içe bakan, içte kanayan.
gergef işlemeciliğin sabrı ile cana susayan,
zamandan alan, ömrü palazlayan;
güneşin huzmeli ahengi ile dalga dalga coşan,
coştukça canabakan,
can ile yaşayan…
ne hünerbazsın sen ey ‘günebakan.
annemin yüzü suyu hürmetine,
söyle bana kanaviçe:
gergefin hüküm geçer çeper asiliğini mi severdin,
yoksa renklerin asiliğindeki çocuk özgürlüğünü mü?
bana hiç bakma,
ben annemin sana tel tel işlediği gençlik yıllarını,
boncuk boncuk akıttığı terlerini biledim çocuk gözlerimde,
oyun hislerimde.
sen de vuruldun bir gergefle,
üç beş kırık renk cümbüşüne…
söyle bana kanaviçe:
gergefin hüküm geçer çeper asiliğini mi severdin,
yoksa renklerin asiliğindeki çocuk özgürlüğünü mü?
bana hiç bakma,
ben annemin sana tel tel işlediği gençlik yıllarını,
boncuk boncuk akıttığı terlerini biledim çocuk gözlerimde,
oyun hislerimde.
sen de vuruldun bir gergefle,
üç beş kırık renk cümbüşüne…
hiç samimi gelmiyorsun şu an bana; elma ağacındaki elma kurdu misali önce elmaların içini ardından da ağacın güçlü gövdesini kemirmek tek meselen, yaşama hevan; gücüne güç katıp, ona tapınman.
sorgusuz sualsiz yaşaman belki de beni deli eden, ya da bunun ardına gizlenmen, gizlerinde oyun oynayan çocuk saflığınla.
cepkeninin içinde cepken, içinde tükürük kokan küfürler; ağzının ayarı yok ki, kalbine ondan yansıyanları var sen düşün. samimiyeti arıyorsun da, neden samimi olamıyorsun diye sormak isterim sana tüm densizliğim ve küçümsememle. bildin, aşağılanmak yüceltiyor seni. belki de sen öyle sanıyorsun.
bir şair olmalı savruk tarafı ile ya da bir romancı, en hüzünbaz hilekârlığıyla. hayatta herkesi kandırabileceğinin kolaycılığına kaçınmışsın, farkında mısın bunun? sandığından daha şeffafsın, kaçtıkça ya da aslında saklanmadığını düşündükçe daha da bir çamura bulanan.
zorlama; her kelime, parçalanıp yok olan parçalarını sarıp sarmalamaz iyi eder şifasıyla.
hayatı yuttun sanıyorsun değil mi? derinindeki acı çoklarında yok hem de. ha-ha-ha; bu aymaz delilik, kendi uçurumuna mahkûm eder cinsten üstelik! kelimelerle inşa ettin kurmaca sanatının yaşam pınarını. peki ya, hani senin hayatın? bana sakın hiç-lik deme, hiç ederim seni oracıkta!
sana bugün erdemimi bahşediyorum, ve seni affediyorum. özgür ol, özgür kal bu defalık; kendi inisiyatifinle değil, benim özgür ve olgun irademle.
bağışlandın çocuğum, şimdi tanrına küfürleri yeniden pervasızca savurabilirsin!
ve ben de dahil olmak üzere, hepimizi kandırabilirsin…
...
- yazmak işinin ucundan kıyından tutunanlara ithaf -
sorgusuz sualsiz yaşaman belki de beni deli eden, ya da bunun ardına gizlenmen, gizlerinde oyun oynayan çocuk saflığınla.
cepkeninin içinde cepken, içinde tükürük kokan küfürler; ağzının ayarı yok ki, kalbine ondan yansıyanları var sen düşün. samimiyeti arıyorsun da, neden samimi olamıyorsun diye sormak isterim sana tüm densizliğim ve küçümsememle. bildin, aşağılanmak yüceltiyor seni. belki de sen öyle sanıyorsun.
bir şair olmalı savruk tarafı ile ya da bir romancı, en hüzünbaz hilekârlığıyla. hayatta herkesi kandırabileceğinin kolaycılığına kaçınmışsın, farkında mısın bunun? sandığından daha şeffafsın, kaçtıkça ya da aslında saklanmadığını düşündükçe daha da bir çamura bulanan.
zorlama; her kelime, parçalanıp yok olan parçalarını sarıp sarmalamaz iyi eder şifasıyla.
hayatı yuttun sanıyorsun değil mi? derinindeki acı çoklarında yok hem de. ha-ha-ha; bu aymaz delilik, kendi uçurumuna mahkûm eder cinsten üstelik! kelimelerle inşa ettin kurmaca sanatının yaşam pınarını. peki ya, hani senin hayatın? bana sakın hiç-lik deme, hiç ederim seni oracıkta!
sana bugün erdemimi bahşediyorum, ve seni affediyorum. özgür ol, özgür kal bu defalık; kendi inisiyatifinle değil, benim özgür ve olgun irademle.
bağışlandın çocuğum, şimdi tanrına küfürleri yeniden pervasızca savurabilirsin!
ve ben de dahil olmak üzere, hepimizi kandırabilirsin…
...
- yazmak işinin ucundan kıyından tutunanlara ithaf -
farklı olmaya çalışmaktan çok özgün olmaya, keskin olmaktan çok kararlı/tutarlı olmaya, kurumsal olmaktan öte aile gibi kalmaya gayret gösteren yazarların-yönetimin-adminin olduğu bir interaktif ortam.
kaşif’in ilk sözlük yuvasıdır, her şey gitse de onun baki kalacağı aşikârdır.
gerçekten içinde keşfedilecek, hayranlık duyulacak nice kıymetli kalem sahiplerini barındırır. özgünlüğü ve birikimi ile paylaşımı çoğaltacak nice kişileri…
kaşif’in ilk sözlük yuvasıdır, her şey gitse de onun baki kalacağı aşikârdır.
gerçekten içinde keşfedilecek, hayranlık duyulacak nice kıymetli kalem sahiplerini barındırır. özgünlüğü ve birikimi ile paylaşımı çoğaltacak nice kişileri…
günah keçileri istiyorum. hepsini masumiyetin bedeline tek tek kurban etmek istiyorum sadist zevkin doruklarınca. içinde insanlığımın en ufak acıması olmasın diye de ruhumu asıyorum aşağılık bir fahişenin bedeninin tam ortasına.
boynuma yaftalanan her bir iyilik hallerini yağlı urgana dizip, ince deliklerinden kanatırcasına zorlayarak tek tek dizili şekilde meydanda sallandırmak istiyorum; ölümünü ölümsüzleştirip, ruhunu iyi gösteren katil ruhları kutsamak istiyorum. bu şekilde hepsine özgürlüğünü adamak istiyorum en bilgiç insan sevdamla!
küfürler etmek istiyorum; cici ve edepli gösterilen yanımın bedelini, etlerinden parçaları lime lime keserek, ahdetmek istiyorum, onları mahşere taşıyacağıma dair. her yalvarış çığlıklarına birer zıpkın darbesi ile acının zevk-i şahanesini tattırmak istiyorum, hayatın nice zevk-i sefasından bihaber olmalarının hıncıyla!
tanrıları ile sevişmek istiyorum kanatırcasına ruhumu ve bedenimi. üç beş kuruşa da ardından şeytana satmak, peşkeş çekerek üstelik. ne kadar rezilce olursa cici bayan ve baylarca, o kadar asil olacak ruhumun tatmini benim şah damarlarımda.
ırzına geçilen her bir toprak-inanç-namus-hak/hukuk-aşk bataklığına, çığlıklar atmak istiyorum kahkalarla. utanmadan, sıkılmadan üstelik zevkten dört köşe olmuşluğumun ayıbını alıp yere çalmalarına! dedim ya, hepsini yok etmek istiyorum, içinde barındırdıkları nice kişilik karmasını bilmez aptalların.
şeytanın tüm günahlarına tapmak istiyorum, insan olabilmek adına.
ve dahi insan kalabilmek uğruna.
- çıldırma anına -
boynuma yaftalanan her bir iyilik hallerini yağlı urgana dizip, ince deliklerinden kanatırcasına zorlayarak tek tek dizili şekilde meydanda sallandırmak istiyorum; ölümünü ölümsüzleştirip, ruhunu iyi gösteren katil ruhları kutsamak istiyorum. bu şekilde hepsine özgürlüğünü adamak istiyorum en bilgiç insan sevdamla!
küfürler etmek istiyorum; cici ve edepli gösterilen yanımın bedelini, etlerinden parçaları lime lime keserek, ahdetmek istiyorum, onları mahşere taşıyacağıma dair. her yalvarış çığlıklarına birer zıpkın darbesi ile acının zevk-i şahanesini tattırmak istiyorum, hayatın nice zevk-i sefasından bihaber olmalarının hıncıyla!
tanrıları ile sevişmek istiyorum kanatırcasına ruhumu ve bedenimi. üç beş kuruşa da ardından şeytana satmak, peşkeş çekerek üstelik. ne kadar rezilce olursa cici bayan ve baylarca, o kadar asil olacak ruhumun tatmini benim şah damarlarımda.
ırzına geçilen her bir toprak-inanç-namus-hak/hukuk-aşk bataklığına, çığlıklar atmak istiyorum kahkalarla. utanmadan, sıkılmadan üstelik zevkten dört köşe olmuşluğumun ayıbını alıp yere çalmalarına! dedim ya, hepsini yok etmek istiyorum, içinde barındırdıkları nice kişilik karmasını bilmez aptalların.
şeytanın tüm günahlarına tapmak istiyorum, insan olabilmek adına.
ve dahi insan kalabilmek uğruna.
- çıldırma anına -
tanrı yaklaşıyordu; ve tanrı kayboluyordu.
her eğik düzlemde bir doğru açı önüne çıkıveriyor, meyillik istediği noktaya gelebiliyordu. lakin her doğru düzlemde de yer yarılıyor, meyillik derin çatlaklarla istenilen noktaya ulaşılmaz gedikler açıyordu. bir kısırdöngünün baş döndürme mecralarını sunuyordu bir kez daha arsız içsel muhakemelerle…
ses fısıldıyordu ve yol gösteriyordu; ve ses uzaklaşıyor, yön kayboluyordu.
her sessizlik içinde bir çığlık barındırıyordu ve aslında çokça bu karmaşanın rutinini arıyordu. arıyordu ki, çıkmaz sokaklarını sapa da olsa bir yola taliye etmek istiyordu. içinden çıkılmaz durumlarda ruhunu bedenine esrik hallerle esir etmek istemiyordu. tinsel bir davanın mahkemesini açmaya ne sesi ne de gücü yetmiyordu.
işin aslı, tözle kavrulmuş bir ruhun bedenine sahip olmasıydı...
duygular kabarıyordu, ve ruh şahlanıyordu; duygular alabora oluyor ve şişkin olan tüm cinsel uzuvlar durağanlığa boyun eğiyordu bastırılmışlıkla.
evrenle bütünleşmek istenildiğinde çokça cepkenler karıştırılıyordu duyguluğun yoksunluğundan çatlak olmuş ellerle. ruh kokmuş, çürümüş ve her yanını saran yosunun sarmallığına boyun eğmemiş, canlı kalan yaşam hücresine canhıraş bir nefeslilikle hayat kazandırıyordu hâlâ. nesnelliği atmış bir kenara…
nefes alınıyordu; ve nefes veriliyordu.
bir yerde başlayan hayat, bir noktada tarumar oluveriyordu. ama her var oluşun ardından yok oluş, masal tadında anka kuşu misali yeniden küllerinden, bambaşka hallerle doğuyordu. doğum içinde saklı kalan ölüm hakkı kendisini hem unutturuyor hem de izbe bir yalnızlığın bastırılmış kışkırtıcılığı ile ara ara kendisini yoklattırıyordu bilincin damar damar yol alan yollarına…
...
her eğik düzlemde bir doğru açı önüne çıkıveriyor, meyillik istediği noktaya gelebiliyordu. lakin her doğru düzlemde de yer yarılıyor, meyillik derin çatlaklarla istenilen noktaya ulaşılmaz gedikler açıyordu. bir kısırdöngünün baş döndürme mecralarını sunuyordu bir kez daha arsız içsel muhakemelerle…
ses fısıldıyordu ve yol gösteriyordu; ve ses uzaklaşıyor, yön kayboluyordu.
her sessizlik içinde bir çığlık barındırıyordu ve aslında çokça bu karmaşanın rutinini arıyordu. arıyordu ki, çıkmaz sokaklarını sapa da olsa bir yola taliye etmek istiyordu. içinden çıkılmaz durumlarda ruhunu bedenine esrik hallerle esir etmek istemiyordu. tinsel bir davanın mahkemesini açmaya ne sesi ne de gücü yetmiyordu.
işin aslı, tözle kavrulmuş bir ruhun bedenine sahip olmasıydı...
duygular kabarıyordu, ve ruh şahlanıyordu; duygular alabora oluyor ve şişkin olan tüm cinsel uzuvlar durağanlığa boyun eğiyordu bastırılmışlıkla.
evrenle bütünleşmek istenildiğinde çokça cepkenler karıştırılıyordu duyguluğun yoksunluğundan çatlak olmuş ellerle. ruh kokmuş, çürümüş ve her yanını saran yosunun sarmallığına boyun eğmemiş, canlı kalan yaşam hücresine canhıraş bir nefeslilikle hayat kazandırıyordu hâlâ. nesnelliği atmış bir kenara…
nefes alınıyordu; ve nefes veriliyordu.
bir yerde başlayan hayat, bir noktada tarumar oluveriyordu. ama her var oluşun ardından yok oluş, masal tadında anka kuşu misali yeniden küllerinden, bambaşka hallerle doğuyordu. doğum içinde saklı kalan ölüm hakkı kendisini hem unutturuyor hem de izbe bir yalnızlığın bastırılmış kışkırtıcılığı ile ara ara kendisini yoklattırıyordu bilincin damar damar yol alan yollarına…
...
ı
ailemleydim. kapı öylesine birden bire vuruldu; tekleyen ritimlerle değil ha, öyle kırılırcasına vuruldu. “ hayırdır inşallah” dedik, kapıya önce ben ardımdan da meraklı annem yöneliverdi. hepimizin o ana kadar olan neşesi bir urgan ipi ile duvarlara, boynu bükük görüntülerine nazaran asılıverdi. suratlarımızdaki asılı kalan neşenin son kırıntıları da havada asılı kaldığından, urgan ipine boncuk gibi dizilenlerden oldu zağar. olsundu bizim için; nasıl olsa o kapı önündeki evimizi yıkarcasına tıklayan el ve dahi usun meramını dinleyecektik, kapı kapandığında da urganda boncuk boncuk dizili duran neşemizi pare pare alıp ait oldukları yere dizecektik. yani biz neşeli aileyiz, onu deyiveriyorum aslında kıssadan hisse. gerçi anlatı uzun oldu ama, idare ediverin gayri.
kapıyı açtım. arkamda annem benden kısa boylu olduğu için parmaklarının uçlarında yükselmeye, arada bir hoplaya zıplaya da önümdeki kişiyi görmeye meylediyordu. bazen kızardım anneme; aklı olmadık yerde tekliyor diye. bree kadın, madem merak eyledin, sokul yanıma, bakıver sen de, kapıdaki gizemliye.
uzun ama ince, güçlü ama narin, iradeli ama düşünceli, hassas ama kararlı bir karaltı vardı önümde. nedenini bilmeyen bir korku çörekleniverdi içime. altıncı his mi derlerdi bilincinle ve bilinçaltınla anladıklarının kuvvetine? evet, evet.. ondan derlerdi, hatırladım şimdi bu içsel hengamede.
kapkara gözleri vardı. sokak kapısını, mahallemizi, kasabamızı, ilçemizi ve hatta kentimizi kaplayan geceden daha bir kara, daha bir derin, daha bir manidar ve daha bir soğuktu. malumunuz, ocak ayı soğuk olur mevsim itibariyle.
soramadım sormam gerekeni. oysa hafıza iyidir bende. “ ne istemiştiniz?” ya da “ kimsiniz?” yahut “ ne var?” diyemedim ezberimdeki repliklerden… seçemedim belki de hangisini dillendirmem gerektiğini. ya da belki de korktum, bu gece gözlü, gece ruhlu adamın hangi haberi getirdiğini bildiğimden!
annem sonunda aklını kullanmaya karar verdi de çekiştirdi beni yan tarafına. ezberindeki o unutmayacağı repliklerden birini kullanıverdi pervasızca. o an soğukkanlılığına hayran mı olmalıydım yoksa hafızanın zaten sığ olan tarafından hiç unutulmayacak olanı çıkarıp dillendirdiğini mi hatırıma getirmeliydim, karar veremedim doğrusu.
bir titreme geldi bana en soğuğundan, en zemherisinden. bacaklarımda mecal kalmadığını hissettiğim en son hatırım oldu. gerisini ben de bilmiyorum…
bildiğim, urgan ipinde dizili olan neşeler bir daha yerine gelmedi, koyulmadı.
***
ıı
kapı vurulduğunda hepimizin suratındaki gülümseme asılı kaldı tabii. kıza seslendim, “ git kapıyı aç” diye. ufladı, pufladı; ben de ayağa kalkıp payladım. aynı anda kapıya yeltendik, baktım açacak, ben birkaç adım ötede durdum.
karşımda cüsselimi cüsseli, kararlı mı kararlı, yakışıklı mı yakışıklı yağız bir delikanlı. hani evli olmasam gönül vereceğim cinsten, o kadar yani!.. şaka canım, şaka! dünya ahiret kardeşim olsun kendisi. size anlatmak istedim ne kadar güzel olduğunu.
kendi gibi billur sesi ile akşamımızın güzel olmasını söyledi. ayol pek de kibar ve inceymiş. sevdim bu delikanlıyı. istese, verecektim bizim kızı; o derece yani. gerçi zati verili de, latife yapayım bu tatsız hadisenin üzerine dedim… dedi ya, “ akşamınız güzel olsun” oldu ya, ona şaştım birden. neyse, “buyur” dedik kendisine. anlat hele, ne oldu gecenin bir vakti diye.
önce yamanca bir bakış attı bizim kıza, sonra bir bir döküverdi cebindeki taşları. sormaz olaydım sorumu, almaz olaydım yanıtı.
en son hatırladığım evimizin direği, kalbimin eri, çocuklarımın babasının beni kapının önünden yana savurması idi.
***
ııı
güzeller güzeli adam yakıştırmaları bana pek yumuşakça yani kadınlığa meyletmiş oğlanca gelirdi. zira bu erkek adamı, güzel adamı görünceye kadar. kendisi kadar güzel olmayan getirdiği habere mi yansaydım, yoksa o an kendisini yok etmek bana farz olan kızımı tüketeceğime mi?
biz küçük kasabada yaşarız anam babam. burada töreler konuşur, namus konuşur. ben de evimin eri olarak hamımın ve kızlarımının namusundan sorumluyum zahir. ne için yaşıyoruz be kardeşim? elbet ya, elbet onun için; “namus” için. iki dudak arasından çıkacak kadar kısa ömürlü, beyinlerde ölünceye dek yer edecek kadar uzun ömürlü ve yiyip bitirici, tüketici…
karşımda duran adamı tanıtmalıydım evvela, haklısınız. haberin üzüntüsünden ne yapacağımı şaşırdım. kızım aliye’nin nişanlısı. yakında düğünleri vardı. vardı diyorum, artık yok. kızım kirletmiş kendisini. hem de sevdiği adamla. hangisine yanayım şimdi? kızımın kirlendiğine mi? kızımın bir başkasını sevdiğine mi? bakmayın, kırsal yerler için ben hayli ileri düşünceliyim. gördünüz işte siz de; kızım için üzülüyorum. namusumu sonra düşünüyorum.
ama bırakmazlar bizi rahat anam babam. illa da isterler namus temizlensin.
efendim? kızımın sevdiği adamla evlendirelim, olsun bitsin mi? haydi canım, haydi, git işine gücüne.. sokma akıl verme bana sokuşturmalarınla!.. adam erkek gibi erkek olsa kirletir miydi kızımı? haydi bir cahillik yaptılar, peki ya tadına vardıktan sonra bırakıp gider miydi benim kınalı kuzumu?
içime ateş düştü a dostlar! yerde baygın uzanan kızım. melek yüzlüm. dünün çocuğu, bugünün genç kızı, az öncenin zavallı kadını. – “ namusu temizle ağa! iffetimi kurtar” diyor beriki yağız delikanlı. haklı kardeşim. haklı.. bizim buraların yasası, tasası bu.
ahh içim, ahh kalbim. ne diyem ben şimdi sana ahh beynim? ahh fikirlerim! ahh inançlarım!
***
ıv
sabah hiç de güzel ve huzurlu uyanamadım. kirlendiğimi öğrendi anam, babam ve yedi cihan. biliyordum, keseceklerdi biletimi. şimdi içimdeki korku ölmek değil de, ihanete uğramamın acısı ve ölünce cennete mi cehenneme mi gideceğimin kaygısı. çaresizlik bu demek ki.
...
babam arkamdan sıktı beynime kurşunu. acımadı, yemin olsun ki acımadı; kalbim birisine tutulup kendimi ona verdiğim ve yüz üstü bırakıldığım kadar acımadı. annemin bedduaları ve söylemleri kadar yakmadı içimi. babamın çaresizliği ve insanlığının sıcaklığı kadar işlemdi içimin tüm hücrelerine, hislerimin en derinlerine. kızmadım da bu pala bıyıklı, idam bakışlı adama. içini bilirdim onun, aslında ne kadar da merhametli olduğunu.
ben yandım, dilerim sevgisi için daha niceleri töre kurbanına gitmez dedim son nefesimde.
ey tanrım, cennetinde, benim gibi sevgiye aç olanlara yer var mı?
memleketimin benzer hikayelerinin benzer bitişi.
yani,
son .
eline mikrofon alabileceğine inanan türevler çıkıyor tek tek kanala, o dertli sana, bu dertli bana, gelip anlatsın meramını ve kussun içsel hezeyanını tadında programlar yaklaşık üç, dört yıldır türedi, inatla da türemeye devam ediyor.
- eşim benden 16 yaş küçük, aşığız ama kimse inanmıyor. çoluk çocuğum karşı çıkıyor. ben de insanım, benim de yaşamaya hakkım var;
- kızım on dört yaşında kocaya kaçtı, lakin saklanıyorlar. şikayet dilekçemizi verdik gerekli merciye, davamızdan geri dönmediğimiz sürece kızımın yüzünü bize göstermeyeceklermiş;
- oğlum on iki yaşından beri uyuşturucu kullanıyormuş, sonra bu kötü adamların eline düştü, ne yapacağımızı bilmiyoruz eşimle;
- kocam üzerime kuma getirdi. hatta utanmadan aynı evde yaşamamızı istiyor, iki evin kirasını karşılayamıyormuş. sordum: “madem bütçene güvenmiyordun, ne diye uçkurunla hareket ettin diye, yanıt veremedi deyyus!”
içler acısı hallerdeyiz. kendini bilen sunucu zaten pek azken, bir de ele alınan konunun saçmalığı ile kalite denen o aranan elzem erdem ne yazık ki bu haller ile maziye karışıyor ve marazlaşıyor. hele katılımcılar, yakınları ve konuklar ile girdiği mahalle kavgaları tarzında yaşadıkları, içi bomboş ve doldurulmayı bekleyen bakış açıları yok mu, işte size nasıl bir ülkede yaşandığını ve nelerle meşgul olunduğunu göstermek için en güzel kanıt.
hiç azımsamayın bu olup bitenleri, beyinleri bulandıran bu tarz programları. zira türkiye’de çalışan kadın nüfus oranı sadece yüzde 22’dir. geri kalan %78 lik kesimin çok büyük kısmı bu tarz programlar ile gündüz vakitlerini geçirmektedir. hiçbir kanal da reyting derdi yüzünden eğitici programlar vermeyi düşünmüyor, istemiyor. ne sanattan anlıyoruz, ne tarihten, ne kültürden, ne okumaktan… beynimiz bu tarz safsatalar ile uyuşturuluyor. günümüz kadınları yarının kuşaklarını büyütüyor, bu açıdan da bakılabilir hadiseye en basitinden.
toplumsal bilinci nasıl yeniden yapılandırabiliriz, ev kadınlarına nasıl doğru yönlendirmeleri telkin edebiliriz, sanırım en çok bunun üzerinde yoğunlaşmamız gerekecek. büyük şehirlerin açmış olduğu kişisel eğitim, gelişim merkezlerinin daha çok propagandası yapılmalı, bilinçlendirme namına medya daha çok katı kurallar ve yaptırımlarla donatılmalı, anadolu kadınlarımıza köyün ya da ilçenin muhtarı, kaymakamı ‘halk günleri’ düzenleyerek bir takım seminerler, olumlu katkıları olacak yarışmalar ( teşvik etmek amaçlı )falan düzenlemeli. ortak bilinç artık teyakkuz durumunda olmalı. aksi durumda boş beyinler ile yönlendirilen bireyler, daha sonra gruplar, ve ennihayetinde toplum olacağız.
şu kadın programlarına artık ikinci bir sansür gelsin. ilki gibi değil, daha yaptırımlı ve daha eğitimli noktalara getirilsin.
yoksa yavşak bir toplum olmamız çok uzak değil.
- eşim benden 16 yaş küçük, aşığız ama kimse inanmıyor. çoluk çocuğum karşı çıkıyor. ben de insanım, benim de yaşamaya hakkım var;
- kızım on dört yaşında kocaya kaçtı, lakin saklanıyorlar. şikayet dilekçemizi verdik gerekli merciye, davamızdan geri dönmediğimiz sürece kızımın yüzünü bize göstermeyeceklermiş;
- oğlum on iki yaşından beri uyuşturucu kullanıyormuş, sonra bu kötü adamların eline düştü, ne yapacağımızı bilmiyoruz eşimle;
- kocam üzerime kuma getirdi. hatta utanmadan aynı evde yaşamamızı istiyor, iki evin kirasını karşılayamıyormuş. sordum: “madem bütçene güvenmiyordun, ne diye uçkurunla hareket ettin diye, yanıt veremedi deyyus!”
içler acısı hallerdeyiz. kendini bilen sunucu zaten pek azken, bir de ele alınan konunun saçmalığı ile kalite denen o aranan elzem erdem ne yazık ki bu haller ile maziye karışıyor ve marazlaşıyor. hele katılımcılar, yakınları ve konuklar ile girdiği mahalle kavgaları tarzında yaşadıkları, içi bomboş ve doldurulmayı bekleyen bakış açıları yok mu, işte size nasıl bir ülkede yaşandığını ve nelerle meşgul olunduğunu göstermek için en güzel kanıt.
hiç azımsamayın bu olup bitenleri, beyinleri bulandıran bu tarz programları. zira türkiye’de çalışan kadın nüfus oranı sadece yüzde 22’dir. geri kalan %78 lik kesimin çok büyük kısmı bu tarz programlar ile gündüz vakitlerini geçirmektedir. hiçbir kanal da reyting derdi yüzünden eğitici programlar vermeyi düşünmüyor, istemiyor. ne sanattan anlıyoruz, ne tarihten, ne kültürden, ne okumaktan… beynimiz bu tarz safsatalar ile uyuşturuluyor. günümüz kadınları yarının kuşaklarını büyütüyor, bu açıdan da bakılabilir hadiseye en basitinden.
toplumsal bilinci nasıl yeniden yapılandırabiliriz, ev kadınlarına nasıl doğru yönlendirmeleri telkin edebiliriz, sanırım en çok bunun üzerinde yoğunlaşmamız gerekecek. büyük şehirlerin açmış olduğu kişisel eğitim, gelişim merkezlerinin daha çok propagandası yapılmalı, bilinçlendirme namına medya daha çok katı kurallar ve yaptırımlarla donatılmalı, anadolu kadınlarımıza köyün ya da ilçenin muhtarı, kaymakamı ‘halk günleri’ düzenleyerek bir takım seminerler, olumlu katkıları olacak yarışmalar ( teşvik etmek amaçlı )falan düzenlemeli. ortak bilinç artık teyakkuz durumunda olmalı. aksi durumda boş beyinler ile yönlendirilen bireyler, daha sonra gruplar, ve ennihayetinde toplum olacağız.
şu kadın programlarına artık ikinci bir sansür gelsin. ilki gibi değil, daha yaptırımlı ve daha eğitimli noktalara getirilsin.
yoksa yavşak bir toplum olmamız çok uzak değil.
gerçekten mükemmeldir.
in times of strife
you seem to lose it all, and more somehow
no waning life can retrieve it
cant make the world a better place to thrive
nor can i keep on persisting
youre on the wane in funereal winds
with a thousand winters within
youre life unveil its weary eyes
sun sets in somber skies
your waning desires brought to fire
where your withering life has been mourned
for a thousand years, where the pain blend with ire
and the night enflames us both
"walk down the narrow path
years of decay
feel lifes soul-inflicting hurt once again"
youre dying now
you make it feel somewhat divine
your lenient eyes are somewhat healing
you make it feel the less a strife now
a precious life cease persisting
youre on the wane and edens hewn
falter still under a funereal moon
your tears they sweep upon lifes shore
until the day you weep no more
sunsets on the wane
in life we suffer the same
when sundown comes around
stalking strangers on hollowed ground
endarkened souls entwined
together at the end of life
embrace the new divine
or suffer another lifetime
i can feel the flames
the fire lick me in vain
my life cant be regained
not now, nor then, nor ever again
we cross our feeble hearts
the day our souls depart
life move in strangest ways
we died somewhat, somehow in every day
in times of strife
you seem to lose it all, and more somehow
no waning life can retrieve it
cant make the world a better place to thrive
nor can i keep on persisting
youre on the wane in funereal winds
with a thousand winters within
youre life unveil its weary eyes
sun sets in somber skies
your waning desires brought to fire
where your withering life has been mourned
for a thousand years, where the pain blend with ire
and the night enflames us both
"walk down the narrow path
years of decay
feel lifes soul-inflicting hurt once again"
youre dying now
you make it feel somewhat divine
your lenient eyes are somewhat healing
you make it feel the less a strife now
a precious life cease persisting
youre on the wane and edens hewn
falter still under a funereal moon
your tears they sweep upon lifes shore
until the day you weep no more
sunsets on the wane
in life we suffer the same
when sundown comes around
stalking strangers on hollowed ground
endarkened souls entwined
together at the end of life
embrace the new divine
or suffer another lifetime
i can feel the flames
the fire lick me in vain
my life cant be regained
not now, nor then, nor ever again
we cross our feeble hearts
the day our souls depart
life move in strangest ways
we died somewhat, somehow in every day
sirenia’nın sarsması olan bir şarkıdır.
uzak doğu esintilerini de hissettiren enstrüman buram buram yayılmakta şarkıdan.
bu muzzam şarkının sözleri:
in sumerian haze you search for another day
guess another vail left you this way
thoughts on a line where i leave it all behind
nothing can mend the hurt inside
sweetened horizons
dance away the pain tonight
just like you and i
profoundly deranged you go through another day
i guess it was meant to be this way
thoughts on a line won t recover your mind
you cut your veins, like i have cut mine
sweetened horizons
dance away the pain tonight
just like you and i
(bkz: at sixes and sevens )
uzak doğu esintilerini de hissettiren enstrüman buram buram yayılmakta şarkıdan.
bu muzzam şarkının sözleri:
in sumerian haze you search for another day
guess another vail left you this way
thoughts on a line where i leave it all behind
nothing can mend the hurt inside
sweetened horizons
dance away the pain tonight
just like you and i
profoundly deranged you go through another day
i guess it was meant to be this way
thoughts on a line won t recover your mind
you cut your veins, like i have cut mine
sweetened horizons
dance away the pain tonight
just like you and i
(bkz: at sixes and sevens )
aşk alır seni götürür heyecanın dehlizlerine.
arşınlarsın yolları bir şey bulma umudu ile.
sonra kayıp sokaklar keşfedersin kendine.
kaçıncı kat olduğuna dikkat etmeden bir ev tutarsın, içine yerleşirsin.
tasını tarağını yavaşça yerleştirisin.
sonra kendin yerleşirsin usuldan içine, dışına...
aşk kaybeder inceden heyecanını, ezberlemeye başlar her şeyi ama yerine meşki bırakır olgunluk deminde.
arşınladığın heyecanlı yol ve dehlizler, kayıp sokaklar, bilinmez katlı evler ve içlerde barınan aymazlık yerine sokağın adını, apartmanın adını ve kaçıncı katında olduğunu, bilindik sokakları; emin olmayı, güvenmeyi, sevmeyi, sadakati, birbirinizin olmayı telkin eder.
arşınlarsın yolları bir şey bulma umudu ile.
sonra kayıp sokaklar keşfedersin kendine.
kaçıncı kat olduğuna dikkat etmeden bir ev tutarsın, içine yerleşirsin.
tasını tarağını yavaşça yerleştirisin.
sonra kendin yerleşirsin usuldan içine, dışına...
aşk kaybeder inceden heyecanını, ezberlemeye başlar her şeyi ama yerine meşki bırakır olgunluk deminde.
arşınladığın heyecanlı yol ve dehlizler, kayıp sokaklar, bilinmez katlı evler ve içlerde barınan aymazlık yerine sokağın adını, apartmanın adını ve kaçıncı katında olduğunu, bilindik sokakları; emin olmayı, güvenmeyi, sevmeyi, sadakati, birbirinizin olmayı telkin eder.
aşağılığın biriyim ben, üstüne bir de cesaretsizliği koy! eder mi sana korkak bir adem/havva! ne istediğini bilenim en cancanlı kelimelerle ve dahi süslemeli yaşam nutukları ile de, en değersiziyim bir böcekten bile, ruhumu satan; hayatın garanticiliğine. korkağım işte, bunu diyorum en açık haliyle.
ama bana aferini ver şimdi, en azından kendine dürüstlerdenim.
bok kokulu yaşam çukurlarının içinde olan hissi/hisli biriyim işte.
atom bombası atılır, savaşta nice suçsuz-günahsızlar ölür, mülteciler oluşuverir kendi topraklarında aidiyetliklerinin ellerinden hayvan gibi alınması ile, sevişmeler birkaç dakikalık kas kasılmalarına sıkıştırılır, ki doyurulamayan aslında zihinde bir şeylerin eksikliğidir; para hükümdardır, altında yatan zaten belli; güç istenci! sözler boşlukta sallanır, urgan ipinin kalınlığı çok gelirde ucuna, kim takar müdahaleleri dercesine devam eder akış. kare dondurulduğunda ortaya çıkan manzara dehşet saçacağından, replikler ezberlenir, işte ezber bu yüzden bozulmaz encümeninde.
sessizlikler seni de mi boğuyor yoksa? aç pencereni, bir çığlıkta sen basıver hayata! deli sanmalarından da sakın korkma. her deli yaftası konulanda bayatladı zira.
delilik nedir? nerede takılı kalmaktır yaşamın ucundan, kıyısına?
bir de sen de bilirsin, zaman içinde gırla almış başını giden “sen farklısın” söylemleri; avuç avuç. ilmeği alıp geçirmek var ümüklerine. biri bana, "sen hümanistsin" mi dedi fısıltıyla! haklısın, ben de ‘farklıydım’ onların söylemlerinizce. ohh, ne ala!.. ezber vardı değil mi repliklerde? off, afedersin, unutmuşum da.
bir hayata dokunmak, parmaklarının ucuyla; ve yine ayak parmaklarının ucunda yürümek uzanan bu yolda… sözün bittiği, daha çok ruhların konuştuğu bir alem olsun acuzeliğiyle. yani erdem denilen içi boşaltılmış safsata olmasın diyorum çığlıklarımla. anlasana!..
her şey insan doğasına uygunluğuyla; parçalamak, küfürleri savurmak, tüketmek, kaybetmek; yok olmak-küllerinden yeniden doğurmak-doğmak. son zamanlarda ne düşünüyorum biliyor musun; rezillik daha da bir yüceltiyor insanı, tanrı katında. sen ne dersin buna? içte olanın dışa yansımalı halleri işte bu da. inan çok samimiyim; hayvan taraflarımızı bunca gizlemenin bedelini ödüyoruz belki de yüz yıllarca. kemikten ete bürünmüş vücutlarda, iki geri bir ileri sayıp duyuyoruz ihtiraslarla. maske, insan siluetinde. off, tehlike çok büyük!
bir güvensiz haller var bu aralar bende. bildiğim tüm kelimelerin anlamına bakıyorum sözlüklerden tekrar tekrar. kaçırdığım bir nokta var mı diye. ya da belki de kaçışların adıdır bu; görmeye korkulanı ben bulurum da, belki de cesaretimi toplayıp dillendiririm, yetinmeyip bir de yaşayabilirim diye.
demiştim değil mi, ezberler zor bozulur, alışkanlıkların derin yarası yıllara sinmiştir, kurtulmak ne kadar zaman alır ve aslında nasıl da korkulur çokça.
içki içmek?
hı hıı, çok ihtiyacım var bu aralar. hayatı anlamayı bırakmalı yarına, zaten her şey bir ertelemece oldu son zamanlarda yaşamımda.
ölen/kalan her ne varsa, içinde sıkışsın bu aralar. anlamları zorlamak sonraya, en sonraya…
sen bunu oku özgünce, bu yeter şimdilik bana, bana kalacak olanından ayrıca.
...
ama bana aferini ver şimdi, en azından kendine dürüstlerdenim.
bok kokulu yaşam çukurlarının içinde olan hissi/hisli biriyim işte.
atom bombası atılır, savaşta nice suçsuz-günahsızlar ölür, mülteciler oluşuverir kendi topraklarında aidiyetliklerinin ellerinden hayvan gibi alınması ile, sevişmeler birkaç dakikalık kas kasılmalarına sıkıştırılır, ki doyurulamayan aslında zihinde bir şeylerin eksikliğidir; para hükümdardır, altında yatan zaten belli; güç istenci! sözler boşlukta sallanır, urgan ipinin kalınlığı çok gelirde ucuna, kim takar müdahaleleri dercesine devam eder akış. kare dondurulduğunda ortaya çıkan manzara dehşet saçacağından, replikler ezberlenir, işte ezber bu yüzden bozulmaz encümeninde.
sessizlikler seni de mi boğuyor yoksa? aç pencereni, bir çığlıkta sen basıver hayata! deli sanmalarından da sakın korkma. her deli yaftası konulanda bayatladı zira.
delilik nedir? nerede takılı kalmaktır yaşamın ucundan, kıyısına?
bir de sen de bilirsin, zaman içinde gırla almış başını giden “sen farklısın” söylemleri; avuç avuç. ilmeği alıp geçirmek var ümüklerine. biri bana, "sen hümanistsin" mi dedi fısıltıyla! haklısın, ben de ‘farklıydım’ onların söylemlerinizce. ohh, ne ala!.. ezber vardı değil mi repliklerde? off, afedersin, unutmuşum da.
bir hayata dokunmak, parmaklarının ucuyla; ve yine ayak parmaklarının ucunda yürümek uzanan bu yolda… sözün bittiği, daha çok ruhların konuştuğu bir alem olsun acuzeliğiyle. yani erdem denilen içi boşaltılmış safsata olmasın diyorum çığlıklarımla. anlasana!..
her şey insan doğasına uygunluğuyla; parçalamak, küfürleri savurmak, tüketmek, kaybetmek; yok olmak-küllerinden yeniden doğurmak-doğmak. son zamanlarda ne düşünüyorum biliyor musun; rezillik daha da bir yüceltiyor insanı, tanrı katında. sen ne dersin buna? içte olanın dışa yansımalı halleri işte bu da. inan çok samimiyim; hayvan taraflarımızı bunca gizlemenin bedelini ödüyoruz belki de yüz yıllarca. kemikten ete bürünmüş vücutlarda, iki geri bir ileri sayıp duyuyoruz ihtiraslarla. maske, insan siluetinde. off, tehlike çok büyük!
bir güvensiz haller var bu aralar bende. bildiğim tüm kelimelerin anlamına bakıyorum sözlüklerden tekrar tekrar. kaçırdığım bir nokta var mı diye. ya da belki de kaçışların adıdır bu; görmeye korkulanı ben bulurum da, belki de cesaretimi toplayıp dillendiririm, yetinmeyip bir de yaşayabilirim diye.
demiştim değil mi, ezberler zor bozulur, alışkanlıkların derin yarası yıllara sinmiştir, kurtulmak ne kadar zaman alır ve aslında nasıl da korkulur çokça.
içki içmek?
hı hıı, çok ihtiyacım var bu aralar. hayatı anlamayı bırakmalı yarına, zaten her şey bir ertelemece oldu son zamanlarda yaşamımda.
ölen/kalan her ne varsa, içinde sıkışsın bu aralar. anlamları zorlamak sonraya, en sonraya…
sen bunu oku özgünce, bu yeter şimdilik bana, bana kalacak olanından ayrıca.
...
binlerce yıldır anadolu topraklarındayım.
siz türkler henüz iran, azerbaycan ve anadolu’ya gelmeden biz oradaydık. anlaşılmayan nedenlerden ötürü uzun zamandır hukuk devleti kuramadık, aşiret sisteminin en ilkel yöntemi ile kendi varlığımıza inanarak ve onu savunarak yaşamaya çalıştık.
yaptıklarımızın vahşeti sorulunca: “bizi cahil bıraktılar(nız)” muammasının arkasına sığındık! aslında ne istediğimizi tam olarak biz de bilemedik.
ayrı bir toprak bütünlüğünde kurulacak olan kendi devletimiz mi yoksa federasyon yahut konfederasyon sistemi ile sizlerin içinde kalmak mı, karar veremedik.
kısacası bunu bilemedik, sonuçlarını kestiremedik.
bu hezeyanlarımızda en çok birinci sınıf ülkelerin ekmeğine yağ sürdü. bazı hallerde onların da kuklası olduk. onur için savaşıyoruz dedik amma, onurdan da çok defa ödün verdik!
kendimi asla t.c’ye ait görmedim, belki de büyüklerimden duyduğum ezberdi bu; ki, bozamadım onu; tekrarı yineleyip durdum.
oysa şu cumhuriyette bana seksenli yılları yok sayarsam ( ki o zamanlar kim cefa çekmedi, kim ayrıştırılmadı ki! tam bir yüz karasıdır o dönem ) hiçbir şey yasak edilmedi aslında.
evimde, onu aştım kamusal alanlarda anadilimi konuştum, hani şu bize yasak edildiğini ısrarla vurguladığımız hal; sonra parlamentoda seçeceğim etnik kökenlerimden olanlar yer aldı ve dahi ben seçme hakkımı da kullandım oyumu vererek, türkiye’nin hemen her alanındaki iş sektöründe müteşebbis, yönetici, mühendis, hukuk adamı, orta düzey yönetici, memur ya da işçi olarak görev aldım, inkar etmek benim ayıbım olsun!
haa bir de biliyor musun: milliyetçisi çok bu ülkenin hamasetinin aslında derin güçlerin, medya ve benzeri kuruluşların abartısı olduğuna empati ve biraz da bilgilerimle inanmamayı tercih edip, gerçeği görmeye çalıştım.
aslında benim etnik kökenlerim ve diğer azınlıklar bu ülkede rahatça yaşadı. nedendir ki, son zamanlarda fay hattında ciddi kırılmalar olmakta.
dediğim gibi, bizim ne istediğimizi tam olarak kestir(e)mememiz ( ne istediğimizi bilseydik binlerce yıl aşiret sistemini aşar, kendi zekamızı ya da diğer ülkelerin hukuk sistemini baz alır, önce bu noktada netliğimiz ile bir yol çizerdik. m.ö hammurabi kanunları vardı misal ve en basitinden buna rağmen biz neden bir devlet olamadık bunca uzun yıllara rağmen? ) asıl sorundur.
amaç ne, kim ne istiyor; aslında tam olarak bu da henüz netleşmiş değil. her kaynaktan bir görüş geliyor, raporlar sunuluyor. peki ya bu durumu iyileştirdi mi?
tam tersi, daha da kısırdöngüye soktu!
sanıyor musun ki her etnikdaşım bu topraklardaki sistemden bağımsız olmayı istiyor, ya da bu topraklardan ayrılmayı öngörüyor! peki bunu isteyenlerin oranı nedir? ve tabii istemeyenlerin?
bunu ne için istemektedirler?
t.c ile anlaşamadıkları nedir?
onlara hangi hak verilmiyor, sağlanmıyor?
oyunlar büyük, ben bu karışık aklımla anlatamam sana bunu.
üstelik aklı karışık olmayanlar yaptıysa bunu sana-bana!
bir de şu var en ince detayından; yirmi il var kürtlerin yaşadığı ve yaklaşık yirmi milyon nüfusumuz var. işsizlik ve devletin yetersiz ve ihmalci teşvik primlerinin mahrumiyeti ile kürt kökenli vatandaşın en çok göç ettiği yerler oldu batı şehirler.
ne demek bu biliyorsun değil mi?
hepimiz iç içeyiz; ve dahi artık içreyiz!
bunca bütün olmuşluğun nazarında, nasıl kalırız birbirimizin dışarısında?
senin de kafan karıştı değil mi bu oyunlara?
gücün yetecek mi benim gibi sorgulamaya?
ve dahi elini sağduyu ve vicdanına koymaya?
siz türkler henüz iran, azerbaycan ve anadolu’ya gelmeden biz oradaydık. anlaşılmayan nedenlerden ötürü uzun zamandır hukuk devleti kuramadık, aşiret sisteminin en ilkel yöntemi ile kendi varlığımıza inanarak ve onu savunarak yaşamaya çalıştık.
yaptıklarımızın vahşeti sorulunca: “bizi cahil bıraktılar(nız)” muammasının arkasına sığındık! aslında ne istediğimizi tam olarak biz de bilemedik.
ayrı bir toprak bütünlüğünde kurulacak olan kendi devletimiz mi yoksa federasyon yahut konfederasyon sistemi ile sizlerin içinde kalmak mı, karar veremedik.
kısacası bunu bilemedik, sonuçlarını kestiremedik.
bu hezeyanlarımızda en çok birinci sınıf ülkelerin ekmeğine yağ sürdü. bazı hallerde onların da kuklası olduk. onur için savaşıyoruz dedik amma, onurdan da çok defa ödün verdik!
kendimi asla t.c’ye ait görmedim, belki de büyüklerimden duyduğum ezberdi bu; ki, bozamadım onu; tekrarı yineleyip durdum.
oysa şu cumhuriyette bana seksenli yılları yok sayarsam ( ki o zamanlar kim cefa çekmedi, kim ayrıştırılmadı ki! tam bir yüz karasıdır o dönem ) hiçbir şey yasak edilmedi aslında.
evimde, onu aştım kamusal alanlarda anadilimi konuştum, hani şu bize yasak edildiğini ısrarla vurguladığımız hal; sonra parlamentoda seçeceğim etnik kökenlerimden olanlar yer aldı ve dahi ben seçme hakkımı da kullandım oyumu vererek, türkiye’nin hemen her alanındaki iş sektöründe müteşebbis, yönetici, mühendis, hukuk adamı, orta düzey yönetici, memur ya da işçi olarak görev aldım, inkar etmek benim ayıbım olsun!
haa bir de biliyor musun: milliyetçisi çok bu ülkenin hamasetinin aslında derin güçlerin, medya ve benzeri kuruluşların abartısı olduğuna empati ve biraz da bilgilerimle inanmamayı tercih edip, gerçeği görmeye çalıştım.
aslında benim etnik kökenlerim ve diğer azınlıklar bu ülkede rahatça yaşadı. nedendir ki, son zamanlarda fay hattında ciddi kırılmalar olmakta.
dediğim gibi, bizim ne istediğimizi tam olarak kestir(e)mememiz ( ne istediğimizi bilseydik binlerce yıl aşiret sistemini aşar, kendi zekamızı ya da diğer ülkelerin hukuk sistemini baz alır, önce bu noktada netliğimiz ile bir yol çizerdik. m.ö hammurabi kanunları vardı misal ve en basitinden buna rağmen biz neden bir devlet olamadık bunca uzun yıllara rağmen? ) asıl sorundur.
amaç ne, kim ne istiyor; aslında tam olarak bu da henüz netleşmiş değil. her kaynaktan bir görüş geliyor, raporlar sunuluyor. peki ya bu durumu iyileştirdi mi?
tam tersi, daha da kısırdöngüye soktu!
sanıyor musun ki her etnikdaşım bu topraklardaki sistemden bağımsız olmayı istiyor, ya da bu topraklardan ayrılmayı öngörüyor! peki bunu isteyenlerin oranı nedir? ve tabii istemeyenlerin?
bunu ne için istemektedirler?
t.c ile anlaşamadıkları nedir?
onlara hangi hak verilmiyor, sağlanmıyor?
oyunlar büyük, ben bu karışık aklımla anlatamam sana bunu.
üstelik aklı karışık olmayanlar yaptıysa bunu sana-bana!
bir de şu var en ince detayından; yirmi il var kürtlerin yaşadığı ve yaklaşık yirmi milyon nüfusumuz var. işsizlik ve devletin yetersiz ve ihmalci teşvik primlerinin mahrumiyeti ile kürt kökenli vatandaşın en çok göç ettiği yerler oldu batı şehirler.
ne demek bu biliyorsun değil mi?
hepimiz iç içeyiz; ve dahi artık içreyiz!
bunca bütün olmuşluğun nazarında, nasıl kalırız birbirimizin dışarısında?
senin de kafan karıştı değil mi bu oyunlara?
gücün yetecek mi benim gibi sorgulamaya?
ve dahi elini sağduyu ve vicdanına koymaya?
bana nasıl deli olduğumu sordun. işte böyle oldu: tanrılar doğmadan çok önce bir gün, derin bir uykudan uyandım ve bütün maskelerimin çalındığını anladım -- yedi yaşamımda şekil verdiğim ve giydiğim yedi tane maske; kalabalık sokaklarda maskesiz koşup bağırmaya başladım,
“hırsızlar, hırsızlar, lanet olası hırsızlar.”
erkekler ve kadınlar bana güldüler ve bazıları benden korkup evlerine kaçtılar.
ve pazar yerine ulaştığım zaman, bir evin-üstünde dikilen genç bir adam bağırdı, “bu adam delinin biri.”
onu görmek için yukarı baktım; ilk defa olarak güneş benim kendi çıplak yüzümü öptü ve ruhum sevgiyle kabardı güneş için, ve maskelerimi artık istemedim. ve sanki kendimden geçmiş gibi bağırdım, “mübarektir, mübarektir hırsızlar, benim maskelerimi çalan.”
işte ben böyle deli oldum.
ve deliliğimde hem özgürlük hem de güvenlik buldum; yalnız olmaktan gelen özgürlük ve anlaşılmaktan gelen güvenlik, çünkü bizi anlayanlar içimizde bir şeyi tutsak alırlar. fakat bırakın fazla gururlanmayayım güvenliğimle. hapiste bir hırsızın bile korkusu yoktur başka bir hırsızdan.
(bkz: halil cibran )
ve:
(bkz: #780080 )
“hırsızlar, hırsızlar, lanet olası hırsızlar.”
erkekler ve kadınlar bana güldüler ve bazıları benden korkup evlerine kaçtılar.
ve pazar yerine ulaştığım zaman, bir evin-üstünde dikilen genç bir adam bağırdı, “bu adam delinin biri.”
onu görmek için yukarı baktım; ilk defa olarak güneş benim kendi çıplak yüzümü öptü ve ruhum sevgiyle kabardı güneş için, ve maskelerimi artık istemedim. ve sanki kendimden geçmiş gibi bağırdım, “mübarektir, mübarektir hırsızlar, benim maskelerimi çalan.”
işte ben böyle deli oldum.
ve deliliğimde hem özgürlük hem de güvenlik buldum; yalnız olmaktan gelen özgürlük ve anlaşılmaktan gelen güvenlik, çünkü bizi anlayanlar içimizde bir şeyi tutsak alırlar. fakat bırakın fazla gururlanmayayım güvenliğimle. hapiste bir hırsızın bile korkusu yoktur başka bir hırsızdan.
(bkz: halil cibran )
ve:
(bkz: #780080 )
çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
onlar kendi yolunu izleyen hayat’ın oğulları ve kızları.
sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
çünkü ruhlar yarındadır,
siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
okçunun önünde kıvançla eğilin
çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
(bkz: halil cibran )
onlar kendi yolunu izleyen hayat’ın oğulları ve kızları.
sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
çünkü ruhlar yarındadır,
siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
okçunun önünde kıvançla eğilin
çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
(bkz: halil cibran )
neydi aradığımız?
kapılarında kölelik yapacak kadar feragat edeceklerimiz?
bizi bizden yeniden doğuracak sandıklarımız?
tapındığımız para mıydı? yoksa onun getireceği mutluluk muydu?
uğrunda neşrettiğimiz bir parçacık aşk mıydı, bizi bizden alıp götürmesine izin verip, sonrasında da hep bir dağılmışlığımızın parçalarını aratan, aramaya mecbur kılan mefhum?
sahi neydi mutluluk?
mutluluktan doğan aşk mıydı?
kimyasal bir coşkunluğun kodsal açılımı mıydı bu bize ‘mutlu aşk’ adında, yoksa beynimizin oynadığı ve gerçeği sakladığı penah bir yerin gizinin ihaneti miydi? algıya açık bir durum dendiniz değil mi, evet; haklı serzendiniz…
yaşanılanı kutsal sayıp, bittiğinde kutsallığın ırzına geçmekti mutluluğu anlatmak, öyle değil mi?
anıları acıya çevirip, güzel olanı bir kalemde silmekti aymazca, algılandığınca tabii yazık ki pek insanca(!),
lafazan bir safsata ile geride kalanı geleceğe taşıma gafleti ile mahvettik bugünümüzü.
anı yaşamayı bir türlü beceremeyip, onu geleceğimize taşıdık, taşıdık ki en güzel olanı, mutlu aşk olanı umutsuz gelecek yaptık, yeni ilişkilerimize yamadık, ne beriki ile olabildiklerimizin anısına saygı duyabildik, ne de şimdikinin elinde olanın kıymetini bilip, hakkını verebildik ona!
her şeyin zamanında ve yaşanılanın anında güzel olduğunun gerçeğini unuttuk, unutturduk ki, narsist tarafımızın daha da haz alacağına inandık acılarımızla doğduğumuzu sanarak. yüzeyselliğinde yüzeye vurduk, bir balık canhıraşı ile, nefes alamamanın güdüklüğü ile!
mutlu olan aşkı geçmişinde ve anında bırakamayıp, bugünlerimize taşımamızın bedbahtlığı ile söylendik durduk, küfürler savurup yaşanılan o canım güzelliğe ihanetler ettik, bize edilen ihanetlerin arkasına sığınarak!
yok, bilemediniz; en büyük kötülüğü kendimize ettik, yaşanan aşklarda da tatminsiz ve biçare olduk.
mutlu aşk vardır da, mutlu olmayı bilen insan çok yok demektir en doğrusu.
mutlu aşk var da, bunu yaşayabilecek insan az var demek en gerçeği.
...
kapılarında kölelik yapacak kadar feragat edeceklerimiz?
bizi bizden yeniden doğuracak sandıklarımız?
tapındığımız para mıydı? yoksa onun getireceği mutluluk muydu?
uğrunda neşrettiğimiz bir parçacık aşk mıydı, bizi bizden alıp götürmesine izin verip, sonrasında da hep bir dağılmışlığımızın parçalarını aratan, aramaya mecbur kılan mefhum?
sahi neydi mutluluk?
mutluluktan doğan aşk mıydı?
kimyasal bir coşkunluğun kodsal açılımı mıydı bu bize ‘mutlu aşk’ adında, yoksa beynimizin oynadığı ve gerçeği sakladığı penah bir yerin gizinin ihaneti miydi? algıya açık bir durum dendiniz değil mi, evet; haklı serzendiniz…
yaşanılanı kutsal sayıp, bittiğinde kutsallığın ırzına geçmekti mutluluğu anlatmak, öyle değil mi?
anıları acıya çevirip, güzel olanı bir kalemde silmekti aymazca, algılandığınca tabii yazık ki pek insanca(!),
lafazan bir safsata ile geride kalanı geleceğe taşıma gafleti ile mahvettik bugünümüzü.
anı yaşamayı bir türlü beceremeyip, onu geleceğimize taşıdık, taşıdık ki en güzel olanı, mutlu aşk olanı umutsuz gelecek yaptık, yeni ilişkilerimize yamadık, ne beriki ile olabildiklerimizin anısına saygı duyabildik, ne de şimdikinin elinde olanın kıymetini bilip, hakkını verebildik ona!
her şeyin zamanında ve yaşanılanın anında güzel olduğunun gerçeğini unuttuk, unutturduk ki, narsist tarafımızın daha da haz alacağına inandık acılarımızla doğduğumuzu sanarak. yüzeyselliğinde yüzeye vurduk, bir balık canhıraşı ile, nefes alamamanın güdüklüğü ile!
mutlu olan aşkı geçmişinde ve anında bırakamayıp, bugünlerimize taşımamızın bedbahtlığı ile söylendik durduk, küfürler savurup yaşanılan o canım güzelliğe ihanetler ettik, bize edilen ihanetlerin arkasına sığınarak!
yok, bilemediniz; en büyük kötülüğü kendimize ettik, yaşanan aşklarda da tatminsiz ve biçare olduk.
mutlu aşk vardır da, mutlu olmayı bilen insan çok yok demektir en doğrusu.
mutlu aşk var da, bunu yaşayabilecek insan az var demek en gerçeği.
...
(bkz: mutlu aşk yoktur).
ölüm mü?
peki ya sonrası?
ötesi?
ama ben öncesini yaşadım, gördüm; nasıl olur da isterim ölümü? nasıl ararım ölümü? nasıl vazgeçerim nefes almaktan? aşık olmaktan? öpüşmekten? adem olmaktan? havva kalmaktan? kuş olup uçabilmekten? sema olup mavi kalmaktan? böcek olup doğa ile bütünleşmekten? esrik olmanın deminden ve dahi deliliğinden? var olmaktan? nihilist olup yok olmaktan? bunca gel-git hayhuy ve hislerden?
bilmediği şeyi nasıl sever? nasıl ister? nasıl tapınır insan?
tanrı’yı karıştırma.
“ hiçbir sözcüğün, hiçbir kavramın dokunamadığı bir kutsallık vardır. zihin onu kavrayamaz; sadece kurgular üretir. ama kelimelerin, sembollerin, kavramların ötesinde, kendi içinde bütünüyle tutarlı bir kutsallık vardır.
dile getirilemez. bir olgudur.”
ama peki ya ölüm?
bayım fena halde yanılıyorsunuz! bir canlı pekâla kendinden güçlü olana inanır, sığınır, onu bilinci ile şekle sokar; pekala deneyimlenmiş olanda bir tanrı yaratır, aslında hiçbir şeyde olmayanı bir forma sokmanın gafleti ile. ancak ölüm böyle değildir. o bilincin deneyimlemiş olduğu şey olmamasına rağmen tüketendir, sona erdirendir, sahip olduğun her şeyi elinden alandır ve seni bilmediğin yere götürendir.
bir düşünsene; kayıplara razı gelmeyen, kafa tutan adem, ölmeyi nasıl hazemeder?
ölüm denen eline koca bir ‘hiç’ koyacak durumu nasıl kabul eder?
kapı içerisine buyur eder?
yok olacağını seçimsiz, telaşsız ve korkusuz nasıl betimler ve sahip olduğu her şeyden feragat eder?
bir ‘hiçe’ mesela, ‘bir boşluğa’ pekâla, bir ‘bilinmezliğe’ en âlâsıyla, korkularıyla, savunmasızlığıyla…
insan hep kazancı için didinir. inancı kazancı içindir, aşkı kazancı uğrunadır, ebeveyn olması, zaruriyetleri; her şeyi ama baştan aşağısı, tepeden tırnağı; kazancı namına, güç istenci namınadır. varoluş kodları sanki kişiyi alaya alır gibi buna eşitlemiştir adeta. cerbezeli tanrı kelamları dahi bunun için kullanır insan aklı kurnazlığınca…
“ inanıyorsunuz. kendinizi inandırıyorsunuz. çok zeki grularınız, tapınaklarınız, sembolleriniz var. çatıştıkça para kazanıyorsunuz. para kazandıkça daha çok tapınak yapıyorsunuz. gülmeyin. sadece kazanmaya çalışıyorsunuz, hepsi bu.”
tüm kazandıklarını, yıllardır toplayıp biriktirdiklerini nasıl terk eder insan? hem de bilmediği bir ‘şeye’? ölüme? ve yok olmaya? ve elindekilerini kaybetmeye?
ölerek yaşacağını bilmek nasıl bir kader? nasıl bir akıl kavramıdır? bunu bilerek yaşamanın bedeli belki de bunca bencillik, namussuzluk, tüketim, çatışma, iki yüzlülüktür.
belki de yüzyıllardır ademoğluna ve havvakızına gereksiz haksızlık ve anlayışsız suçlamalar yaptık. ve belki de biz ölümlü canlıyı bu yüzden anlamadık. ölümden korkmasını anlamlandıramadık. sanırım sahip olmayı, hayatta kalacağına inandığı için biriktirmeyi ve çoğaltmayı bunun için istedi. ne kadar çok kazanırsa, o kadar çok ölümden kaçacaktı. ölümden kaçtıkça daha çok yaşayacaktı. daha çok yaşadıkça, daha çok ölümsüzleşecekti; ve kısırdöngüsünü yineleyecekti. ve belki de bilinçaltının hain oyunu ile sona yaklaşmayı erteleyecekti…
hep bilecekti oysa:
öleceğini;
ölümlü olduğunu…
peki ya sonrası?
ötesi?
ama ben öncesini yaşadım, gördüm; nasıl olur da isterim ölümü? nasıl ararım ölümü? nasıl vazgeçerim nefes almaktan? aşık olmaktan? öpüşmekten? adem olmaktan? havva kalmaktan? kuş olup uçabilmekten? sema olup mavi kalmaktan? böcek olup doğa ile bütünleşmekten? esrik olmanın deminden ve dahi deliliğinden? var olmaktan? nihilist olup yok olmaktan? bunca gel-git hayhuy ve hislerden?
bilmediği şeyi nasıl sever? nasıl ister? nasıl tapınır insan?
tanrı’yı karıştırma.
“ hiçbir sözcüğün, hiçbir kavramın dokunamadığı bir kutsallık vardır. zihin onu kavrayamaz; sadece kurgular üretir. ama kelimelerin, sembollerin, kavramların ötesinde, kendi içinde bütünüyle tutarlı bir kutsallık vardır.
dile getirilemez. bir olgudur.”
ama peki ya ölüm?
bayım fena halde yanılıyorsunuz! bir canlı pekâla kendinden güçlü olana inanır, sığınır, onu bilinci ile şekle sokar; pekala deneyimlenmiş olanda bir tanrı yaratır, aslında hiçbir şeyde olmayanı bir forma sokmanın gafleti ile. ancak ölüm böyle değildir. o bilincin deneyimlemiş olduğu şey olmamasına rağmen tüketendir, sona erdirendir, sahip olduğun her şeyi elinden alandır ve seni bilmediğin yere götürendir.
bir düşünsene; kayıplara razı gelmeyen, kafa tutan adem, ölmeyi nasıl hazemeder?
ölüm denen eline koca bir ‘hiç’ koyacak durumu nasıl kabul eder?
kapı içerisine buyur eder?
yok olacağını seçimsiz, telaşsız ve korkusuz nasıl betimler ve sahip olduğu her şeyden feragat eder?
bir ‘hiçe’ mesela, ‘bir boşluğa’ pekâla, bir ‘bilinmezliğe’ en âlâsıyla, korkularıyla, savunmasızlığıyla…
insan hep kazancı için didinir. inancı kazancı içindir, aşkı kazancı uğrunadır, ebeveyn olması, zaruriyetleri; her şeyi ama baştan aşağısı, tepeden tırnağı; kazancı namına, güç istenci namınadır. varoluş kodları sanki kişiyi alaya alır gibi buna eşitlemiştir adeta. cerbezeli tanrı kelamları dahi bunun için kullanır insan aklı kurnazlığınca…
“ inanıyorsunuz. kendinizi inandırıyorsunuz. çok zeki grularınız, tapınaklarınız, sembolleriniz var. çatıştıkça para kazanıyorsunuz. para kazandıkça daha çok tapınak yapıyorsunuz. gülmeyin. sadece kazanmaya çalışıyorsunuz, hepsi bu.”
tüm kazandıklarını, yıllardır toplayıp biriktirdiklerini nasıl terk eder insan? hem de bilmediği bir ‘şeye’? ölüme? ve yok olmaya? ve elindekilerini kaybetmeye?
ölerek yaşacağını bilmek nasıl bir kader? nasıl bir akıl kavramıdır? bunu bilerek yaşamanın bedeli belki de bunca bencillik, namussuzluk, tüketim, çatışma, iki yüzlülüktür.
belki de yüzyıllardır ademoğluna ve havvakızına gereksiz haksızlık ve anlayışsız suçlamalar yaptık. ve belki de biz ölümlü canlıyı bu yüzden anlamadık. ölümden korkmasını anlamlandıramadık. sanırım sahip olmayı, hayatta kalacağına inandığı için biriktirmeyi ve çoğaltmayı bunun için istedi. ne kadar çok kazanırsa, o kadar çok ölümden kaçacaktı. ölümden kaçtıkça daha çok yaşayacaktı. daha çok yaşadıkça, daha çok ölümsüzleşecekti; ve kısırdöngüsünü yineleyecekti. ve belki de bilinçaltının hain oyunu ile sona yaklaşmayı erteleyecekti…
hep bilecekti oysa:
öleceğini;
ölümlü olduğunu…
gün itibariyle toplanılması için henüz bir ay gibi uzun ömrü olan bir zirve olacağa benzer.
gerçi sözlük zirveleri organizatörü olan tecrübelerime dayanarak diyorum, çok önceden belirlenen zirvelere katılım sayısı çok oluyor ama iş fiziksel eyleme döküldüğünde hüsranlar da katılım yoğunluğu gibi çok oluyor.
olumsuzluğu bırakıyorum bir kenara; aksi bir hal olmadığı takdirde, yeni olmamdan kaynaklı henüz sözlükte pek çoklarını tanımamama rağmen, ben de gelmeyi planlıyorum.
sayın organizatör, tahtaya benim de adımı yazın lütfen.
gerçi sözlük zirveleri organizatörü olan tecrübelerime dayanarak diyorum, çok önceden belirlenen zirvelere katılım sayısı çok oluyor ama iş fiziksel eyleme döküldüğünde hüsranlar da katılım yoğunluğu gibi çok oluyor.
olumsuzluğu bırakıyorum bir kenara; aksi bir hal olmadığı takdirde, yeni olmamdan kaynaklı henüz sözlükte pek çoklarını tanımamama rağmen, ben de gelmeyi planlıyorum.
sayın organizatör, tahtaya benim de adımı yazın lütfen.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?