ağzı süt kokan bebek değilim; yalanları çiğnemiş harmanlarcasına dişlerim.
bir orospu edasıyla sevişmiş sunak taşlarım. – ve hancı, bir şarap daha getir günahlarımın şerefine. ve sus, tek kelime de etme gecemin zehir rengine!
acıları bedenime zevk yaptım, kim ne anlar ve anlam verir ki deliliğin kaç para ederliğine? gözün gördüğüdür en çok gerçek olan ve arsızca ırzına geçirilip ‘hakikat’ bellenen. bellemek; belleklere kazınandan değil, fahişeyi köşeye sıkıştırıp, parasını ödemeden tecavüz edeninden. öyle rezilce ama aslında kutsanmış olan egonun raks eden seviciliğiyle.
börtü-böcek, mavi gökyüzü, yeşilinden bahçe-dere; kadınından ve erkeğinden sevgi pıtırcıkları. müstehzi geçmişleri vardır da, saklanmasını iyi bilirler. şşttt, hepsi birer erdemli insan evladı.
izbe bir balgam, suratına tükürülen; sende de laçka bir tavır, ve bir iki kelam: “ohh, yarabbi şükür!..” sözün bittiği yer, daha ne denir ki!..
cesaretimi kınayana selam olsun; cesaretsizliği bastırıp, kıskançlıkları ile beni kötüleyene… namusu kurallara çerçeveleyene. ağızdan dökülecek her müstehcen kelime ile yaftalamak gafletinde olan, hı hıı, sözüm sana: ne istersin benim gibi saygı duyup, kendince yaşayandan? – ve hancı, boş kadehi kaldır gözümün önünden. ve konuş, tek kelime etmeden!
sıkıldım oyunlardan. daha gerçek var mı diye sorma iç ceplerimde. hey adam -duy beni, ve kadın –sev beni. titrekliğimdeki doğrulukta görün derinliğimi.
seviyorum hepinizi.
- ve hancı, git getir çıplaklığımı örtecek giysilerimi. ve itiraf et, söyle yalanlarımı da, dök içindekileri.
...
kaçış yok demiyor sağa dönüşteki tabela. sola sapmalar belki de daha da bir bela; ama isteğim yoğun kaçmaya.
inanmak istemediğim gerçekler var zulamda, vuranlarından hem nalına hem de mıhına! ezber bozdurup, günaha sokacak senalıkta.
illa kaçmalı, kaçınılmalı.
ilk yaramı alalı on dört yıl oldu, ön dört yaşımda...
hayat toz pembe değil dediğinde çocukluk aşkım, suratına çarptığım ilk tokattı, hem de bir erkeğe ilk vuruşum... sonrasında nereden bilecektim hayat hep çarpacaktı suratıma?
felsefeyi, bir sineğin kanatlarını kopartmak ve ayak altında ezerken çıkardığı sesten ve bıraktığı histen ibaret sanıp, ondan sonuçlar çıkarmaktı son tahlilde yaşamak usumda.
ne bilirdim daha o yaşlarda, nietzsche yi, sartreyi camusu, freudu, woolfu... gerçi buna inanmakta bir meseleydi o yaşlarda, haklısınız haklılığınızca...
aşk mı dedi biriniz?
evet, bilirim, en çok da bunu beklediniz. gizleri severdiniz, üstelik penah köşelerde bekleyenlerin hikayesinden isterdiniz! pek alâ, bu gerçeğe inanmamı isterdiniz. dahası, buna tapınmamı temenni edersiniz.
çıldırttı kimini, öldürttü beriki aşığını, sevişip teninde yok oldu diğeri, ama inandı çokları bu gerçeğe.
ben mi diye sordunuz?
hahahaha, deliliğim resmetmedi mi size kendisini?
satırlarım sunmadı mı cerbezeli sevgisini?
ama yaşanan her hayal kırıklığı, dökülen evin her bir kenar ya da tavan sıvası-boyası, inanmamaya itti beni.
dostluğa sığındım herkes gibi.
yediğim kazıklar tövbe namına yeminler dizdirdi;
sonunda yalnızlığa da gebe kaldım kabul ettim ama, doğama aykırı olanı beceremedim ben de...
kaçış yok demiyor sağa dönüşteki tabela. sola sapmalar belki de daha da bir bela; ama isteğim yoğun kaçmaya.
inanmak istemediğim gerçekler var zulamda, vuranlarından hem nalına hem de mıhına! ezber bozdurup, günaha sokacak senalıkta.
illa kaçmalı, kaçınılmalı.
peki, neden imtina ile inanmak istenilmeyen gerçeklerden sakınılmalı?
neden onlardan saklanmalı?
...
inanmak istemediğim gerçekler var zulamda, vuranlarından hem nalına hem de mıhına! ezber bozdurup, günaha sokacak senalıkta.
illa kaçmalı, kaçınılmalı.
ilk yaramı alalı on dört yıl oldu, ön dört yaşımda...
hayat toz pembe değil dediğinde çocukluk aşkım, suratına çarptığım ilk tokattı, hem de bir erkeğe ilk vuruşum... sonrasında nereden bilecektim hayat hep çarpacaktı suratıma?
felsefeyi, bir sineğin kanatlarını kopartmak ve ayak altında ezerken çıkardığı sesten ve bıraktığı histen ibaret sanıp, ondan sonuçlar çıkarmaktı son tahlilde yaşamak usumda.
ne bilirdim daha o yaşlarda, nietzsche yi, sartreyi camusu, freudu, woolfu... gerçi buna inanmakta bir meseleydi o yaşlarda, haklısınız haklılığınızca...
aşk mı dedi biriniz?
evet, bilirim, en çok da bunu beklediniz. gizleri severdiniz, üstelik penah köşelerde bekleyenlerin hikayesinden isterdiniz! pek alâ, bu gerçeğe inanmamı isterdiniz. dahası, buna tapınmamı temenni edersiniz.
çıldırttı kimini, öldürttü beriki aşığını, sevişip teninde yok oldu diğeri, ama inandı çokları bu gerçeğe.
ben mi diye sordunuz?
hahahaha, deliliğim resmetmedi mi size kendisini?
satırlarım sunmadı mı cerbezeli sevgisini?
ama yaşanan her hayal kırıklığı, dökülen evin her bir kenar ya da tavan sıvası-boyası, inanmamaya itti beni.
dostluğa sığındım herkes gibi.
yediğim kazıklar tövbe namına yeminler dizdirdi;
sonunda yalnızlığa da gebe kaldım kabul ettim ama, doğama aykırı olanı beceremedim ben de...
kaçış yok demiyor sağa dönüşteki tabela. sola sapmalar belki de daha da bir bela; ama isteğim yoğun kaçmaya.
inanmak istemediğim gerçekler var zulamda, vuranlarından hem nalına hem de mıhına! ezber bozdurup, günaha sokacak senalıkta.
illa kaçmalı, kaçınılmalı.
peki, neden imtina ile inanmak istenilmeyen gerçeklerden sakınılmalı?
neden onlardan saklanmalı?
...
o kadar zordur ki maşuk olmak ve aslında kalabilmek. an olur, kendi huyunuzdan, suyunuzdan birinin çarpıverirsiniz kale kapısına.
engeldir ya bu kapılar açılmaz olursa olsun ne bahasına.
çok istersiniz sevildiğinizi bilmek ama ısrarla itilirsiniz asik konumuna.
illa seven taraf olursunuz, sevilen olmak öteki tarafa yâd olmuştur çokça.
med-cezirler yaşanır, sonuçlar gelmez harcırah düşüncelerde.
size kalan sevdiğinizi bilmektir, derdi daha çok göğüslemektir.
sevildiğini bilen çıkmıştır deli damına, çıtlatmaktadır çekirdeğini umarsızca.
hayat onundur nasıl olsa. keyif onundur ilişkinin en kıdemli senalığında...
haydi size geçmişler ola.
engeldir ya bu kapılar açılmaz olursa olsun ne bahasına.
çok istersiniz sevildiğinizi bilmek ama ısrarla itilirsiniz asik konumuna.
illa seven taraf olursunuz, sevilen olmak öteki tarafa yâd olmuştur çokça.
med-cezirler yaşanır, sonuçlar gelmez harcırah düşüncelerde.
size kalan sevdiğinizi bilmektir, derdi daha çok göğüslemektir.
sevildiğini bilen çıkmıştır deli damına, çıtlatmaktadır çekirdeğini umarsızca.
hayat onundur nasıl olsa. keyif onundur ilişkinin en kıdemli senalığında...
haydi size geçmişler ola.
dünya armağan adına ya da tadında bir şey sunacaksa bana, en çok göçmen olmayı istedim, ait olmamayı diledim hep arzularımla, hırslarımla.
bir zaman o tepede, bir başka mevsim o kentte, bir de bakmışım bir dağ evinde, birden bire şehrin en kalabalık istikametinde, merkezinin tam göbeğinde; kâh kırsallıklarda, kâh kalabalıklarda, kaybolmakla ait olamamanın huzursuzluğunda, ille de kendini arayışta, yeniliklere hep yelkenler açmada, yeni insanları ve kültürleri tanımada, üretmeyi bu pervasızlıkta, çoğaltmayı, köklerinin hesabını sormak için yeltendiğimde kendimi anlamsızca paylayıp, ardından kahkahalar atmayı, huzursuz bir ruh ile o diyardan bu diyara koşmayı, bu uğurda yorulmayı, tükenmeyi ve beraberinde üretmeyi çok istedim.
hep bir gıpta vardı kanatları ile yaşayanlara, hep bir derin özlem bu denli özgür olmaya.
ancak öte yandan koşullanmış bir kök salmışlık, tuhaf bir girizgâh aitlik hissi kuşatıyor ayrıca. önümü-arkamı-sağımı-solumu sobe yapıyor acımasızca.
karar zulasını elle yokladığımda, ya biri ya da diğeri diyor tercihler kumkuması.
oysa ne çok isterdim ilahinaye olacak tercihler silsilesini.
gergefe gerilen bir patiska üzerine işlenen o emekler dolusu binlerce işleme taneleri olmayı, her bir parçamın ayrı yere dağılmasını…
yalan söylüyor olabilir mi köklerinin olmadığını iddia eden havva kızları, adem oğulları?
“bir yanım orada, öteki yanım şu yanda” diyen anka kuşları?
öyle ya, varsa bu tarz insan evladı, yeniden doğuyordur küllerinden her seyrüsefer ringlerinde. her aitsizlik, bir başka keşfi getirmekte, her keşif bir başka heyecanı sunmakta bergüzar tadında, her armağan bir başka kapı açmakta hayat yollarına. ve her hayat yolu, yeniden doğmayı, üretmeyi, bünyede kozmopolitliği barındırıyor son tahlilde.
imkânı var mı köksüz kalmaya? cennetin tuba ağacı olmaya? kökleri havada olacak şekilde yaşamaya? her keşifte yeni bir ben bulmaya? her ‘benlik’ buluşlarda hayata daha bir karışmaya, daha bir çoğalmaya?
dünya armağan adına ya da tadında bir şey sunacaksa bana, en çok göçmen olmayı istedim, ait olmamayı diledim hep arzularımla, hırslarımla.
ama hayat tam tersini sundu bana.
köklerim öyle bir yerleşti ki toprağa, ne ben istedim çıkarmayı, ne de hayat öngördü bunu. saplanmışlığı yaşadım çokça.
bir zaman o tepede, bir başka mevsim o kentte, bir de bakmışım bir dağ evinde, birden bire şehrin en kalabalık istikametinde, merkezinin tam göbeğinde; kâh kırsallıklarda, kâh kalabalıklarda, kaybolmakla ait olamamanın huzursuzluğunda, ille de kendini arayışta, yeniliklere hep yelkenler açmada, yeni insanları ve kültürleri tanımada, üretmeyi bu pervasızlıkta, çoğaltmayı, köklerinin hesabını sormak için yeltendiğimde kendimi anlamsızca paylayıp, ardından kahkahalar atmayı, huzursuz bir ruh ile o diyardan bu diyara koşmayı, bu uğurda yorulmayı, tükenmeyi ve beraberinde üretmeyi çok istedim.
hep bir gıpta vardı kanatları ile yaşayanlara, hep bir derin özlem bu denli özgür olmaya.
ancak öte yandan koşullanmış bir kök salmışlık, tuhaf bir girizgâh aitlik hissi kuşatıyor ayrıca. önümü-arkamı-sağımı-solumu sobe yapıyor acımasızca.
karar zulasını elle yokladığımda, ya biri ya da diğeri diyor tercihler kumkuması.
oysa ne çok isterdim ilahinaye olacak tercihler silsilesini.
gergefe gerilen bir patiska üzerine işlenen o emekler dolusu binlerce işleme taneleri olmayı, her bir parçamın ayrı yere dağılmasını…
yalan söylüyor olabilir mi köklerinin olmadığını iddia eden havva kızları, adem oğulları?
“bir yanım orada, öteki yanım şu yanda” diyen anka kuşları?
öyle ya, varsa bu tarz insan evladı, yeniden doğuyordur küllerinden her seyrüsefer ringlerinde. her aitsizlik, bir başka keşfi getirmekte, her keşif bir başka heyecanı sunmakta bergüzar tadında, her armağan bir başka kapı açmakta hayat yollarına. ve her hayat yolu, yeniden doğmayı, üretmeyi, bünyede kozmopolitliği barındırıyor son tahlilde.
imkânı var mı köksüz kalmaya? cennetin tuba ağacı olmaya? kökleri havada olacak şekilde yaşamaya? her keşifte yeni bir ben bulmaya? her ‘benlik’ buluşlarda hayata daha bir karışmaya, daha bir çoğalmaya?
dünya armağan adına ya da tadında bir şey sunacaksa bana, en çok göçmen olmayı istedim, ait olmamayı diledim hep arzularımla, hırslarımla.
ama hayat tam tersini sundu bana.
köklerim öyle bir yerleşti ki toprağa, ne ben istedim çıkarmayı, ne de hayat öngördü bunu. saplanmışlığı yaşadım çokça.
saydım ona kadar.
bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz ve onnn…
işte hepsi bu.
bir:
doğdum, geldim dünyaya.
gerek var mıydı? bilmiyorum.
iki:
çocuktum, büyüyordum, hızla yol aldım hayatta.
anlamı var mıydı? olmaz mı, hem de çokça!..
üç:
büyüdüm, bir yetişkinim artık.
yanılıyorsunuz, hala anlamı var, anlamlı bu hayat bana.
dört:
neden bana söylemediler, yaşanılan yer aslında tam bir koşturmaca…
hayat anlamını yitiriyor, katre kerte eksiliyor, müstehzi eğleniyor sanıyorum sanrılarımla!
beş:
çağımın en güzelini armağan ettim yaşama.
anlam mı dediniz? kendisi artık yaşamıyor umutlarımda. çoktan taşındı başka kapıya, başka surlara…
altı:
tanrım, biri bana yardım etmeli. yoksa şimdi şuracıkta kıyacağım bu cana. bu çeper kimliklerle daha fazla üretemeyeceğim bu dünyaya.
anlam nedir, onu bilmiyorum artık yok oluşlarımla…
yedi:
ilk ilaçlarımı aldım. daha durgun, peyderpey daha sakin her şey. tüm ezalar bir yana, benim iç dünyam öteki tarafa. hahahaha… hayat ne ala!..
işte budur anlam denilen kavramın tam karşılığı.
sekiz:
bulamıyorum ilaçlarımı! kimse yok şuan yanımda. çıldırmak üzereyim, yok mu yardım eden bana?
dokuz:
neden herkes bir tuhaf. neden iletişimler birbirinden kopuk ve bağımsız.
güdük kalan nedir yaşamımda?
neden bu kadar soğuk bu duvarlar? km bu etrafımdaki yabancılar? neredeyim ben, kim bu bedendeki adam?
on:
artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
diyar-ı esrar sarmaş dört bir yanımı. ölüme merdiven dayamış ömrün sonbaharı.
neden delirdim, müsebbiplerine sormalı…
bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz ve onnn…
işte hepsi bu.
bir:
doğdum, geldim dünyaya.
gerek var mıydı? bilmiyorum.
iki:
çocuktum, büyüyordum, hızla yol aldım hayatta.
anlamı var mıydı? olmaz mı, hem de çokça!..
üç:
büyüdüm, bir yetişkinim artık.
yanılıyorsunuz, hala anlamı var, anlamlı bu hayat bana.
dört:
neden bana söylemediler, yaşanılan yer aslında tam bir koşturmaca…
hayat anlamını yitiriyor, katre kerte eksiliyor, müstehzi eğleniyor sanıyorum sanrılarımla!
beş:
çağımın en güzelini armağan ettim yaşama.
anlam mı dediniz? kendisi artık yaşamıyor umutlarımda. çoktan taşındı başka kapıya, başka surlara…
altı:
tanrım, biri bana yardım etmeli. yoksa şimdi şuracıkta kıyacağım bu cana. bu çeper kimliklerle daha fazla üretemeyeceğim bu dünyaya.
anlam nedir, onu bilmiyorum artık yok oluşlarımla…
yedi:
ilk ilaçlarımı aldım. daha durgun, peyderpey daha sakin her şey. tüm ezalar bir yana, benim iç dünyam öteki tarafa. hahahaha… hayat ne ala!..
işte budur anlam denilen kavramın tam karşılığı.
sekiz:
bulamıyorum ilaçlarımı! kimse yok şuan yanımda. çıldırmak üzereyim, yok mu yardım eden bana?
dokuz:
neden herkes bir tuhaf. neden iletişimler birbirinden kopuk ve bağımsız.
güdük kalan nedir yaşamımda?
neden bu kadar soğuk bu duvarlar? km bu etrafımdaki yabancılar? neredeyim ben, kim bu bedendeki adam?
on:
artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
diyar-ı esrar sarmaş dört bir yanımı. ölüme merdiven dayamış ömrün sonbaharı.
neden delirdim, müsebbiplerine sormalı…
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?