( iki bacak aramı sımsıkı tutarım,
ve geceler boyu ağlarım. )
küçük bir kızdım. ellerim kilden kirlenmiş, meni denilen şeye değince çamur oluvermişti. o zamanlar bilmezdim onun bir erkekten aktığını. sandım ki gözyaşımdı beni kirleten, ellerimi çamur eden.
sandım ki ben kirliyim, dünya temiz, en güzelinden.
( bir oyun bahçesinin içindeyim,
güzel çiçeklerden derlemeyim. )
en neşelisi bendim, en hokkabazı, en fettanı. arkadaşlarımla o gün yine oyun bahçemizin içinde oynarken, ebe olan ben sobelemek için gittim kuytulara. aradım, bulamadım;
arandım, bulunamadım!
bir ahıl içinde kıpırdamadım, kıpırdanamadım.
kulağımın arka tarafından bir ses, ılıkça ancak soluyan hayvanca… aklım karışık, oyun sıram şaşık, hayat karanlık… ne yani, şimdi ben mi sobe olacağım, ebelikten çıkarılıp?
( vücudum mu kalan çıplak,
umutlarım mı yoksa soluyan mı dizginlenemez kaçak? )
elleri sertti, vücudum bir o kadar yumuşak. elbiselerim tertemizdi, ellerime inat. o ses buyurgan, ben ise itaatkâr. o ses emin ve istekli, bense ürkek ve şaşkın. bir iki yumuşak okşama, ardından başladı içim saymaya:
bir, iki, üçççç…
ben mi kısa saydım yoksa zaman mı ağır geçti? ben mi yavaş saydım, yoksa zaman mı akıp geçiverdi?
acı vardı bacak aramda, biraz da ıslaklık. neydi bu, bilemedim o zamanlar.
adam gitmişti, bıraktığı kokusu kalmıştı: kâh masumiyet, kâh ırzına geçilen ve masumiyetten geri kalan isyan, çocuk saflığı ve hala yanıp tutuşulan oyun aşkı.
şimdi ben ebeydim ya; bu bana yapılanla ben mi sobelendim?
şimdi ben ebeydim ya; bu bana yapılanı anlatsam oyun bozan olur muydum?
şimdi ben ebeydim ya; kaça kadar sayacaktım?
şimdi ben ebeydim ya; kaçan neydi? kovalayan kimdi?
şimdi ben çocuktum ya, yedi yaşında mı oldum kadın?
- otur stirkoff!
- sağolun efendim.
- ayaklarını uzatabilirsin.
- çk lütufkarsınız efendim.
- stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar yazıyormuşsun; coşku ve kurtuluş hakkı üzerine de, doğru mu stirkoff?
- evet efendim.
-dünyada geniş anlamda bir adalet sağlanabilir mi sence?
- hiç sanmam efendim.
- öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? kendini iyi hissetmiyor musun?
- son zamanlarda pek iyi değilim efendim. deliriyorum gibi geliyor bana.
- fazlaca mı içiyorsun stirkoff?
- tabii efendim.
- kendinle oynar mısın?
-sürekli efendim.
- nasıl?
- anlayamadım efendim?
- yani nasıl bir yöntem kullanıyorsun?
- dört-beş çiğ yumurta ve yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. ---cam mı?
- hayır a...
- yahu vazoyu soruyorum cam mı?
- değil efendim.
- hiç evlendin mi?
- defalarca.
- ters giden şey neydi stirkoff?
- her şey efendim.
- hayatının en iyi sevişmesini anlat.
- dört-beş yumurta ve yarım kilo kıymayı dar ağız...
- tamam tamam!
- öyledir efendim.
- daha iyi ve adil bir dünya özleminin aslında, çürümeden ve başarısızlık duygusunda kaynaklandığının farkında mısın?
- evet efendim.
- baban kötü müydü?
- bilmiyorum efendim.
- bilmiyorum ne demek?
- yani kıyaslamak güç efendim. sadece bir babam oldu.
- benimle kafa mı buluyorsun stirkoff?
- hayır efendim: dediğiniz gibi adalet yoktur.
- baban seni döver miydi?
- sıra ile döverlerdi efendim.
- hani bir tek baban vardı?
- herkesin tek bir babası vardır efendim. annemi kastetmiştim. o da kendi payına düşeni alırdı.
- seni sever miydi?
- kendisinin bir uzantısı olarak evet.
- sevgi başka nedir ki?
- iyi bir şeye önem verecek kadar sağduyu sahibi olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu veya tereyağlı kızarmış ekmek de olabilir bu efendim.
- tereyağlı kızarmış ekmeğe aşık olabileceğini mi söylüyorsun stirkoff?
- her zaman değil efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken olabilir, aşk habersiz gelir gider.
- bir insanı sevmek mümkün mü?
- iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden izlemeyi severim.
- sen bir korkaksın stikoff.
- kesinlikle efendim.
- senin korkak tanımın nedir?
- bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden insan.
- peki cesur adam kimdir?
- aslanın ne olduğunu bilmeyen adam efendim.
- herkes aslanın ne olduğunu bilir.
- herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır.
- ahmak tanımın nedir?
- zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan insan.
- öyleyse bilge kişi kimdir?
- bilge kişi yoktur efendim.
- o takdirde ahmak da yoktur. gece yoksa gündüz olmaz. siyah yoksa beyaz olmaz.
- özür dilerim efendim, ben her şey ne ise odur diye düşünüyorum. başka şeylere bağımlı olmaksızın.
- sen dar ağızlı vazolara fazla girip cıkmışsın stirkofff. her şeyin doğru olduğunu anlamıyor musun? hiçbir şey yanlış olamaz.
- anlıyorum efendim. olan olmuştur.
- başını kestirtirsem ne dersin?
- tek kelime bile söylemem efendim.
- demek istediğim su: başını kestirtirsem ben irade sense bir hiç olursun.
- başka bir şey olurdum efendim.
- benim seçimim altında.
- ikimizin de efendim.
- sakin ol! sakin ol! uzat ayaklarını.
- çok lutüfkarsınız efendim.
- hayır ikimiz de lütüfkarız.
- elbette efendim.
- demek zaman zaman delilik hissediyorsun stirkoff! peki bu durumlarda ne yaparsın?
- şiir yazarım
- şiir delilik midir?
- şiir olmayan her şey deliliktir.
- peki nedir delilik?
- çirkinliktir efendim.
- çirkin nedir?
- kişiye göre değişir.
- delilik gerekli midir?
- vardır.
- gerekli midir?
- bilmiyorum efendim.
- çok şey biliyormuş havalarındasın. bilgi nedir?
- mümkün olduğu kadar az şey bilmektir.
- ne demek o?
- bilmiyorum efendim.
- bir köprü inşa edebilir misin?
- hayır.
- silah yapabilir misin?
- hayır.
- bunlar bilgi ürünleridir.
- köprü köprüdür, silah da silah.
- basını kestireceğim stirkoff.
- sağolun efendim.
- o niye?
- beni motive ettiğiniz için. sıkıntısını çekiyorum efendim.
- ben adaletim.
- belki.
- ben üstünüm. seni işkencelere yatıracağım, çığlıklar atacaksın, ölümünü dileneceksin.
- şüphesiz efendim.
- ben senin efendinim anlamıyor musun?
- beni yönetebilirsiniz. ama yapabileceğiniz şeyler ancak yapılabilir şeyler olacaktır.
- zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın.
- sanmıyorum efendim.
- bana baksana. darius milhaud, vaughn williams dinlemek ne oluyor? beatles duymadın mı?
- onları herkes bilir efendim.
- onları sevmez misin?
- onlardan nefret etmem.
- nefret ettiğin şarkıcı var mı?
- şarkıcılardan nefret edilmez.
- şarkı söylemeye çalışan herhangi birinden?
- frank sinatra
- neden?
- hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için.
- gazete okur musun?
- tek bir gazete.
- hangisi?
- open city
- gardiyan! şu adamı işkence odasına götürün ve derhal işlemlere başlayın!
- efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?
- evet.
- vazomu yanıma alabilir miyim?
- hayır, bana lazım!
- efendim?
- yani el koyuyorum. zapta geçecek. gardiyan bu serserimi derhal götür! ve bana biraz şey getir...
- ne efendim?
- yarım düzine çiğ yumurta ve bir kilo kıyma...
gardiyan ve mahkum dışarı çıkarlar. kral öne doğru eğilip düğmeye basar, teypte vaughn williams çalmaya baslar. bitli bir köpek, güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder...
- sağolun efendim.
- ayaklarını uzatabilirsin.
- çk lütufkarsınız efendim.
- stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar yazıyormuşsun; coşku ve kurtuluş hakkı üzerine de, doğru mu stirkoff?
- evet efendim.
-dünyada geniş anlamda bir adalet sağlanabilir mi sence?
- hiç sanmam efendim.
- öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? kendini iyi hissetmiyor musun?
- son zamanlarda pek iyi değilim efendim. deliriyorum gibi geliyor bana.
- fazlaca mı içiyorsun stirkoff?
- tabii efendim.
- kendinle oynar mısın?
-sürekli efendim.
- nasıl?
- anlayamadım efendim?
- yani nasıl bir yöntem kullanıyorsun?
- dört-beş çiğ yumurta ve yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. ---cam mı?
- hayır a...
- yahu vazoyu soruyorum cam mı?
- değil efendim.
- hiç evlendin mi?
- defalarca.
- ters giden şey neydi stirkoff?
- her şey efendim.
- hayatının en iyi sevişmesini anlat.
- dört-beş yumurta ve yarım kilo kıymayı dar ağız...
- tamam tamam!
- öyledir efendim.
- daha iyi ve adil bir dünya özleminin aslında, çürümeden ve başarısızlık duygusunda kaynaklandığının farkında mısın?
- evet efendim.
- baban kötü müydü?
- bilmiyorum efendim.
- bilmiyorum ne demek?
- yani kıyaslamak güç efendim. sadece bir babam oldu.
- benimle kafa mı buluyorsun stirkoff?
- hayır efendim: dediğiniz gibi adalet yoktur.
- baban seni döver miydi?
- sıra ile döverlerdi efendim.
- hani bir tek baban vardı?
- herkesin tek bir babası vardır efendim. annemi kastetmiştim. o da kendi payına düşeni alırdı.
- seni sever miydi?
- kendisinin bir uzantısı olarak evet.
- sevgi başka nedir ki?
- iyi bir şeye önem verecek kadar sağduyu sahibi olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu veya tereyağlı kızarmış ekmek de olabilir bu efendim.
- tereyağlı kızarmış ekmeğe aşık olabileceğini mi söylüyorsun stirkoff?
- her zaman değil efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken olabilir, aşk habersiz gelir gider.
- bir insanı sevmek mümkün mü?
- iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden izlemeyi severim.
- sen bir korkaksın stikoff.
- kesinlikle efendim.
- senin korkak tanımın nedir?
- bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden insan.
- peki cesur adam kimdir?
- aslanın ne olduğunu bilmeyen adam efendim.
- herkes aslanın ne olduğunu bilir.
- herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır.
- ahmak tanımın nedir?
- zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan insan.
- öyleyse bilge kişi kimdir?
- bilge kişi yoktur efendim.
- o takdirde ahmak da yoktur. gece yoksa gündüz olmaz. siyah yoksa beyaz olmaz.
- özür dilerim efendim, ben her şey ne ise odur diye düşünüyorum. başka şeylere bağımlı olmaksızın.
- sen dar ağızlı vazolara fazla girip cıkmışsın stirkofff. her şeyin doğru olduğunu anlamıyor musun? hiçbir şey yanlış olamaz.
- anlıyorum efendim. olan olmuştur.
- başını kestirtirsem ne dersin?
- tek kelime bile söylemem efendim.
- demek istediğim su: başını kestirtirsem ben irade sense bir hiç olursun.
- başka bir şey olurdum efendim.
- benim seçimim altında.
- ikimizin de efendim.
- sakin ol! sakin ol! uzat ayaklarını.
- çok lutüfkarsınız efendim.
- hayır ikimiz de lütüfkarız.
- elbette efendim.
- demek zaman zaman delilik hissediyorsun stirkoff! peki bu durumlarda ne yaparsın?
- şiir yazarım
- şiir delilik midir?
- şiir olmayan her şey deliliktir.
- peki nedir delilik?
- çirkinliktir efendim.
- çirkin nedir?
- kişiye göre değişir.
- delilik gerekli midir?
- vardır.
- gerekli midir?
- bilmiyorum efendim.
- çok şey biliyormuş havalarındasın. bilgi nedir?
- mümkün olduğu kadar az şey bilmektir.
- ne demek o?
- bilmiyorum efendim.
- bir köprü inşa edebilir misin?
- hayır.
- silah yapabilir misin?
- hayır.
- bunlar bilgi ürünleridir.
- köprü köprüdür, silah da silah.
- basını kestireceğim stirkoff.
- sağolun efendim.
- o niye?
- beni motive ettiğiniz için. sıkıntısını çekiyorum efendim.
- ben adaletim.
- belki.
- ben üstünüm. seni işkencelere yatıracağım, çığlıklar atacaksın, ölümünü dileneceksin.
- şüphesiz efendim.
- ben senin efendinim anlamıyor musun?
- beni yönetebilirsiniz. ama yapabileceğiniz şeyler ancak yapılabilir şeyler olacaktır.
- zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın.
- sanmıyorum efendim.
- bana baksana. darius milhaud, vaughn williams dinlemek ne oluyor? beatles duymadın mı?
- onları herkes bilir efendim.
- onları sevmez misin?
- onlardan nefret etmem.
- nefret ettiğin şarkıcı var mı?
- şarkıcılardan nefret edilmez.
- şarkı söylemeye çalışan herhangi birinden?
- frank sinatra
- neden?
- hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için.
- gazete okur musun?
- tek bir gazete.
- hangisi?
- open city
- gardiyan! şu adamı işkence odasına götürün ve derhal işlemlere başlayın!
- efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?
- evet.
- vazomu yanıma alabilir miyim?
- hayır, bana lazım!
- efendim?
- yani el koyuyorum. zapta geçecek. gardiyan bu serserimi derhal götür! ve bana biraz şey getir...
- ne efendim?
- yarım düzine çiğ yumurta ve bir kilo kıyma...
gardiyan ve mahkum dışarı çıkarlar. kral öne doğru eğilip düğmeye basar, teypte vaughn williams çalmaya baslar. bitli bir köpek, güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder...
kimse öldürülmek istemiyor anne; kimse öldürmek de istemiyor. kan çiçeklerinin vazoda güzel durduğunu da iddia etmiyor, kandan beslenmenin basiretsizlik yaratacağını da biliyor aslında çoğu. hemen hepsi ortak düşüncede ve inançta aslında anne, ama politik çıkarlar ve siyasi çatışmalar bunu örtbas ediyor, insanlara maskeleşmiş vaatler eşliğinde armağan tadında sunuluyor. zaferin kazanç ve getirilerini telkin ettikleri çocuklar çok küçük anne; onların yaş ortalaması 17-25. birçoğunun maddi çıkmazı, dışlanmışlığı, hor görüşmüşlüğü hayli fazla. yetmiyor anne, bu kadarı da yetmiyor; işkencede buna perçem tadında ekleniveriyor. devlet diye bellenilen kurum/yönetim onlara hizmet namına, insanca yaşamak namına bir şey götürmediği gibi, eline silah aldığı için yasa dışı suç örgütü-terör diye nitelendiriyor; bu şekilde de dışlıyor. iki arada bir derede kalmak buna denir, çaresizlik budur anne.
vatanın mecburi diye addettiği 15 aylık görev içinde bulunan kuzucuklar da çaresiz anne. onlar içlerinde görevi tamamlama sıkıntısı, vatana bağımlılık yemini, vatanla bütün olmuş, sevgilerinin en derin tarafı ile ölüme gönderiliyor. kardeş kardeşi bir dağın ucunda öldürüyor bir idealizm uğruna.
doğuda bir yerde yaşayan fatma ananın hasan oğluyla, hamit oğlu birbirini gırtlaklıyor, biri bağlı bulunduğu toprağa inanç içinde hizmet ederken, diğeri de ezilmişliğini haykırmak için yanlış politikalara sürüklenmiş kurum içinde yer alırken... biliyor musun; en çok fatma analar kahroluyor, yok oluyor gam, keder uğruna anne, en çok onlar biliyor ateşin düştüğü yeri nasıl yaktığını! onlar biliyor asıl gerçeği, onlar idrak edebiliyor anne.
hayata tek taraflı, benmerkezci bakmak ne yarar getirir? empati kurmadan, içinde bulunulan şartları irdelemeden, araştırmadan, anlamadan yahut anlamak istemeden kişi ya da düşünceyi suçlamak kime ne verir anne?
herkes kendini sınıflandırırken, geride kalanları ötekileştirirken, bunun orta yolu nasıl anlaşılsın, anlatılsın artık insanlara? işin hakikati nasıl idrak edilsin bu kumpaslar içerisinde? herkesin zihniyetinde bir maske, onu nasıl insanlar soyutlayıp aslında içinde neler döndüğünü görebilsin? bir yolu, yöntemi var mı diye düşünmek lazım. artık yarar sağlayacak adımlar atılması lazım, taraflar oluşturulmadan, kutuplaşmalar iyice zıtlaştırılmadan...
vatanını savunan mı yanlış yapıyor? ötekileştirilen, insan olmanın hakkını alamayan mı yoksa? ya da, çıkarlarına hizmet ettirmeyi bilen mi?
söylesene, suç kimde anne?..
vatanın mecburi diye addettiği 15 aylık görev içinde bulunan kuzucuklar da çaresiz anne. onlar içlerinde görevi tamamlama sıkıntısı, vatana bağımlılık yemini, vatanla bütün olmuş, sevgilerinin en derin tarafı ile ölüme gönderiliyor. kardeş kardeşi bir dağın ucunda öldürüyor bir idealizm uğruna.
doğuda bir yerde yaşayan fatma ananın hasan oğluyla, hamit oğlu birbirini gırtlaklıyor, biri bağlı bulunduğu toprağa inanç içinde hizmet ederken, diğeri de ezilmişliğini haykırmak için yanlış politikalara sürüklenmiş kurum içinde yer alırken... biliyor musun; en çok fatma analar kahroluyor, yok oluyor gam, keder uğruna anne, en çok onlar biliyor ateşin düştüğü yeri nasıl yaktığını! onlar biliyor asıl gerçeği, onlar idrak edebiliyor anne.
hayata tek taraflı, benmerkezci bakmak ne yarar getirir? empati kurmadan, içinde bulunulan şartları irdelemeden, araştırmadan, anlamadan yahut anlamak istemeden kişi ya da düşünceyi suçlamak kime ne verir anne?
herkes kendini sınıflandırırken, geride kalanları ötekileştirirken, bunun orta yolu nasıl anlaşılsın, anlatılsın artık insanlara? işin hakikati nasıl idrak edilsin bu kumpaslar içerisinde? herkesin zihniyetinde bir maske, onu nasıl insanlar soyutlayıp aslında içinde neler döndüğünü görebilsin? bir yolu, yöntemi var mı diye düşünmek lazım. artık yarar sağlayacak adımlar atılması lazım, taraflar oluşturulmadan, kutuplaşmalar iyice zıtlaştırılmadan...
vatanını savunan mı yanlış yapıyor? ötekileştirilen, insan olmanın hakkını alamayan mı yoksa? ya da, çıkarlarına hizmet ettirmeyi bilen mi?
söylesene, suç kimde anne?..
neydi aradığımız?
kapılarında kölelik yapacak kadar feragat edeceklerimiz?
bizi bizden yeniden doğuracak sandıklarımız?
tapındığımız para mıydı? yoksa onun getireceği mutluluk muydu?
uğrunda neşrettiğimiz bir parçacık aşk mıydı, bizi bizden alıp götürmesine izin verip, sonrasında da hep bir dağılmışlığımızın parçalarını aratan, aramaya mecbur kılan mefhum?
sahi neydi mutluluk?
mutluluktan doğan aşk mıydı?
kimyasal bir coşkunluğun kodsal açılımı mıydı bu bize ‘mutlu aşk’ adında, yoksa beynimizin oynadığı ve gerçeği sakladığı penah bir yerin gizinin ihaneti miydi? algıya açık bir durum dendiniz değil mi, evet; haklı serzendiniz…
yaşanılanı kutsal sayıp, bittiğinde kutsallığın ırzına geçmekti mutluluğu anlatmak, öyle değil mi?
anıları acıya çevirip, güzel olanı bir kalemde silmekti aymazca, algılandığınca tabii yazık ki pek insanca(!),
lafazan bir safsata ile geride kalanı geleceğe taşıma gafleti ile mahvettik bugünümüzü.
anı yaşamayı bir türlü beceremeyip, onu geleceğimize taşıdık, taşıdık ki en güzel olanı, mutlu aşk olanı umutsuz gelecek yaptık, yeni ilişkilerimize yamadık, ne beriki ile olabildiklerimizin anısına saygı duyabildik, ne de şimdikinin elinde olanın kıymetini bilip, hakkını verebildik ona!
her şeyin zamanında ve yaşanılanın anında güzel olduğunun gerçeğini unuttuk, unutturduk ki, narsist tarafımızın daha da haz alacağına inandık acılarımızla doğduğumuzu sanarak. yüzeyselliğinde yüzeye vurduk, bir balık canhıraşı ile, nefes alamamanın güdüklüğü ile!
mutlu olan aşkı geçmişinde ve anında bırakamayıp, bugünlerimize taşımamızın bedbahtlığı ile söylendik durduk, küfürler savurup yaşanılan o canım güzelliğe ihanetler ettik, bize edilen ihanetlerin arkasına sığınarak!
yok, bilemediniz; en büyük kötülüğü kendimize ettik, yaşanan aşklarda da tatminsiz ve biçare olduk.
mutlu aşk vardır da, mutlu olmayı bilen insan çok yok demektir en doğrusu.
mutlu aşk var da, bunu yaşayabilecek insan az var demek en gerçeği.
...
kapılarında kölelik yapacak kadar feragat edeceklerimiz?
bizi bizden yeniden doğuracak sandıklarımız?
tapındığımız para mıydı? yoksa onun getireceği mutluluk muydu?
uğrunda neşrettiğimiz bir parçacık aşk mıydı, bizi bizden alıp götürmesine izin verip, sonrasında da hep bir dağılmışlığımızın parçalarını aratan, aramaya mecbur kılan mefhum?
sahi neydi mutluluk?
mutluluktan doğan aşk mıydı?
kimyasal bir coşkunluğun kodsal açılımı mıydı bu bize ‘mutlu aşk’ adında, yoksa beynimizin oynadığı ve gerçeği sakladığı penah bir yerin gizinin ihaneti miydi? algıya açık bir durum dendiniz değil mi, evet; haklı serzendiniz…
yaşanılanı kutsal sayıp, bittiğinde kutsallığın ırzına geçmekti mutluluğu anlatmak, öyle değil mi?
anıları acıya çevirip, güzel olanı bir kalemde silmekti aymazca, algılandığınca tabii yazık ki pek insanca(!),
lafazan bir safsata ile geride kalanı geleceğe taşıma gafleti ile mahvettik bugünümüzü.
anı yaşamayı bir türlü beceremeyip, onu geleceğimize taşıdık, taşıdık ki en güzel olanı, mutlu aşk olanı umutsuz gelecek yaptık, yeni ilişkilerimize yamadık, ne beriki ile olabildiklerimizin anısına saygı duyabildik, ne de şimdikinin elinde olanın kıymetini bilip, hakkını verebildik ona!
her şeyin zamanında ve yaşanılanın anında güzel olduğunun gerçeğini unuttuk, unutturduk ki, narsist tarafımızın daha da haz alacağına inandık acılarımızla doğduğumuzu sanarak. yüzeyselliğinde yüzeye vurduk, bir balık canhıraşı ile, nefes alamamanın güdüklüğü ile!
mutlu olan aşkı geçmişinde ve anında bırakamayıp, bugünlerimize taşımamızın bedbahtlığı ile söylendik durduk, küfürler savurup yaşanılan o canım güzelliğe ihanetler ettik, bize edilen ihanetlerin arkasına sığınarak!
yok, bilemediniz; en büyük kötülüğü kendimize ettik, yaşanan aşklarda da tatminsiz ve biçare olduk.
mutlu aşk vardır da, mutlu olmayı bilen insan çok yok demektir en doğrusu.
mutlu aşk var da, bunu yaşayabilecek insan az var demek en gerçeği.
...
kadın içkiyi yudumlarken çıkılacak apartmanın katlarında ne gibi şeyler olacağını tahayyül ediyordu. zira işin başlangıcı aslında tam da o mekânda başlayacak gibi geliyordu ona. içinde yenemediği heyecan, yanaklarının üzerine sonradan eklenen kırmızılık pudrasına doğallık ile daha da bir vurgu katıyordu. gözleri baygınlaştı biraz; oysa daha çok erkendi yaşamsal hücrelerin kıpırtısı için.
adam, kadını yatağa atmanın yollarında, içinde yaratıcı bulduğunu düşündüğü sözleri özenle seçip kelime kelime kadına sunmaya gayret ediyordu. içinde eminlik ile bocalamak arasında gelip gitmelerle, yarı aptallığını gizleyemediği bu insansal kusurlar onu ne kadarda şirin ve aslında insan göstermekteydi . ve bu noktada ezber bir şeyler yapması gerekmezdi, bundan haberi yoktu; yazık…
kadın gülümsedi, adam rahatladı. kadın rahatladı, adam gülümsedi.
…
apartman ismi kadına hoş geldi. elizabeth apt. no:22.
bir daha aklından çıkmazdı kadının bu adresin en son olan kısmı. diliyordu ki gecede aklında kalırdı böyle güzel. şimdi sırada katları çıkarken sonun başlangıcının öyküsünün yazılması kalmıştı geriye.
yazara seslendi kadın:
- lütfen bu defa beni mutlu et, tatmin et. artık açlıktan yorgun ve bitkinim. arayışları bu defalık bir başka hikayeye bırak.
yazar irkildi yalnız ve yazı ile dağılmış odasında. – dikkat; yazar burada odasının dağınıklığından bahsetmemişti sevgili okur!
adam apartman kapısını açarken güzel bulduğu ve deli gibi arzuladığı kadına, itekleme gücü ile şişen pazusuna baktı, erkekliği şöyle bir kıpırdandı. yarım olan özgüven, bu işveli hareketlenme ile tamamlandı. o erkekti, diğeri kadın. o sertti, diğeri yumuşak. birbirini tamamlayan nice kimyasallarla bezeli bir gece, onları beklerdi nimetleriyle.
kadın, ona açılan kapının önünde duran kolun üst kısmındaki şişik sertliği gördü, derinden bir ohhh çekti. biraz güvensizliğin şımarıklığı üzerinden gitmiş, rahatlamıştı. oysa bunu içtiği şarap yapmalıydı.
…
kadın çıplaklığından şimdi daha da bir utandı. oysa iki beden yek olurken bunu duyumsamamıştı. o zaman olmadıysa, şimdi neden oluyordu ki? yoksa, yoksa yine mi o esnada kendisini kandırmaya çalışmıştı! galiba içkinin etkisi geçiyordu. balkabağı tadında bir gece daha onu bekliyordu. şeftali tüylü cinsel bölgesinin sıcaklığını ve kasılıp kendini bırakan hayvani duygularını anımsadı bir öncesi sahnedeki rolünü hatırlayarak. rol?..
yine mi?..
ve kadın bebeksi suratı ile tüm üzgünlüğünü yazara gösterdi. - yazar burada burkuldu. belki de kendi gerçeğini yazıyordu şuursuzca.
erkek, tanrısal bir ego ve güç ile sertleşmiş kamışını bereketli tarlaya daldırabilmenin zaferi ile tatmine ulaşmış, banyoda kendini temizlerken ayna karşısında şişirdiği pazusuna bakarak: “aslanım benim, heyyyttt” dedi.
dili laf yapıyordu ya, en çok da bunu seviyordu. tüm kadınlar onundu, zekasına bereket, bel kemiğine kuvvet!
***
okur burada yazara kızıyor. yazar hayatın erkliğinden dem vuruyor;
okur burada yazarı anlamaya çalışıyor; yazar kadın olup da kadını edilgen yazmanın mahcubiyetini çekiyor;
okur burada en azından hayatın gerçeğini bir parça hayal ile süslesin istiyor; yazar da bunu kadına ihanet olarak göreceğinden “yapamam” demekle yetiniyor...
...
adam, kadını yatağa atmanın yollarında, içinde yaratıcı bulduğunu düşündüğü sözleri özenle seçip kelime kelime kadına sunmaya gayret ediyordu. içinde eminlik ile bocalamak arasında gelip gitmelerle, yarı aptallığını gizleyemediği bu insansal kusurlar onu ne kadarda şirin ve aslında insan göstermekteydi . ve bu noktada ezber bir şeyler yapması gerekmezdi, bundan haberi yoktu; yazık…
kadın gülümsedi, adam rahatladı. kadın rahatladı, adam gülümsedi.
…
apartman ismi kadına hoş geldi. elizabeth apt. no:22.
bir daha aklından çıkmazdı kadının bu adresin en son olan kısmı. diliyordu ki gecede aklında kalırdı böyle güzel. şimdi sırada katları çıkarken sonun başlangıcının öyküsünün yazılması kalmıştı geriye.
yazara seslendi kadın:
- lütfen bu defa beni mutlu et, tatmin et. artık açlıktan yorgun ve bitkinim. arayışları bu defalık bir başka hikayeye bırak.
yazar irkildi yalnız ve yazı ile dağılmış odasında. – dikkat; yazar burada odasının dağınıklığından bahsetmemişti sevgili okur!
adam apartman kapısını açarken güzel bulduğu ve deli gibi arzuladığı kadına, itekleme gücü ile şişen pazusuna baktı, erkekliği şöyle bir kıpırdandı. yarım olan özgüven, bu işveli hareketlenme ile tamamlandı. o erkekti, diğeri kadın. o sertti, diğeri yumuşak. birbirini tamamlayan nice kimyasallarla bezeli bir gece, onları beklerdi nimetleriyle.
kadın, ona açılan kapının önünde duran kolun üst kısmındaki şişik sertliği gördü, derinden bir ohhh çekti. biraz güvensizliğin şımarıklığı üzerinden gitmiş, rahatlamıştı. oysa bunu içtiği şarap yapmalıydı.
…
kadın çıplaklığından şimdi daha da bir utandı. oysa iki beden yek olurken bunu duyumsamamıştı. o zaman olmadıysa, şimdi neden oluyordu ki? yoksa, yoksa yine mi o esnada kendisini kandırmaya çalışmıştı! galiba içkinin etkisi geçiyordu. balkabağı tadında bir gece daha onu bekliyordu. şeftali tüylü cinsel bölgesinin sıcaklığını ve kasılıp kendini bırakan hayvani duygularını anımsadı bir öncesi sahnedeki rolünü hatırlayarak. rol?..
yine mi?..
ve kadın bebeksi suratı ile tüm üzgünlüğünü yazara gösterdi. - yazar burada burkuldu. belki de kendi gerçeğini yazıyordu şuursuzca.
erkek, tanrısal bir ego ve güç ile sertleşmiş kamışını bereketli tarlaya daldırabilmenin zaferi ile tatmine ulaşmış, banyoda kendini temizlerken ayna karşısında şişirdiği pazusuna bakarak: “aslanım benim, heyyyttt” dedi.
dili laf yapıyordu ya, en çok da bunu seviyordu. tüm kadınlar onundu, zekasına bereket, bel kemiğine kuvvet!
***
okur burada yazara kızıyor. yazar hayatın erkliğinden dem vuruyor;
okur burada yazarı anlamaya çalışıyor; yazar kadın olup da kadını edilgen yazmanın mahcubiyetini çekiyor;
okur burada en azından hayatın gerçeğini bir parça hayal ile süslesin istiyor; yazar da bunu kadına ihanet olarak göreceğinden “yapamam” demekle yetiniyor...
...
tanrı’nın meşguliyeti olmadığı zamanlarda heyecan namına bir şeyler yapmak istediği bir günde, derin düşüncelere dalmış. “neler yapabilirim?” diye mırıldanırken, yarattığı varlıklara ve cisimlere bakmış. melekleri, cinleri ve pek tabii ademoğlu varmış.
ahhh, ademoğlu! tanrı’nın en estetik, en güzel, en muazzam kıldığı canlı varlık! adı ‘insan’ olan varlık. düşünebilen varlık. tanrı özene bezene yarattığı bu akıl almaz türün en güzel yanı olarak gerdanını var etmiş. uzun, ince ve oval, kafa ile vücut başlangıçların köprü vazifesini gören ahesteli yer. gören orayı öpmek için, koklamak için neler vermez, ahhh...
ne diyorduk? haaa, evet... tanrı’nın yine canının sıkıldığı günlermiş. bu demek oluyor ki bir yasak daha geliyor. ne yapayım diye düşünürken, ademoğluna cennet bahçesinin en güzel ağaçlarından biri olan ‘elma’yı yasaklamak gelmiş aklına:
- sevgili cebrail, biliyorum seni böyle ufak tefek işler için kullanmıyorum ama, şu an diğer melekler yıllık izin kullanıyorlar, seni çağırayım dedim.
- buyurunuz haşmetlimiz.
- git, adem’e söyle, 7. kat semadaki ışıltılı elma ağacı men edildi kendisine. hiç bir suretle göz değmeyecek, el sürülmeyecek ona. var git ilet kendisine.
- başım, gözüm üstüne.
ve cebrail avare gezinen adem’i bulur:
- ey ademoğlu, bilesinki tanrı namına 7. kattaki ‘elma ağacı’ yasak edilmiştir sana. her ne suretle olursa olsun, her ne hikmetle olursa olsun elini sürer, dahi gözünü değdirirsen bu ağaca, alimallah aforoz edilirsin!
garip adem huylanmış, içinde sorgu ve suale yenik düşmüş:
- ama neden? demiş bir gafletle.
- höössttt! be densiz, sen kim oluyorsun ki tanrı’nın buyruğunu sorguluyor, yanıtını arıyorsun! bilmez misin ki emir demiri keser!
adem çaresiz, üzgün kabul eder. itaat eder.
gel zaman git zaman, tanrı’nın cömertliğinin tuttuğu anlarda kendisine eş olarak yarattığı havva anamız ile cilveleşen adem’in kafasına bir kurt düşmüş. neden? niçin? soruları beynini allak bullak eder olmuş. cennetin en kıdemli elemanı olan şeytan’a konuyu açmaya karar vermiş.
- sevgili alimim, tanrı bana bu meyveyi yasak eyler. oysaki her konuda cömert olan kıymetlimizin bunu yapmasındaki amacını anlayabilmiş değilim.
- bilmelisin ki tanrı çoğu şeyi verir, kimi şeyi de senin almanı bekler. bu yasak, men etme anlamında değildir. tanrı senin istediklerinde ne kadar azimli olduğunu görmek, seni takdir etmek ister. işte bu yüzdendir ki gidip o elmayı almanı, yemeni istemektedir.
adem o şekil düşünür, bu şekil düşünür ve şeytan’ın sözleri cebrail’in kısa ve ucu kapalı olan yanıtlarından çok daha makul gelir. ellerinden öper ve yedinci kat semaya yükselir.
işte oradadır. o muhteşem ağaç tüm ihtişamı ile elmalarını dallarından sarkıtmaktadır. ışıl ışıl, albenisi yakmaktadır içini. koparması için adeta davet ediyordur kendisini. adem içinden teşekkür eder tanrı’ya. ona bunca güzellikleri kim sunardı başka?
dalından elmayı koparır, önce onu izler uzun uzadıya. sonra içine çeke çeke koklar. göz zevkini doyururcasına izler, izler, izler... doyması, bu güzelliği daha çok içinde hissedebilmesi için sanırım ısırması yetecektir. ve bir ısırık, her şeyin talan olduğu andır! bir ısırık elma, ademoğlunun boğazında takılı kalır. öksürür, tıksırır lakin çıkmaz boğazının orta yerinden. o muhteşem gerdan, o izlenilmeye kıyılmayacak kadar güzel gerdanda koca bir çıkık beliriverir. adem korkar, adem panikler, adem yok olur o an.
ve kutsal gün olan cuma gelir. o gün herkes tanrı’ya secde eder, bu işlem bittikten sonra tanrı’nın kutsal eli öpülür ve istirahata çekilirdi iman edenler. en büyük melek olan şeytandan başlayan bu fasıl, adem ile son bulmuştur. ancak son dakikada o güzelim gerdandaki çıkıntı görülür. şeytan keyifli, tanrı üzüntülüdür. çok sevdiği kulunu ve ona yarattığı eşi havva kızını kuralsızlığı yüzünden cennetinden men etmiş, onu yeryüzündeki tüm huzursuzlukların ve kardeş, dost, insan kavgalarının ve kan gölünün içine atmıştır.
ahhh, ademoğlu! tanrı’nın en estetik, en güzel, en muazzam kıldığı canlı varlık! adı ‘insan’ olan varlık. düşünebilen varlık. tanrı özene bezene yarattığı bu akıl almaz türün en güzel yanı olarak gerdanını var etmiş. uzun, ince ve oval, kafa ile vücut başlangıçların köprü vazifesini gören ahesteli yer. gören orayı öpmek için, koklamak için neler vermez, ahhh...
ne diyorduk? haaa, evet... tanrı’nın yine canının sıkıldığı günlermiş. bu demek oluyor ki bir yasak daha geliyor. ne yapayım diye düşünürken, ademoğluna cennet bahçesinin en güzel ağaçlarından biri olan ‘elma’yı yasaklamak gelmiş aklına:
- sevgili cebrail, biliyorum seni böyle ufak tefek işler için kullanmıyorum ama, şu an diğer melekler yıllık izin kullanıyorlar, seni çağırayım dedim.
- buyurunuz haşmetlimiz.
- git, adem’e söyle, 7. kat semadaki ışıltılı elma ağacı men edildi kendisine. hiç bir suretle göz değmeyecek, el sürülmeyecek ona. var git ilet kendisine.
- başım, gözüm üstüne.
ve cebrail avare gezinen adem’i bulur:
- ey ademoğlu, bilesinki tanrı namına 7. kattaki ‘elma ağacı’ yasak edilmiştir sana. her ne suretle olursa olsun, her ne hikmetle olursa olsun elini sürer, dahi gözünü değdirirsen bu ağaca, alimallah aforoz edilirsin!
garip adem huylanmış, içinde sorgu ve suale yenik düşmüş:
- ama neden? demiş bir gafletle.
- höössttt! be densiz, sen kim oluyorsun ki tanrı’nın buyruğunu sorguluyor, yanıtını arıyorsun! bilmez misin ki emir demiri keser!
adem çaresiz, üzgün kabul eder. itaat eder.
gel zaman git zaman, tanrı’nın cömertliğinin tuttuğu anlarda kendisine eş olarak yarattığı havva anamız ile cilveleşen adem’in kafasına bir kurt düşmüş. neden? niçin? soruları beynini allak bullak eder olmuş. cennetin en kıdemli elemanı olan şeytan’a konuyu açmaya karar vermiş.
- sevgili alimim, tanrı bana bu meyveyi yasak eyler. oysaki her konuda cömert olan kıymetlimizin bunu yapmasındaki amacını anlayabilmiş değilim.
- bilmelisin ki tanrı çoğu şeyi verir, kimi şeyi de senin almanı bekler. bu yasak, men etme anlamında değildir. tanrı senin istediklerinde ne kadar azimli olduğunu görmek, seni takdir etmek ister. işte bu yüzdendir ki gidip o elmayı almanı, yemeni istemektedir.
adem o şekil düşünür, bu şekil düşünür ve şeytan’ın sözleri cebrail’in kısa ve ucu kapalı olan yanıtlarından çok daha makul gelir. ellerinden öper ve yedinci kat semaya yükselir.
işte oradadır. o muhteşem ağaç tüm ihtişamı ile elmalarını dallarından sarkıtmaktadır. ışıl ışıl, albenisi yakmaktadır içini. koparması için adeta davet ediyordur kendisini. adem içinden teşekkür eder tanrı’ya. ona bunca güzellikleri kim sunardı başka?
dalından elmayı koparır, önce onu izler uzun uzadıya. sonra içine çeke çeke koklar. göz zevkini doyururcasına izler, izler, izler... doyması, bu güzelliği daha çok içinde hissedebilmesi için sanırım ısırması yetecektir. ve bir ısırık, her şeyin talan olduğu andır! bir ısırık elma, ademoğlunun boğazında takılı kalır. öksürür, tıksırır lakin çıkmaz boğazının orta yerinden. o muhteşem gerdan, o izlenilmeye kıyılmayacak kadar güzel gerdanda koca bir çıkık beliriverir. adem korkar, adem panikler, adem yok olur o an.
ve kutsal gün olan cuma gelir. o gün herkes tanrı’ya secde eder, bu işlem bittikten sonra tanrı’nın kutsal eli öpülür ve istirahata çekilirdi iman edenler. en büyük melek olan şeytandan başlayan bu fasıl, adem ile son bulmuştur. ancak son dakikada o güzelim gerdandaki çıkıntı görülür. şeytan keyifli, tanrı üzüntülüdür. çok sevdiği kulunu ve ona yarattığı eşi havva kızını kuralsızlığı yüzünden cennetinden men etmiş, onu yeryüzündeki tüm huzursuzlukların ve kardeş, dost, insan kavgalarının ve kan gölünün içine atmıştır.
dünya armağan adına ya da tadında bir şey sunacaksa bana, en çok göçmen olmayı istedim, ait olmamayı diledim hep arzularımla, hırslarımla.
bir zaman o tepede, bir başka mevsim o kentte, bir de bakmışım bir dağ evinde, birden bire şehrin en kalabalık istikametinde, merkezinin tam göbeğinde; kâh kırsallıklarda, kâh kalabalıklarda, kaybolmakla ait olamamanın huzursuzluğunda, ille de kendini arayışta, yeniliklere hep yelkenler açmada, yeni insanları ve kültürleri tanımada, üretmeyi bu pervasızlıkta, çoğaltmayı, köklerinin hesabını sormak için yeltendiğimde kendimi anlamsızca paylayıp, ardından kahkahalar atmayı, huzursuz bir ruh ile o diyardan bu diyara koşmayı, bu uğurda yorulmayı, tükenmeyi ve beraberinde üretmeyi çok istedim.
hep bir gıpta vardı kanatları ile yaşayanlara, hep bir derin özlem bu denli özgür olmaya.
ancak öte yandan koşullanmış bir kök salmışlık, tuhaf bir girizgâh aitlik hissi kuşatıyor ayrıca. önümü-arkamı-sağımı-solumu sobe yapıyor acımasızca.
karar zulasını elle yokladığımda, ya biri ya da diğeri diyor tercihler kumkuması.
oysa ne çok isterdim ilahinaye olacak tercihler silsilesini.
gergefe gerilen bir patiska üzerine işlenen o emekler dolusu binlerce işleme taneleri olmayı, her bir parçamın ayrı yere dağılmasını…
yalan söylüyor olabilir mi köklerinin olmadığını iddia eden havva kızları, adem oğulları?
“bir yanım orada, öteki yanım şu yanda” diyen anka kuşları?
öyle ya, varsa bu tarz insan evladı, yeniden doğuyordur küllerinden her seyrüsefer ringlerinde. her aitsizlik, bir başka keşfi getirmekte, her keşif bir başka heyecanı sunmakta bergüzar tadında, her armağan bir başka kapı açmakta hayat yollarına. ve her hayat yolu, yeniden doğmayı, üretmeyi, bünyede kozmopolitliği barındırıyor son tahlilde.
imkânı var mı köksüz kalmaya? cennetin tuba ağacı olmaya? kökleri havada olacak şekilde yaşamaya? her keşifte yeni bir ben bulmaya? her ‘benlik’ buluşlarda hayata daha bir karışmaya, daha bir çoğalmaya?
dünya armağan adına ya da tadında bir şey sunacaksa bana, en çok göçmen olmayı istedim, ait olmamayı diledim hep arzularımla, hırslarımla.
ama hayat tam tersini sundu bana.
köklerim öyle bir yerleşti ki toprağa, ne ben istedim çıkarmayı, ne de hayat öngördü bunu. saplanmışlığı yaşadım çokça.
bir zaman o tepede, bir başka mevsim o kentte, bir de bakmışım bir dağ evinde, birden bire şehrin en kalabalık istikametinde, merkezinin tam göbeğinde; kâh kırsallıklarda, kâh kalabalıklarda, kaybolmakla ait olamamanın huzursuzluğunda, ille de kendini arayışta, yeniliklere hep yelkenler açmada, yeni insanları ve kültürleri tanımada, üretmeyi bu pervasızlıkta, çoğaltmayı, köklerinin hesabını sormak için yeltendiğimde kendimi anlamsızca paylayıp, ardından kahkahalar atmayı, huzursuz bir ruh ile o diyardan bu diyara koşmayı, bu uğurda yorulmayı, tükenmeyi ve beraberinde üretmeyi çok istedim.
hep bir gıpta vardı kanatları ile yaşayanlara, hep bir derin özlem bu denli özgür olmaya.
ancak öte yandan koşullanmış bir kök salmışlık, tuhaf bir girizgâh aitlik hissi kuşatıyor ayrıca. önümü-arkamı-sağımı-solumu sobe yapıyor acımasızca.
karar zulasını elle yokladığımda, ya biri ya da diğeri diyor tercihler kumkuması.
oysa ne çok isterdim ilahinaye olacak tercihler silsilesini.
gergefe gerilen bir patiska üzerine işlenen o emekler dolusu binlerce işleme taneleri olmayı, her bir parçamın ayrı yere dağılmasını…
yalan söylüyor olabilir mi köklerinin olmadığını iddia eden havva kızları, adem oğulları?
“bir yanım orada, öteki yanım şu yanda” diyen anka kuşları?
öyle ya, varsa bu tarz insan evladı, yeniden doğuyordur küllerinden her seyrüsefer ringlerinde. her aitsizlik, bir başka keşfi getirmekte, her keşif bir başka heyecanı sunmakta bergüzar tadında, her armağan bir başka kapı açmakta hayat yollarına. ve her hayat yolu, yeniden doğmayı, üretmeyi, bünyede kozmopolitliği barındırıyor son tahlilde.
imkânı var mı köksüz kalmaya? cennetin tuba ağacı olmaya? kökleri havada olacak şekilde yaşamaya? her keşifte yeni bir ben bulmaya? her ‘benlik’ buluşlarda hayata daha bir karışmaya, daha bir çoğalmaya?
dünya armağan adına ya da tadında bir şey sunacaksa bana, en çok göçmen olmayı istedim, ait olmamayı diledim hep arzularımla, hırslarımla.
ama hayat tam tersini sundu bana.
köklerim öyle bir yerleşti ki toprağa, ne ben istedim çıkarmayı, ne de hayat öngördü bunu. saplanmışlığı yaşadım çokça.
o kadar zordur ki maşuk olmak ve aslında kalabilmek. an olur, kendi huyunuzdan, suyunuzdan birinin çarpıverirsiniz kale kapısına.
engeldir ya bu kapılar açılmaz olursa olsun ne bahasına.
çok istersiniz sevildiğinizi bilmek ama ısrarla itilirsiniz asik konumuna.
illa seven taraf olursunuz, sevilen olmak öteki tarafa yâd olmuştur çokça.
med-cezirler yaşanır, sonuçlar gelmez harcırah düşüncelerde.
size kalan sevdiğinizi bilmektir, derdi daha çok göğüslemektir.
sevildiğini bilen çıkmıştır deli damına, çıtlatmaktadır çekirdeğini umarsızca.
hayat onundur nasıl olsa. keyif onundur ilişkinin en kıdemli senalığında...
haydi size geçmişler ola.
engeldir ya bu kapılar açılmaz olursa olsun ne bahasına.
çok istersiniz sevildiğinizi bilmek ama ısrarla itilirsiniz asik konumuna.
illa seven taraf olursunuz, sevilen olmak öteki tarafa yâd olmuştur çokça.
med-cezirler yaşanır, sonuçlar gelmez harcırah düşüncelerde.
size kalan sevdiğinizi bilmektir, derdi daha çok göğüslemektir.
sevildiğini bilen çıkmıştır deli damına, çıtlatmaktadır çekirdeğini umarsızca.
hayat onundur nasıl olsa. keyif onundur ilişkinin en kıdemli senalığında...
haydi size geçmişler ola.
zemheri soğuk gözleri vardı gecenin. gündüzünün pek bir farkı yoktu ama yine de güneşin umut olma albenisi bir şekilde teselli ediyordu ruhumu.
en çok ayraç koyan ayrılık mı yoksa kentin geri dönüşümsüz ahir ıssızlığımı beni endişelendiriyordu, tayin etmek zor.
bir kenti sevmek, içindekilerini sevmekti, öyle değil mi?
ve o kentteki birinden nefret etmek, kentin kendisine ihanet etmekti, tüm verdiklerini ve sunduklarını görmemek gafleti nedeniyle... yani kentten uzaklaşmak, içten içe soğumaktı en hazin olanı.
oysa gidilen, gidişin ıssız vehametine terk edilen sevgili olandı, kent olan değil. intikam almak kör ediyor ya insan hislerini, bu da böyle bir şeydi, değil mi? insan olmanın acizliğine dair.
ıssız kentçik ankarada ayrılık daha bir ilahinaye gelmekte uzuv ve maneviyatıma.
en çok da buna isyan ama iğdiş bir boyun eğme münhasır şahsıma.
ayrılığın ayracına eklenen özel isim oldun sen ankara...
çok hazin gelmekte, ayrılık ankarada...
ve ben, bir kere daha vuruldum senin yalnızlığına!..
en çok ayraç koyan ayrılık mı yoksa kentin geri dönüşümsüz ahir ıssızlığımı beni endişelendiriyordu, tayin etmek zor.
bir kenti sevmek, içindekilerini sevmekti, öyle değil mi?
ve o kentteki birinden nefret etmek, kentin kendisine ihanet etmekti, tüm verdiklerini ve sunduklarını görmemek gafleti nedeniyle... yani kentten uzaklaşmak, içten içe soğumaktı en hazin olanı.
oysa gidilen, gidişin ıssız vehametine terk edilen sevgili olandı, kent olan değil. intikam almak kör ediyor ya insan hislerini, bu da böyle bir şeydi, değil mi? insan olmanın acizliğine dair.
ıssız kentçik ankarada ayrılık daha bir ilahinaye gelmekte uzuv ve maneviyatıma.
en çok da buna isyan ama iğdiş bir boyun eğme münhasır şahsıma.
ayrılığın ayracına eklenen özel isim oldun sen ankara...
çok hazin gelmekte, ayrılık ankarada...
ve ben, bir kere daha vuruldum senin yalnızlığına!..
aşk alır seni götürür heyecanın dehlizlerine.
arşınlarsın yolları bir şey bulma umudu ile.
sonra kayıp sokaklar keşfedersin kendine.
kaçıncı kat olduğuna dikkat etmeden bir ev tutarsın, içine yerleşirsin.
tasını tarağını yavaşça yerleştirisin.
sonra kendin yerleşirsin usuldan içine, dışına...
aşk kaybeder inceden heyecanını, ezberlemeye başlar her şeyi ama yerine meşki bırakır olgunluk deminde.
arşınladığın heyecanlı yol ve dehlizler, kayıp sokaklar, bilinmez katlı evler ve içlerde barınan aymazlık yerine sokağın adını, apartmanın adını ve kaçıncı katında olduğunu, bilindik sokakları; emin olmayı, güvenmeyi, sevmeyi, sadakati, birbirinizin olmayı telkin eder.
arşınlarsın yolları bir şey bulma umudu ile.
sonra kayıp sokaklar keşfedersin kendine.
kaçıncı kat olduğuna dikkat etmeden bir ev tutarsın, içine yerleşirsin.
tasını tarağını yavaşça yerleştirisin.
sonra kendin yerleşirsin usuldan içine, dışına...
aşk kaybeder inceden heyecanını, ezberlemeye başlar her şeyi ama yerine meşki bırakır olgunluk deminde.
arşınladığın heyecanlı yol ve dehlizler, kayıp sokaklar, bilinmez katlı evler ve içlerde barınan aymazlık yerine sokağın adını, apartmanın adını ve kaçıncı katında olduğunu, bilindik sokakları; emin olmayı, güvenmeyi, sevmeyi, sadakati, birbirinizin olmayı telkin eder.
içe bakan, içte kanayan.
gergef işlemeciliğin sabrı ile cana susayan,
zamandan alan, ömrü palazlayan;
güneşin huzmeli ahengi ile dalga dalga coşan,
coştukça canabakan,
can ile yaşayan…
ne hünerbazsın sen ey ‘günebakan.
gergef işlemeciliğin sabrı ile cana susayan,
zamandan alan, ömrü palazlayan;
güneşin huzmeli ahengi ile dalga dalga coşan,
coştukça canabakan,
can ile yaşayan…
ne hünerbazsın sen ey ‘günebakan.
kimse ahmak değildir, hayal-gezen, hayal-kuran ve hayal kıran olmadığı gibi!
yani kimse hiçbir neden yokken kin tutmaz, nefret bağlamaz yaftalanacak ceper kimliğiyle... canı acıyan bir iç geçirir, eseflenir, incinir, kırılır, aldanır ve belki de kinlenir. bir neden yokken kim incitmek ister aşk yaşadığı ademoğlunu ya da havvakızını?
kin tutmak yeğ midir geçmişin izlerine? ama en çok da rolün öznesine? çok canı acıyanın kanı durur mu? akacak kan başta durur mu? bir de, eskiyi eskide bırakmayıp, onu taze tutana insaf olur mu?
olmaz...
kin bağlar en sakin ve ondan evrilen sakil hisleriniz. durdurulur gibi değil, kontrol altında olacak gibi değil... delişmen ruhunuzla etkiye tepki yapmanız artık size mubah, vicdanınıza da rahatlama adına haktır.
kandırmayalım şimdi kendimizi; kimse masum olan birine kin tutmaz. kimse masum yaşadığı bir şeye husumet biriktirmez. kimse geçmişinin hatırına ve anısına tecavüz etmez; güzel bırakmayı yeğler. dokunulmayan yılan bin yıl yaşar...
yani kimse hiçbir neden yokken kin tutmaz, nefret bağlamaz yaftalanacak ceper kimliğiyle... canı acıyan bir iç geçirir, eseflenir, incinir, kırılır, aldanır ve belki de kinlenir. bir neden yokken kim incitmek ister aşk yaşadığı ademoğlunu ya da havvakızını?
kin tutmak yeğ midir geçmişin izlerine? ama en çok da rolün öznesine? çok canı acıyanın kanı durur mu? akacak kan başta durur mu? bir de, eskiyi eskide bırakmayıp, onu taze tutana insaf olur mu?
olmaz...
kin bağlar en sakin ve ondan evrilen sakil hisleriniz. durdurulur gibi değil, kontrol altında olacak gibi değil... delişmen ruhunuzla etkiye tepki yapmanız artık size mubah, vicdanınıza da rahatlama adına haktır.
kandırmayalım şimdi kendimizi; kimse masum olan birine kin tutmaz. kimse masum yaşadığı bir şeye husumet biriktirmez. kimse geçmişinin hatırına ve anısına tecavüz etmez; güzel bırakmayı yeğler. dokunulmayan yılan bin yıl yaşar...
farz et hiç ayrılmamışız;
boğaza nazır çaylarımızı yudumluyormuşuz ve o boğazın serin havasına rağmen, sıcaklığı ile usulca akıp kaydığı gırtlağımızı yakıyormuş inadına inadına… ve biz baharın verdiği sevişken rehavetle birbirimizin kiraz dudaklarına yumuluyormuşuz.
baharın serin havasına, çayın sıcak hülyasına latifen…
aslında bırakmamış birbirine kenetlenen ellerimiz birbirini, parmak uçlarına varıncaya kadar olan bir bütünlüğü bozmamaya dair.
asılı kalan yeminlere yenilmemişiz de biz, en çok kendimize inancımız ve güvenimizle tutmuşuz biri diğerinin olan ama en az onun kadar ‘benim olan’ ellerimizi…
kandırmamışız yani o müphem olan hisleri.
inadına inadına doğru yolda ilerlemişiz… misaline yani.
farz et ki,
beşiktaş yolundan çıkıp da sarıyer’e kadar boşuna yürüdüğümüzü düşünmemişiz hiç.
o yolları arşınlarken asılında hep geleceğimize, birlikte olacağımız yıllara ilerlediğimizi düşünmüşüz hep. yoksa biz inandıktan sonra kim derdi ki: “onca yolu boşuna kat etmişsiniz, bir yorgunluğun heyulası sarmış sizi evvelinde”, diye.
bana hayran olduğun bir şairin şiirini okuyorsun farz et:
“ şimdi sen kalkıp gidiyorsun.
git.
gözlerin durur mu?
onlar da gidiyorlar.
gitsinler.
oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin…
… "
ve biz farz ediyoruz ki, hiç ayrılmıyoruz. ne sen benim gözlerimsiz kalıyorsun, ne de ben senin boğaz manzaralı, çay sohbetli öpüşlerinin kıtlığını çekiyorum, hayallerinde yaşıyorum.
yalansız bir dünyanın çocukları oluyoruz farz-ı misal seninle ben.
benim çocukluğum mardukda geçiyor, senin gençliğinse kaf dağının çok artlarında… yani o kadar zor bir dönem seninki, o kadar hayal alemli benimki…
bu zıtlığa rağmen kavuşuyormuş bizim gönüller sahra çöllerinde, sulara kavuşturuyormuş uçsuz bucaksız kum tepelerini…
öyle çocukça fantastik, öyle ergence gerçekten uzak işte.
farz et ki hiç ayrılmamışız;
bir çocuk sen yapmışsın benden, bir çocuk da ben yapmışım, çok sevdiğim senden.
ve biz “hümanist dünya” adlı devrime koç gibi iki akl-ı selim yetiştirmişiz düzene isyan eden çok sesli iç sesimizin yansıması ile…
farz et ki hiç ayrılmadık ve etrafımızdaki ayrılıkları anlayamadık bu yüzden.
sevgililerin içlerindeki o çeşni renkliliği ve heyecanı göremedikleri için eseflendik ve çoğu geceler bunları konuştuk uzanmış yatağımızda, ayak baş parmakları birbirine değen iki vücut içinde aslında tek olan biz.
onları birbirinden koparan ne diye sorup da, anlayamamaya güldük uzun uzun kahkalarla…
aslında, güldüğümüz olaydan çok dostlarımızdı da, onları bu durumda düşünme utancını da ikimiz birbirimize hissettirmeme saflığı ile yapıyorduk bunu çokça.
ve farz et ki;
ikimizden biri bu satırları yazarken aslında biz ‘hiç ayrılmış’ olmasaydık. onca deneme-yanılmaları katilce birbirimizde denemeseydik.
sen kaf dağın ardından gelen zor ergenlik dönemi yaşayan kahramanım, bense mardukda yaşayan iyilik perisi bir kız; tüm bu zıtlığa rağmen kaynaşabilen ve birbirini tamamlayan iki sevgili olabilseydik ve belki de kalabilseydik, farz et ki!..
boğaza nazır çaylarımızı yudumluyormuşuz ve o boğazın serin havasına rağmen, sıcaklığı ile usulca akıp kaydığı gırtlağımızı yakıyormuş inadına inadına… ve biz baharın verdiği sevişken rehavetle birbirimizin kiraz dudaklarına yumuluyormuşuz.
baharın serin havasına, çayın sıcak hülyasına latifen…
aslında bırakmamış birbirine kenetlenen ellerimiz birbirini, parmak uçlarına varıncaya kadar olan bir bütünlüğü bozmamaya dair.
asılı kalan yeminlere yenilmemişiz de biz, en çok kendimize inancımız ve güvenimizle tutmuşuz biri diğerinin olan ama en az onun kadar ‘benim olan’ ellerimizi…
kandırmamışız yani o müphem olan hisleri.
inadına inadına doğru yolda ilerlemişiz… misaline yani.
farz et ki,
beşiktaş yolundan çıkıp da sarıyer’e kadar boşuna yürüdüğümüzü düşünmemişiz hiç.
o yolları arşınlarken asılında hep geleceğimize, birlikte olacağımız yıllara ilerlediğimizi düşünmüşüz hep. yoksa biz inandıktan sonra kim derdi ki: “onca yolu boşuna kat etmişsiniz, bir yorgunluğun heyulası sarmış sizi evvelinde”, diye.
bana hayran olduğun bir şairin şiirini okuyorsun farz et:
“ şimdi sen kalkıp gidiyorsun.
git.
gözlerin durur mu?
onlar da gidiyorlar.
gitsinler.
oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin…
… "
ve biz farz ediyoruz ki, hiç ayrılmıyoruz. ne sen benim gözlerimsiz kalıyorsun, ne de ben senin boğaz manzaralı, çay sohbetli öpüşlerinin kıtlığını çekiyorum, hayallerinde yaşıyorum.
yalansız bir dünyanın çocukları oluyoruz farz-ı misal seninle ben.
benim çocukluğum mardukda geçiyor, senin gençliğinse kaf dağının çok artlarında… yani o kadar zor bir dönem seninki, o kadar hayal alemli benimki…
bu zıtlığa rağmen kavuşuyormuş bizim gönüller sahra çöllerinde, sulara kavuşturuyormuş uçsuz bucaksız kum tepelerini…
öyle çocukça fantastik, öyle ergence gerçekten uzak işte.
farz et ki hiç ayrılmamışız;
bir çocuk sen yapmışsın benden, bir çocuk da ben yapmışım, çok sevdiğim senden.
ve biz “hümanist dünya” adlı devrime koç gibi iki akl-ı selim yetiştirmişiz düzene isyan eden çok sesli iç sesimizin yansıması ile…
farz et ki hiç ayrılmadık ve etrafımızdaki ayrılıkları anlayamadık bu yüzden.
sevgililerin içlerindeki o çeşni renkliliği ve heyecanı göremedikleri için eseflendik ve çoğu geceler bunları konuştuk uzanmış yatağımızda, ayak baş parmakları birbirine değen iki vücut içinde aslında tek olan biz.
onları birbirinden koparan ne diye sorup da, anlayamamaya güldük uzun uzun kahkalarla…
aslında, güldüğümüz olaydan çok dostlarımızdı da, onları bu durumda düşünme utancını da ikimiz birbirimize hissettirmeme saflığı ile yapıyorduk bunu çokça.
ve farz et ki;
ikimizden biri bu satırları yazarken aslında biz ‘hiç ayrılmış’ olmasaydık. onca deneme-yanılmaları katilce birbirimizde denemeseydik.
sen kaf dağın ardından gelen zor ergenlik dönemi yaşayan kahramanım, bense mardukda yaşayan iyilik perisi bir kız; tüm bu zıtlığa rağmen kaynaşabilen ve birbirini tamamlayan iki sevgili olabilseydik ve belki de kalabilseydik, farz et ki!..
ilk okulun ilk yılıdır. öğretmen sırasında sessiz sakin, biraz tembel, biraz asosyal, diğer öğrencilerdinden biraz uyumsuz ve tırnaklarının içi pislikle dolmuş aliyi bir gün dayanamaz ve matematik dersinde çarpım tablosundan basit bir soru namına sözlüye kaldırır:
- evetttt; iki kere iki, kaç eder ali?
ali durur, düşünür, şekilden şekile girer, kaş ayrı oynar, göz ayrı oynar, parmaklar vücuttan tamamen bağımsız devinim halindedir. çok gecikmeli ve şaşırtmalı cevap sonunda gelir:
- iki kere iki, beş eder öğretmenim. ama kimine göre üç de olabilir. ama illa ki dört değildir.
sınıf nefesini tutar, öğretmen allak bullak olur...
***
hayatın içinde var olan bizler hayata klişeler, ezberlerle baktığımız sürece çok detay kaçırır, çok yanılsamalı gerçeklere değmeden geçer, kişilerin doğrusunu doğru sayar, özgünlüğümüzü ve dahi özgürlüğümüzü yitirir, birer kopyadan ibaret oluruz. her sorulan sorunun yanıtı, bilinenlerden ya da görünenlerden ibaret değildir.
- evetttt; iki kere iki, kaç eder ali?
ali durur, düşünür, şekilden şekile girer, kaş ayrı oynar, göz ayrı oynar, parmaklar vücuttan tamamen bağımsız devinim halindedir. çok gecikmeli ve şaşırtmalı cevap sonunda gelir:
- iki kere iki, beş eder öğretmenim. ama kimine göre üç de olabilir. ama illa ki dört değildir.
sınıf nefesini tutar, öğretmen allak bullak olur...
***
hayatın içinde var olan bizler hayata klişeler, ezberlerle baktığımız sürece çok detay kaçırır, çok yanılsamalı gerçeklere değmeden geçer, kişilerin doğrusunu doğru sayar, özgünlüğümüzü ve dahi özgürlüğümüzü yitirir, birer kopyadan ibaret oluruz. her sorulan sorunun yanıtı, bilinenlerden ya da görünenlerden ibaret değildir.
i. çat, pat, gümmm...
--------
ii. aahh, oofff, anam anammmm, dur rıfat, gözünün çapağını yiyim vurma yiğidim...
--------
iii. ellerin kırılsın ziya. allah seni taş etsin. verdiğim emekler, uğrunda tükettiğim yıllarım sana haram olsun. allah belanı versin ziyaaa!..
--------
iv. baba nolur yapma, vurma anneme baba! baba duuurr, yalvarırım duuurrr... öhüü ööhhüüüü...
--------
***
evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; cahilliği ile nam salmış ülkelerde, eğitimin kıt olduğu kentlerde, kendini geliştirememiş insanların yaşadığı semtlerde; erkekler egosu ve ezikliğiyle, kadınlar sindiirlmiş silikliği ve hak aramazlığından bihaberliğiyle, yaşar giderlermiş ağlaya, güle....
bu öyle bir yaşamakmış ki; erkekler gün içinde iş hayatlarında yahut sosyal hayatlarında başarısızlıklarının faturalarını evlerinde karılarına ve dahi çocuklarına çıkarır, evdeki kadında kocasının bu hallerinin aymazlığından başına gelenlere ekonomik veya sosyolojik dayatmalar hasebiyle gıkını çıkaramaz, "başa gelen çekilir bacım" kaderciliği ile içine ata ata yaşarmış.
sonrası mı ne olurmuş?
özgüveni eksik toplum, gelecek kuşakların sağlıksız yetişmesi, balta vurulmuş bir eğitim seviyesi, kişisel gelişimin önünün kesilmesi, kadın-erkek ilişkisinin çarpıklıkları ve pek tabii bardak ile dinlenen komşu duvarlarının masalsı hikayelerinin kağıda dökülmesi anam babam...
sonrası iyilik, güzellik be bacım!
--------
ii. aahh, oofff, anam anammmm, dur rıfat, gözünün çapağını yiyim vurma yiğidim...
--------
iii. ellerin kırılsın ziya. allah seni taş etsin. verdiğim emekler, uğrunda tükettiğim yıllarım sana haram olsun. allah belanı versin ziyaaa!..
--------
iv. baba nolur yapma, vurma anneme baba! baba duuurr, yalvarırım duuurrr... öhüü ööhhüüüü...
--------
***
evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; cahilliği ile nam salmış ülkelerde, eğitimin kıt olduğu kentlerde, kendini geliştirememiş insanların yaşadığı semtlerde; erkekler egosu ve ezikliğiyle, kadınlar sindiirlmiş silikliği ve hak aramazlığından bihaberliğiyle, yaşar giderlermiş ağlaya, güle....
bu öyle bir yaşamakmış ki; erkekler gün içinde iş hayatlarında yahut sosyal hayatlarında başarısızlıklarının faturalarını evlerinde karılarına ve dahi çocuklarına çıkarır, evdeki kadında kocasının bu hallerinin aymazlığından başına gelenlere ekonomik veya sosyolojik dayatmalar hasebiyle gıkını çıkaramaz, "başa gelen çekilir bacım" kaderciliği ile içine ata ata yaşarmış.
sonrası mı ne olurmuş?
özgüveni eksik toplum, gelecek kuşakların sağlıksız yetişmesi, balta vurulmuş bir eğitim seviyesi, kişisel gelişimin önünün kesilmesi, kadın-erkek ilişkisinin çarpıklıkları ve pek tabii bardak ile dinlenen komşu duvarlarının masalsı hikayelerinin kağıda dökülmesi anam babam...
sonrası iyilik, güzellik be bacım!
geçirgenlikleri ne gerektiği gibidir, ne çoktur, ne de azdır. kıvamı aslında ölçüsüzlüğünden, çıkarcılığından ve tutarsızlığından alır. ama yine de toplum olarak biz onlara orta halli, yarı iletken demekteyiz.
ne mi yapar bu orta halliler? bu yarı iletkenler? ne yapmazlar ki? bir kere profesyonel hayatın tripotlarıdır. yani şirketin dengeleyici destekleridir. ayak işleri, gammazcı, yönetimin bir numara yalakaları, ezikliklerini maskeleyip ahkam kesen akıl ile yüzeysellik arasındaki mengeneye sıkışmış minik mandaldır bu tip kişiler. mengene öyle bir sıkmıştır ki bunları, ezilip büzüldükleri için şekil şemal kalmamış, o düzensiz görüntüde bir çarpık düzen oluşturup, kendi varlıkları için çirkef yollar ile ayakta kalmaya, hayata dair tutunmaya çalışmaktadırlar. genelde çalışkan ve verimli olanların ayaklarını bu yarı iletken kımıl zararlıları kaydırır.
gündelik hayatın kesimsel tarafında da; bir parça akıl vardır lakin ezbercilikten, kulaktan dolma bilgilerden, beynin yarı iletkenliğinde ne kadarı algıladığı ve anladığı tartışılır gözlem ve tespitten mütevellit hayat kurmaya ve idame ettirmeye çalışır kendi çapında. akılda ara ara serpilmiştir bazı kararlarına ve uygulamalarına ama ekseriya çıkar kokar buram buram. haa, bu çap bazen kendiliğin sınırını aşar, tehlikeli bölgelere sıçrar, işte o zaman civardakiler hapı yutmuştur. hele hele civardakiler orta yolda, kendi seviyesinde değil de iki ayrı uçta ise * *o zaman yıkımlar ya da basitlik kaçınılmaz olur. zeka tarafındakiler zaten kaçacak delik ararlar, muhatap olmazlar çokca, kendi kabuklarına sığınırlar; hezeyan dolu cahillik ile yarı iletkenlerin çatışması olur en gerçeği; ki günümüzde sıkça rastlanan budur, biri bir şekilde şansında yardımı ile zaferi ele alır!
efendim türkiyede sıkça görürsünüz bu yari iletkenleri. otobüste yanınızda oturur, apartmanda sağ ya da üst ya da alt katınızda ikamet ediyordur, iş yerinizde çapraz masanızda iş arkadaşınızdır, ^toplumsal eylemlerde yanınızda bulunan yoldaştır, * markette beraber gazete aldığınız kişidir, minibüste parayı uzattığınız şöfordür, haydi ileriye gidelim; hayatınızın her cm karesini bilen yakın dostunuzdur, vs, vs... her yerde olabilir bu geçirgen sorunlular.
yarım da olsa iletkenliklerini yazıktır ki doğru yere isabetlice aktaramazlar. öylece donuverir, donuk oldukları gibi. hep alırlar, vermesini bir türlü bilemezler. adları gibi verdikleri de yarımdır, o da zaten çıkar doludur vesselam!..
ne mi yapar bu orta halliler? bu yarı iletkenler? ne yapmazlar ki? bir kere profesyonel hayatın tripotlarıdır. yani şirketin dengeleyici destekleridir. ayak işleri, gammazcı, yönetimin bir numara yalakaları, ezikliklerini maskeleyip ahkam kesen akıl ile yüzeysellik arasındaki mengeneye sıkışmış minik mandaldır bu tip kişiler. mengene öyle bir sıkmıştır ki bunları, ezilip büzüldükleri için şekil şemal kalmamış, o düzensiz görüntüde bir çarpık düzen oluşturup, kendi varlıkları için çirkef yollar ile ayakta kalmaya, hayata dair tutunmaya çalışmaktadırlar. genelde çalışkan ve verimli olanların ayaklarını bu yarı iletken kımıl zararlıları kaydırır.
gündelik hayatın kesimsel tarafında da; bir parça akıl vardır lakin ezbercilikten, kulaktan dolma bilgilerden, beynin yarı iletkenliğinde ne kadarı algıladığı ve anladığı tartışılır gözlem ve tespitten mütevellit hayat kurmaya ve idame ettirmeye çalışır kendi çapında. akılda ara ara serpilmiştir bazı kararlarına ve uygulamalarına ama ekseriya çıkar kokar buram buram. haa, bu çap bazen kendiliğin sınırını aşar, tehlikeli bölgelere sıçrar, işte o zaman civardakiler hapı yutmuştur. hele hele civardakiler orta yolda, kendi seviyesinde değil de iki ayrı uçta ise * *o zaman yıkımlar ya da basitlik kaçınılmaz olur. zeka tarafındakiler zaten kaçacak delik ararlar, muhatap olmazlar çokca, kendi kabuklarına sığınırlar; hezeyan dolu cahillik ile yarı iletkenlerin çatışması olur en gerçeği; ki günümüzde sıkça rastlanan budur, biri bir şekilde şansında yardımı ile zaferi ele alır!
efendim türkiyede sıkça görürsünüz bu yari iletkenleri. otobüste yanınızda oturur, apartmanda sağ ya da üst ya da alt katınızda ikamet ediyordur, iş yerinizde çapraz masanızda iş arkadaşınızdır, ^toplumsal eylemlerde yanınızda bulunan yoldaştır, * markette beraber gazete aldığınız kişidir, minibüste parayı uzattığınız şöfordür, haydi ileriye gidelim; hayatınızın her cm karesini bilen yakın dostunuzdur, vs, vs... her yerde olabilir bu geçirgen sorunlular.
yarım da olsa iletkenliklerini yazıktır ki doğru yere isabetlice aktaramazlar. öylece donuverir, donuk oldukları gibi. hep alırlar, vermesini bir türlü bilemezler. adları gibi verdikleri de yarımdır, o da zaten çıkar doludur vesselam!..
bana nasıl deli olduğumu sordun. işte böyle oldu: tanrılar doğmadan çok önce bir gün, derin bir uykudan uyandım ve bütün maskelerimin çalındığını anladım -- yedi yaşamımda şekil verdiğim ve giydiğim yedi tane maske; kalabalık sokaklarda maskesiz koşup bağırmaya başladım,
“hırsızlar, hırsızlar, lanet olası hırsızlar.”
erkekler ve kadınlar bana güldüler ve bazıları benden korkup evlerine kaçtılar.
ve pazar yerine ulaştığım zaman, bir evin-üstünde dikilen genç bir adam bağırdı, “bu adam delinin biri.”
onu görmek için yukarı baktım; ilk defa olarak güneş benim kendi çıplak yüzümü öptü ve ruhum sevgiyle kabardı güneş için, ve maskelerimi artık istemedim. ve sanki kendimden geçmiş gibi bağırdım, “mübarektir, mübarektir hırsızlar, benim maskelerimi çalan.”
işte ben böyle deli oldum.
ve deliliğimde hem özgürlük hem de güvenlik buldum; yalnız olmaktan gelen özgürlük ve anlaşılmaktan gelen güvenlik, çünkü bizi anlayanlar içimizde bir şeyi tutsak alırlar. fakat bırakın fazla gururlanmayayım güvenliğimle. hapiste bir hırsızın bile korkusu yoktur başka bir hırsızdan.
(bkz: halil cibran )
ve:
(bkz: #780080 )
“hırsızlar, hırsızlar, lanet olası hırsızlar.”
erkekler ve kadınlar bana güldüler ve bazıları benden korkup evlerine kaçtılar.
ve pazar yerine ulaştığım zaman, bir evin-üstünde dikilen genç bir adam bağırdı, “bu adam delinin biri.”
onu görmek için yukarı baktım; ilk defa olarak güneş benim kendi çıplak yüzümü öptü ve ruhum sevgiyle kabardı güneş için, ve maskelerimi artık istemedim. ve sanki kendimden geçmiş gibi bağırdım, “mübarektir, mübarektir hırsızlar, benim maskelerimi çalan.”
işte ben böyle deli oldum.
ve deliliğimde hem özgürlük hem de güvenlik buldum; yalnız olmaktan gelen özgürlük ve anlaşılmaktan gelen güvenlik, çünkü bizi anlayanlar içimizde bir şeyi tutsak alırlar. fakat bırakın fazla gururlanmayayım güvenliğimle. hapiste bir hırsızın bile korkusu yoktur başka bir hırsızdan.
(bkz: halil cibran )
ve:
(bkz: #780080 )
ı
ailemleydim. kapı öylesine birden bire vuruldu; tekleyen ritimlerle değil ha, öyle kırılırcasına vuruldu. “ hayırdır inşallah” dedik, kapıya önce ben ardımdan da meraklı annem yöneliverdi. hepimizin o ana kadar olan neşesi bir urgan ipi ile duvarlara, boynu bükük görüntülerine nazaran asılıverdi. suratlarımızdaki asılı kalan neşenin son kırıntıları da havada asılı kaldığından, urgan ipine boncuk gibi dizilenlerden oldu zağar. olsundu bizim için; nasıl olsa o kapı önündeki evimizi yıkarcasına tıklayan el ve dahi usun meramını dinleyecektik, kapı kapandığında da urganda boncuk boncuk dizili duran neşemizi pare pare alıp ait oldukları yere dizecektik. yani biz neşeli aileyiz, onu deyiveriyorum aslında kıssadan hisse. gerçi anlatı uzun oldu ama, idare ediverin gayri.
kapıyı açtım. arkamda annem benden kısa boylu olduğu için parmaklarının uçlarında yükselmeye, arada bir hoplaya zıplaya da önümdeki kişiyi görmeye meylediyordu. bazen kızardım anneme; aklı olmadık yerde tekliyor diye. bree kadın, madem merak eyledin, sokul yanıma, bakıver sen de, kapıdaki gizemliye.
uzun ama ince, güçlü ama narin, iradeli ama düşünceli, hassas ama kararlı bir karaltı vardı önümde. nedenini bilmeyen bir korku çörekleniverdi içime. altıncı his mi derlerdi bilincinle ve bilinçaltınla anladıklarının kuvvetine? evet, evet.. ondan derlerdi, hatırladım şimdi bu içsel hengamede.
kapkara gözleri vardı. sokak kapısını, mahallemizi, kasabamızı, ilçemizi ve hatta kentimizi kaplayan geceden daha bir kara, daha bir derin, daha bir manidar ve daha bir soğuktu. malumunuz, ocak ayı soğuk olur mevsim itibariyle.
soramadım sormam gerekeni. oysa hafıza iyidir bende. “ ne istemiştiniz?” ya da “ kimsiniz?” yahut “ ne var?” diyemedim ezberimdeki repliklerden… seçemedim belki de hangisini dillendirmem gerektiğini. ya da belki de korktum, bu gece gözlü, gece ruhlu adamın hangi haberi getirdiğini bildiğimden!
annem sonunda aklını kullanmaya karar verdi de çekiştirdi beni yan tarafına. ezberindeki o unutmayacağı repliklerden birini kullanıverdi pervasızca. o an soğukkanlılığına hayran mı olmalıydım yoksa hafızanın zaten sığ olan tarafından hiç unutulmayacak olanı çıkarıp dillendirdiğini mi hatırıma getirmeliydim, karar veremedim doğrusu.
bir titreme geldi bana en soğuğundan, en zemherisinden. bacaklarımda mecal kalmadığını hissettiğim en son hatırım oldu. gerisini ben de bilmiyorum…
bildiğim, urgan ipinde dizili olan neşeler bir daha yerine gelmedi, koyulmadı.
***
ıı
kapı vurulduğunda hepimizin suratındaki gülümseme asılı kaldı tabii. kıza seslendim, “ git kapıyı aç” diye. ufladı, pufladı; ben de ayağa kalkıp payladım. aynı anda kapıya yeltendik, baktım açacak, ben birkaç adım ötede durdum.
karşımda cüsselimi cüsseli, kararlı mı kararlı, yakışıklı mı yakışıklı yağız bir delikanlı. hani evli olmasam gönül vereceğim cinsten, o kadar yani!.. şaka canım, şaka! dünya ahiret kardeşim olsun kendisi. size anlatmak istedim ne kadar güzel olduğunu.
kendi gibi billur sesi ile akşamımızın güzel olmasını söyledi. ayol pek de kibar ve inceymiş. sevdim bu delikanlıyı. istese, verecektim bizim kızı; o derece yani. gerçi zati verili de, latife yapayım bu tatsız hadisenin üzerine dedim… dedi ya, “ akşamınız güzel olsun” oldu ya, ona şaştım birden. neyse, “buyur” dedik kendisine. anlat hele, ne oldu gecenin bir vakti diye.
önce yamanca bir bakış attı bizim kıza, sonra bir bir döküverdi cebindeki taşları. sormaz olaydım sorumu, almaz olaydım yanıtı.
en son hatırladığım evimizin direği, kalbimin eri, çocuklarımın babasının beni kapının önünden yana savurması idi.
***
ııı
güzeller güzeli adam yakıştırmaları bana pek yumuşakça yani kadınlığa meyletmiş oğlanca gelirdi. zira bu erkek adamı, güzel adamı görünceye kadar. kendisi kadar güzel olmayan getirdiği habere mi yansaydım, yoksa o an kendisini yok etmek bana farz olan kızımı tüketeceğime mi?
biz küçük kasabada yaşarız anam babam. burada töreler konuşur, namus konuşur. ben de evimin eri olarak hamımın ve kızlarımının namusundan sorumluyum zahir. ne için yaşıyoruz be kardeşim? elbet ya, elbet onun için; “namus” için. iki dudak arasından çıkacak kadar kısa ömürlü, beyinlerde ölünceye dek yer edecek kadar uzun ömürlü ve yiyip bitirici, tüketici…
karşımda duran adamı tanıtmalıydım evvela, haklısınız. haberin üzüntüsünden ne yapacağımı şaşırdım. kızım aliye’nin nişanlısı. yakında düğünleri vardı. vardı diyorum, artık yok. kızım kirletmiş kendisini. hem de sevdiği adamla. hangisine yanayım şimdi? kızımın kirlendiğine mi? kızımın bir başkasını sevdiğine mi? bakmayın, kırsal yerler için ben hayli ileri düşünceliyim. gördünüz işte siz de; kızım için üzülüyorum. namusumu sonra düşünüyorum.
ama bırakmazlar bizi rahat anam babam. illa da isterler namus temizlensin.
efendim? kızımın sevdiği adamla evlendirelim, olsun bitsin mi? haydi canım, haydi, git işine gücüne.. sokma akıl verme bana sokuşturmalarınla!.. adam erkek gibi erkek olsa kirletir miydi kızımı? haydi bir cahillik yaptılar, peki ya tadına vardıktan sonra bırakıp gider miydi benim kınalı kuzumu?
içime ateş düştü a dostlar! yerde baygın uzanan kızım. melek yüzlüm. dünün çocuğu, bugünün genç kızı, az öncenin zavallı kadını. – “ namusu temizle ağa! iffetimi kurtar” diyor beriki yağız delikanlı. haklı kardeşim. haklı.. bizim buraların yasası, tasası bu.
ahh içim, ahh kalbim. ne diyem ben şimdi sana ahh beynim? ahh fikirlerim! ahh inançlarım!
***
ıv
sabah hiç de güzel ve huzurlu uyanamadım. kirlendiğimi öğrendi anam, babam ve yedi cihan. biliyordum, keseceklerdi biletimi. şimdi içimdeki korku ölmek değil de, ihanete uğramamın acısı ve ölünce cennete mi cehenneme mi gideceğimin kaygısı. çaresizlik bu demek ki.
...
babam arkamdan sıktı beynime kurşunu. acımadı, yemin olsun ki acımadı; kalbim birisine tutulup kendimi ona verdiğim ve yüz üstü bırakıldığım kadar acımadı. annemin bedduaları ve söylemleri kadar yakmadı içimi. babamın çaresizliği ve insanlığının sıcaklığı kadar işlemdi içimin tüm hücrelerine, hislerimin en derinlerine. kızmadım da bu pala bıyıklı, idam bakışlı adama. içini bilirdim onun, aslında ne kadar da merhametli olduğunu.
ben yandım, dilerim sevgisi için daha niceleri töre kurbanına gitmez dedim son nefesimde.
ey tanrım, cennetinde, benim gibi sevgiye aç olanlara yer var mı?
memleketimin benzer hikayelerinin benzer bitişi.
yani,
son .
tanrı yaklaşıyordu; ve tanrı kayboluyordu.
her eğik düzlemde bir doğru açı önüne çıkıveriyor, meyillik istediği noktaya gelebiliyordu. lakin her doğru düzlemde de yer yarılıyor, meyillik derin çatlaklarla istenilen noktaya ulaşılmaz gedikler açıyordu. bir kısırdöngünün baş döndürme mecralarını sunuyordu bir kez daha arsız içsel muhakemelerle…
ses fısıldıyordu ve yol gösteriyordu; ve ses uzaklaşıyor, yön kayboluyordu.
her sessizlik içinde bir çığlık barındırıyordu ve aslında çokça bu karmaşanın rutinini arıyordu. arıyordu ki, çıkmaz sokaklarını sapa da olsa bir yola taliye etmek istiyordu. içinden çıkılmaz durumlarda ruhunu bedenine esrik hallerle esir etmek istemiyordu. tinsel bir davanın mahkemesini açmaya ne sesi ne de gücü yetmiyordu.
işin aslı, tözle kavrulmuş bir ruhun bedenine sahip olmasıydı...
duygular kabarıyordu, ve ruh şahlanıyordu; duygular alabora oluyor ve şişkin olan tüm cinsel uzuvlar durağanlığa boyun eğiyordu bastırılmışlıkla.
evrenle bütünleşmek istenildiğinde çokça cepkenler karıştırılıyordu duyguluğun yoksunluğundan çatlak olmuş ellerle. ruh kokmuş, çürümüş ve her yanını saran yosunun sarmallığına boyun eğmemiş, canlı kalan yaşam hücresine canhıraş bir nefeslilikle hayat kazandırıyordu hâlâ. nesnelliği atmış bir kenara…
nefes alınıyordu; ve nefes veriliyordu.
bir yerde başlayan hayat, bir noktada tarumar oluveriyordu. ama her var oluşun ardından yok oluş, masal tadında anka kuşu misali yeniden küllerinden, bambaşka hallerle doğuyordu. doğum içinde saklı kalan ölüm hakkı kendisini hem unutturuyor hem de izbe bir yalnızlığın bastırılmış kışkırtıcılığı ile ara ara kendisini yoklattırıyordu bilincin damar damar yol alan yollarına…
...
her eğik düzlemde bir doğru açı önüne çıkıveriyor, meyillik istediği noktaya gelebiliyordu. lakin her doğru düzlemde de yer yarılıyor, meyillik derin çatlaklarla istenilen noktaya ulaşılmaz gedikler açıyordu. bir kısırdöngünün baş döndürme mecralarını sunuyordu bir kez daha arsız içsel muhakemelerle…
ses fısıldıyordu ve yol gösteriyordu; ve ses uzaklaşıyor, yön kayboluyordu.
her sessizlik içinde bir çığlık barındırıyordu ve aslında çokça bu karmaşanın rutinini arıyordu. arıyordu ki, çıkmaz sokaklarını sapa da olsa bir yola taliye etmek istiyordu. içinden çıkılmaz durumlarda ruhunu bedenine esrik hallerle esir etmek istemiyordu. tinsel bir davanın mahkemesini açmaya ne sesi ne de gücü yetmiyordu.
işin aslı, tözle kavrulmuş bir ruhun bedenine sahip olmasıydı...
duygular kabarıyordu, ve ruh şahlanıyordu; duygular alabora oluyor ve şişkin olan tüm cinsel uzuvlar durağanlığa boyun eğiyordu bastırılmışlıkla.
evrenle bütünleşmek istenildiğinde çokça cepkenler karıştırılıyordu duyguluğun yoksunluğundan çatlak olmuş ellerle. ruh kokmuş, çürümüş ve her yanını saran yosunun sarmallığına boyun eğmemiş, canlı kalan yaşam hücresine canhıraş bir nefeslilikle hayat kazandırıyordu hâlâ. nesnelliği atmış bir kenara…
nefes alınıyordu; ve nefes veriliyordu.
bir yerde başlayan hayat, bir noktada tarumar oluveriyordu. ama her var oluşun ardından yok oluş, masal tadında anka kuşu misali yeniden küllerinden, bambaşka hallerle doğuyordu. doğum içinde saklı kalan ölüm hakkı kendisini hem unutturuyor hem de izbe bir yalnızlığın bastırılmış kışkırtıcılığı ile ara ara kendisini yoklattırıyordu bilincin damar damar yol alan yollarına…
...
ben cebime sakladım.
ben kalbime.
ben daha çok yatağın altını tekin buldum.
yastığım altına zulaladım.
beynimin en ücra yerlerinde muhafaza ediyorum.
hiç birimiz masum değiliz. hepimizin sakladıkları var, sokuşturduğumuz bir yerlere. gediklerini kapatamadığımız, hesabını düremediğimiz, hesaplaşıp bitiremediğimiz, didik didik edileni bir türlü bütünleyemediğimiz; hepimizin var rahatsızlıkları. kimimizin kıskançlıklarında, kimimizin aşklarında, daha tehlikelileri uslarda, aransa dahi bulunmayacak olanda; kimimizin zahmetlerinde, berikimizin emeklerinde ama illa cepkenlerimizde, kuytularımızda, som yalnızlığımızda, çığlıklarımızın ıssızlığında, mutlaka bir taraflarda, duygularda, ahımızda, içimizde, dışımızda, insan yanımızda, bizim tarafımızda, beriki tarafa kaykılanda...
söyleyemediklerimiz var kana kana,
ağlayamadıklarımız hıçkıra hıçkıra,
arkamıza bir türlü dönemediklerimiz,
kaybetmeyi göze alamadıklarımız var en nadidesinden!
müstehzi geçmişleri var belki de; belki de en ince işlemelerin yapıldığı gergeflerin işçiliği deminde sabırları, geceliği-gündüzlüğü; kimine göre de laf-ü güzaflığı var serde. ama illa da saklananın sahibi için kıymeti, kıymetliği, beklediği, duyulmasını istediği saygınlığı var çokça, insanca…
derinlere inmeye korktuğumuz, şeffaf tarafı görmek istemediğimiz şu yüzeysel hayatta, kimliklerimizin saklandığı kadar da gizleri var içimizin, hislerimizin, duygularımızın; sakladım bir yere, bulabilene aşk olsun tadında.
demesin kimse şeytana tapınma, herkesin bir mahremi var kuytuluğunda.
derine inmeye çalıştığımız zamanlarda, kaşıkçı elmasını korur gibi koruruz onu da. ne pahasına olursa olsun, gün yüzüne çıkarmayı bekleriz bir anaçlıkla, sabırla.
paylaşmak deriz çokça buna. ama illa saklananın da bir tarafını sunarız yarlık eden insanoğluna.
kandırmasın kimse kendisini. hepimizin gizi var, gizlilik çukurunda.
kanını akıttık kutsal olana kurban mahremiyetinde, toprağı üzerine serptik.
ayin günlerinde başına gelip, bir iki dua ya da tapınma ile kutsadık dimağımızdaki tadıyla.
hepimizin içinde saklı olana secde ettik, çiğ bir tapınmayla.
kimse masum değil, masumiyetindeki günahıyla.
hepimizin gizleri var,
asude bir hayat paspasının altında sakladıklarıyla…
ben aşkımı tuttum içimde, saydım ona kadar.
ben kinimi tuttum kalbimde.
ben paranın şifresini sakladım usumda.
ben ebeveynlerime nefretimi suladım kurgularımda.
ben arzularımı tutsak ettim gözlerimde.
ben başarısızlıklarımı maskeledim sözlerimde.
ben çaresizliğimi ört bas ettim içki sofralarında…
hepimizin sakındığı yalınlıkta, karmaşa kucakladı bizi dostça. karmaşasında, unufak olduk sakladıklarımızla. saplı kaldık sırlarımızda.
...
ben kalbime.
ben daha çok yatağın altını tekin buldum.
yastığım altına zulaladım.
beynimin en ücra yerlerinde muhafaza ediyorum.
hiç birimiz masum değiliz. hepimizin sakladıkları var, sokuşturduğumuz bir yerlere. gediklerini kapatamadığımız, hesabını düremediğimiz, hesaplaşıp bitiremediğimiz, didik didik edileni bir türlü bütünleyemediğimiz; hepimizin var rahatsızlıkları. kimimizin kıskançlıklarında, kimimizin aşklarında, daha tehlikelileri uslarda, aransa dahi bulunmayacak olanda; kimimizin zahmetlerinde, berikimizin emeklerinde ama illa cepkenlerimizde, kuytularımızda, som yalnızlığımızda, çığlıklarımızın ıssızlığında, mutlaka bir taraflarda, duygularda, ahımızda, içimizde, dışımızda, insan yanımızda, bizim tarafımızda, beriki tarafa kaykılanda...
söyleyemediklerimiz var kana kana,
ağlayamadıklarımız hıçkıra hıçkıra,
arkamıza bir türlü dönemediklerimiz,
kaybetmeyi göze alamadıklarımız var en nadidesinden!
müstehzi geçmişleri var belki de; belki de en ince işlemelerin yapıldığı gergeflerin işçiliği deminde sabırları, geceliği-gündüzlüğü; kimine göre de laf-ü güzaflığı var serde. ama illa da saklananın sahibi için kıymeti, kıymetliği, beklediği, duyulmasını istediği saygınlığı var çokça, insanca…
derinlere inmeye korktuğumuz, şeffaf tarafı görmek istemediğimiz şu yüzeysel hayatta, kimliklerimizin saklandığı kadar da gizleri var içimizin, hislerimizin, duygularımızın; sakladım bir yere, bulabilene aşk olsun tadında.
demesin kimse şeytana tapınma, herkesin bir mahremi var kuytuluğunda.
derine inmeye çalıştığımız zamanlarda, kaşıkçı elmasını korur gibi koruruz onu da. ne pahasına olursa olsun, gün yüzüne çıkarmayı bekleriz bir anaçlıkla, sabırla.
paylaşmak deriz çokça buna. ama illa saklananın da bir tarafını sunarız yarlık eden insanoğluna.
kandırmasın kimse kendisini. hepimizin gizi var, gizlilik çukurunda.
kanını akıttık kutsal olana kurban mahremiyetinde, toprağı üzerine serptik.
ayin günlerinde başına gelip, bir iki dua ya da tapınma ile kutsadık dimağımızdaki tadıyla.
hepimizin içinde saklı olana secde ettik, çiğ bir tapınmayla.
kimse masum değil, masumiyetindeki günahıyla.
hepimizin gizleri var,
asude bir hayat paspasının altında sakladıklarıyla…
ben aşkımı tuttum içimde, saydım ona kadar.
ben kinimi tuttum kalbimde.
ben paranın şifresini sakladım usumda.
ben ebeveynlerime nefretimi suladım kurgularımda.
ben arzularımı tutsak ettim gözlerimde.
ben başarısızlıklarımı maskeledim sözlerimde.
ben çaresizliğimi ört bas ettim içki sofralarında…
hepimizin sakındığı yalınlıkta, karmaşa kucakladı bizi dostça. karmaşasında, unufak olduk sakladıklarımızla. saplı kaldık sırlarımızda.
...
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?