da çıplak etli kadınların lime lime edilen parçaları çiğnenirdi ağızlarının içinde, erkekliklerinin sertliğinde!
ben ve daha o zamanlar birazcık daha masum olan erkek kardeşimse -henüz o erkekliğin erkliğine geçmediği için masumdu- daha çok içinde yazılan fantezi öykülerine takılı kalırdık. belki o beni takip ederdi de, o yüzden görüntüden çok yazıya takılırdı. bir şey anladığı olur muydu; sanmıyorum...
kanımca çocukluk yaşlarımda cinsel denemelerimin/hayallerimin kısır olmayan fantezi kaynaklarından biri idi bu gazete.
görünen memeler de güzeldi şimdi, allahı var kadınların hepsinin.
annem mi?
hiç sormayın.
erkek egemen evin yalnız ve ezik kadını idi o yemyeşil ve hüzünlü gözleri ile. ne gazetenin üzerindeki çıplaklığı fark edecek mecali vardı hayatta, ne de erkekliğinin gücünü bu görüntüler ile daha da bir şahlandıran kocasının açlığını doyuracak isteği.
iki geri, bir ileri, hayat yolunda denge kurmaya çalışırdı.
acaba o gazeteyi sini altına koyduğunu fark etmemesi, bunca üzüntüsünden miydi? bilmiyorum...
çıplak kadınlara bakardı yemek yerken ağabeylerim, babam; ama aslında en çok da çıplak etli kadınların lime lime edilen parçaları çiğnenirdi ağızlarının içinde, erkekliklerinin sertliğinde!
ben ve daha o zamanlar birazcık daha masum olan erkek kardeşimse -henüz o erkekliğin erkliğine geçmediği için masumdu- daha çok içinde yazılan fantezi öykülerine takılı kalırdık. belki o beni takip ederdi de, o yüzden görüntüden çok yazıya takılırdı. bir şey anladığı olur muydu; sanmıyorum...
kanımca çocukluk yaşlarımda cinsel denemelerimin/hayallerimin kısır olmayan fantezi kaynaklarından biri idi bu gazete.
görünen memeler de güzeldi şimdi, allahı var kadınların hepsinin.
annem mi?
hiç sormayın.
erkek egemen evin yalnız ve ezik kadını idi o yemyeşil ve hüzünlü gözleri ile. ne gazetenin üzerindeki çıplaklığı fark edecek mecali vardı hayatta, ne de erkekliğinin gücünü bu görüntüler ile daha da bir şahlandıran kocasının açlığını doyuracak isteği.
iki geri, bir ileri, hayat yolunda denge kurmaya çalışırdı.
acaba o gazeteyi sini altına koyduğunu fark etmemesi, bunca üzüntüsünden miydi? bilmiyorum...
çocuk ağabeyi ile tutuştu iddiaya.
( kazanacağı o gün bineceği bisiklet turu, kaybedeceği yağlı bedenine, gıdıklı çenesine inat cılız hayallerinin yıkımı olacaktı; ve bu, ilerleyen yaşlarında çokça ruhuna hasar verecek, özgüvensizlik temellerinin ilk basamaklarından olacaktı. )
ağabey pis pis sırıttı:
- söyle, yazı mı-tura mı?
hiç düşünmeden atıldı, atladı yanıta, yağlı bedenine gıdıklı çenesine inat cılız hayallerinin yıkımı olan çocuk:
- yazı ağabey, yazı...
büyük çocuk parayı savurdu havaya; para taklalar atarak kapaklandı yere; döndü, döndü, döndü ve dolaştı nihayet kendi ekseninde, etrafın çeperinde, durdu dik şekilde!
iki çocuk baktı birbirine.
hain bir gülümsemeyle konuştu büyük çocuk berikine:
- tamam, bitti iddia. ben kazandım paranın dik gelmesiyle.
zaten hep hak yerdi büyük olan çocuk, küçük çocuğun yağlı bedenine, gıdıklı çenesine inat cılız hayallerinin yıkımı olmasına karşın.
(bkz: çocukluk travmaları)
( kazanacağı o gün bineceği bisiklet turu, kaybedeceği yağlı bedenine, gıdıklı çenesine inat cılız hayallerinin yıkımı olacaktı; ve bu, ilerleyen yaşlarında çokça ruhuna hasar verecek, özgüvensizlik temellerinin ilk basamaklarından olacaktı. )
ağabey pis pis sırıttı:
- söyle, yazı mı-tura mı?
hiç düşünmeden atıldı, atladı yanıta, yağlı bedenine gıdıklı çenesine inat cılız hayallerinin yıkımı olan çocuk:
- yazı ağabey, yazı...
büyük çocuk parayı savurdu havaya; para taklalar atarak kapaklandı yere; döndü, döndü, döndü ve dolaştı nihayet kendi ekseninde, etrafın çeperinde, durdu dik şekilde!
iki çocuk baktı birbirine.
hain bir gülümsemeyle konuştu büyük çocuk berikine:
- tamam, bitti iddia. ben kazandım paranın dik gelmesiyle.
zaten hep hak yerdi büyük olan çocuk, küçük çocuğun yağlı bedenine, gıdıklı çenesine inat cılız hayallerinin yıkımı olmasına karşın.
(bkz: çocukluk travmaları)
oooo;
portakalı soydum, baş ucuma koydum, ben bir yalan uydurdum; duma duma dum; kırmızı mum!
yaklaşın şöyle, bakın ne anlatacağım size.
bir beden buldum satılık, çok ucuz sayılmazdı ama çok da pahalı değildi üstüne üstlük. kırmızıya boyanan dudaklarındaki vurgu idi beni ona çeken ama beynimi de meşgul eden. ne idi şimdi bu? bir şeylerin isyanı mı yoksa bastırılmışlığın cazibesi mi? yoksa azgınlığımın kodsal açılımı mı? hahaahaa, bırakayım şimdi psikanaliz derslerini, haklısınız!..
bir otel odası için anlaştık, ama masrafları bana ait olanından! giyinik bedenim ama soyunuk ruhumla bir satılmışın karşında duran yaşam hücremin (!) canlanması ile başladı her şey. şaşmak, kendime tanıdığım bir ünlem harcırahı mıydı yoksa karşı kaldırımda duran hayallerine veda edercesine el sallarmış gibi görünen biçare kadının içini görmemin ikilemi miydi? çünkü ben bu tarz aşklara tepki vermeyendim.
ulan, kaç kere yemin ettim oysa, duygusal zamanlarımda içmeyeceğime; içsem de bir kadınla yatmayacağıma; yatsam da bir fahişe ile olmayacağıma; olsam da duygusal birikimlerimi önlemeye çalışacağıma... olmadı! nasıl da şeffaflaşıyordu ve içine girip görmek kolay oluyordu gecenin zifiri karanlığına inat insanın iç dünyasını…
alt tarafı yapacağım girmek ve çıkmaktı! girmek, çıkmak; girmek, çıkmak, girmek, çıkmak! bir fahişe ise işin felsefesi bu değil miydi? beklenen de bu değil miydi? ötesini bundan beklemek ahmaklık değil miydi?
bedensel orgazmı yaşasam o la la, ama beyinsel ve ruhsal da olursa oh ne ala… elin yabancısı, üstelik bir fahişesini ne diye alacaktım ki dikkate?!
***
oooo;
portakalı soydum, baş ucuma koydum, ben bir gerçek söyledim; duma duma dum; kırmızı kin!
yaklaşın hele şöyle, çekinmeyin benden, sandığınız kadar kirli değilim sizden çok, kendimden az (!)
babamdı ilk sahibim. sonra da satıldığım konu komşu amcalardı; ağabeyler, ablalar, büyük büyük hanımlar, beyler. sonra bir pavyon geçti üzerimden, allah sizi inandırsın sanki üzerimden bir dünya geçti. yok yok, sandığınız anlamda değil canım. hahahaha, allasen ne fesatsınız! illa aklınız orada değil mi? haa fahişe isen, mutlaka yaftalarınızla sokarsınız hep laflarınızı hem de uzvunuzu, öyle ya!
derken bir bebe, masum ama içine kin ve fitne karışmış bir el kadar günahsız: demeyin şimdi nasıl olur günahla-günahsızlık yan yana. olur ayol, bal gibi olur. nasıl oluyorsa sizin imanınızla-şerefsizliğiniz, aha da öyle oluveriyor günahla-günahsızlık… mecbur getirdik dünyaya, onun için de çıkamıyoruz bu virane hayattan. piç de olsa, bebeniz işte; fahişe de olsak anneyiz işte. ya da siz buna ‘insanlık mı’ derdiniz? her ne ise… biz de o yok ya, sizin ahlak düsturunuzca (!)
hele daha bir sokulun, bir sır vereyim size: bu geceki gelen ve yataktan uzanan şu güzel ve yağız delikanlı; böyleleri pek düşmez buralara, onlar daha elit kesime takılırlar anam-babam; neyse, pek bir mahcup geldi bana. pek bir içli, pek bir düşünceli… hahahhaa… gülme demeyin sakın bana; alacağım para, düşüneceğim mini mini kızım ela. - adı gözlerinden alıntı, onu da deyivereyim size. – hiç görmedim bizim sektörde bunun gibisini. dokunsam ağlayıverecek zahir halime. hepimizin en az on tane hayat hikayesi vardır, karşında anadan doğma yatan çıplak adamların tavrı ve tarzına göre patlatıverirsin gazel tadında, artık kiminde işe yararsa… o da senin o günkü şansına. ne şansı mı? anacığım bunlar bildiğiniz gibi değil! hem oncacık para verir, hem de maşallah doyurulmayı bekleyen uzuv ve vücutlarından çok ruh ve egolarının oynaşmasını, titremesini, sarsılmasını isterler. haydi canım, haydi, daha yapacak çok işim var benim sırada. gecede kaç adam bekliyor, haberi olmayan biçare deliler bunlar zahir! sok çıkar, sok çıkar işini çok abartıyorlar beyinlerinde, çok da şey bekliyorlar bizden. ben ağzımda çiğnediğim sakızı iki sol, iki sağ yanağımda dolaştırmadan işi bitmeli, bitmese de üzerimden inmeli. bu işler böyledir.
neyse bacım, uzatmayayım. bu delikanlı pek hoş geldi bana, pek dokunaklı. içimden gerçek hikayemi anlatasım, bedeninden çok ruhunu doyurasım geldi.
şanslı çocuk, iyi günüme geldi.
ama herkes için değişmeyen, bunun için neden değişsin ki? ben bir fahişeyim, dünyanın onca kirliliği ve bireysel onca pislikler benim yanımda arınmış günah demindedir.
söyletmeyin beni.
daha sırada ki günahıma gitmeliyim. ekmek parası, neylersin.
portakalı soydum, baş ucuma koydum, ben bir yalan uydurdum; duma duma dum; kırmızı mum!
yaklaşın şöyle, bakın ne anlatacağım size.
bir beden buldum satılık, çok ucuz sayılmazdı ama çok da pahalı değildi üstüne üstlük. kırmızıya boyanan dudaklarındaki vurgu idi beni ona çeken ama beynimi de meşgul eden. ne idi şimdi bu? bir şeylerin isyanı mı yoksa bastırılmışlığın cazibesi mi? yoksa azgınlığımın kodsal açılımı mı? hahaahaa, bırakayım şimdi psikanaliz derslerini, haklısınız!..
bir otel odası için anlaştık, ama masrafları bana ait olanından! giyinik bedenim ama soyunuk ruhumla bir satılmışın karşında duran yaşam hücremin (!) canlanması ile başladı her şey. şaşmak, kendime tanıdığım bir ünlem harcırahı mıydı yoksa karşı kaldırımda duran hayallerine veda edercesine el sallarmış gibi görünen biçare kadının içini görmemin ikilemi miydi? çünkü ben bu tarz aşklara tepki vermeyendim.
ulan, kaç kere yemin ettim oysa, duygusal zamanlarımda içmeyeceğime; içsem de bir kadınla yatmayacağıma; yatsam da bir fahişe ile olmayacağıma; olsam da duygusal birikimlerimi önlemeye çalışacağıma... olmadı! nasıl da şeffaflaşıyordu ve içine girip görmek kolay oluyordu gecenin zifiri karanlığına inat insanın iç dünyasını…
alt tarafı yapacağım girmek ve çıkmaktı! girmek, çıkmak; girmek, çıkmak, girmek, çıkmak! bir fahişe ise işin felsefesi bu değil miydi? beklenen de bu değil miydi? ötesini bundan beklemek ahmaklık değil miydi?
bedensel orgazmı yaşasam o la la, ama beyinsel ve ruhsal da olursa oh ne ala… elin yabancısı, üstelik bir fahişesini ne diye alacaktım ki dikkate?!
***
oooo;
portakalı soydum, baş ucuma koydum, ben bir gerçek söyledim; duma duma dum; kırmızı kin!
yaklaşın hele şöyle, çekinmeyin benden, sandığınız kadar kirli değilim sizden çok, kendimden az (!)
babamdı ilk sahibim. sonra da satıldığım konu komşu amcalardı; ağabeyler, ablalar, büyük büyük hanımlar, beyler. sonra bir pavyon geçti üzerimden, allah sizi inandırsın sanki üzerimden bir dünya geçti. yok yok, sandığınız anlamda değil canım. hahahaha, allasen ne fesatsınız! illa aklınız orada değil mi? haa fahişe isen, mutlaka yaftalarınızla sokarsınız hep laflarınızı hem de uzvunuzu, öyle ya!
derken bir bebe, masum ama içine kin ve fitne karışmış bir el kadar günahsız: demeyin şimdi nasıl olur günahla-günahsızlık yan yana. olur ayol, bal gibi olur. nasıl oluyorsa sizin imanınızla-şerefsizliğiniz, aha da öyle oluveriyor günahla-günahsızlık… mecbur getirdik dünyaya, onun için de çıkamıyoruz bu virane hayattan. piç de olsa, bebeniz işte; fahişe de olsak anneyiz işte. ya da siz buna ‘insanlık mı’ derdiniz? her ne ise… biz de o yok ya, sizin ahlak düsturunuzca (!)
hele daha bir sokulun, bir sır vereyim size: bu geceki gelen ve yataktan uzanan şu güzel ve yağız delikanlı; böyleleri pek düşmez buralara, onlar daha elit kesime takılırlar anam-babam; neyse, pek bir mahcup geldi bana. pek bir içli, pek bir düşünceli… hahahhaa… gülme demeyin sakın bana; alacağım para, düşüneceğim mini mini kızım ela. - adı gözlerinden alıntı, onu da deyivereyim size. – hiç görmedim bizim sektörde bunun gibisini. dokunsam ağlayıverecek zahir halime. hepimizin en az on tane hayat hikayesi vardır, karşında anadan doğma yatan çıplak adamların tavrı ve tarzına göre patlatıverirsin gazel tadında, artık kiminde işe yararsa… o da senin o günkü şansına. ne şansı mı? anacığım bunlar bildiğiniz gibi değil! hem oncacık para verir, hem de maşallah doyurulmayı bekleyen uzuv ve vücutlarından çok ruh ve egolarının oynaşmasını, titremesini, sarsılmasını isterler. haydi canım, haydi, daha yapacak çok işim var benim sırada. gecede kaç adam bekliyor, haberi olmayan biçare deliler bunlar zahir! sok çıkar, sok çıkar işini çok abartıyorlar beyinlerinde, çok da şey bekliyorlar bizden. ben ağzımda çiğnediğim sakızı iki sol, iki sağ yanağımda dolaştırmadan işi bitmeli, bitmese de üzerimden inmeli. bu işler böyledir.
neyse bacım, uzatmayayım. bu delikanlı pek hoş geldi bana, pek dokunaklı. içimden gerçek hikayemi anlatasım, bedeninden çok ruhunu doyurasım geldi.
şanslı çocuk, iyi günüme geldi.
ama herkes için değişmeyen, bunun için neden değişsin ki? ben bir fahişeyim, dünyanın onca kirliliği ve bireysel onca pislikler benim yanımda arınmış günah demindedir.
söyletmeyin beni.
daha sırada ki günahıma gitmeliyim. ekmek parası, neylersin.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?