büyümeyen ya da büyümek istemeyen erişkinlerin eylemi.
(bkz: bana ne bana ne)
üçüncü dünya ülkelerinden sayılan türkiyede bile kaldırılmış olan ama kendilerini en uygar ülke olarak gören abd nin pek çok eyaletinde hala uygulanmakta olan bir ceza türü.
kişinin bütün mantıksız davranışlarına bahane olarak kullanabileceği bir cümledir.
bir durumun tartışılabilirliğini ve herkese göre farklı yorumlanabileceğini belirten, soru cümlesi gibi duran ama soru değil ima içeren söz öbeği.
bütün evrenin, her varlığın ve olgunun, en temelde maddi özellik gösteren öğelerden oluştuğu, bunlarla ilgili açıklamaların da bu öğelere ve aralarındaki ilişkilere indirgenebileceği yolundaki görüş.
maddecilik özellikle, dualist ve tinselci görüşler karşısında gelişmiştir. bunların ilkinden daha çok tekçi özelliğiyle, ikincisinden ise idealizme karşı gerçekçi özelliğiyle ayrılır. dualizmdeki apayrı ve birbirine indirgenemeyecek iki varlık görüşüne karşı maddecilik, varlığın en temelde tek bir biçimi olduğunu gösterir. buna göre, düşünsel ya da zihinsel denen olgular ya maddi olguların karmaşık biçimleridir ya da varlıkların temellerindeki yapıya indirgenerek açıklanabilir. tinselci ve idealist görüşler karşısında da maddecilik düşünsel ya da zihinsel olguların kendi başlarına var olmadıklarını, görünürdeki var oluşlarının ise onları olanaklı kılan maddi bir temel üzerinde açıklanabileceğini gösterir.. ruh-beden ya da düşünce-madde ayrımının aldatıcı olduğunu bu iki varlık türünün gerçekte tek bir maddi temelden oluşacağını belrtir.
"madde zihnin ürünü değil; bilakis bizzat zihin maddenin ürünüdür."
materyalizme göre;
bilimsel gerçek; hacmi ve ağırlığı olan herşey maddedir.
tüm canlı ve cansızların hacmi ve ağırlığı olduğuna göre tüm canlı ve cansızlarda maddedir.
bilimsel gerçek: tüm maddelerin en küçük yapı taşına atom denir. tüm maddeler atomdan oluşur.
tüm maddeler atomdan oluşuyor ise canlılarda atomdan oluşuyor demektir. çünkü canlılarda maddedir.
o halde tüm canlı ve cansızların temel yapı taşı aynıdır; atomdur; madde ana unsurdur...
maddecilik özellikle, dualist ve tinselci görüşler karşısında gelişmiştir. bunların ilkinden daha çok tekçi özelliğiyle, ikincisinden ise idealizme karşı gerçekçi özelliğiyle ayrılır. dualizmdeki apayrı ve birbirine indirgenemeyecek iki varlık görüşüne karşı maddecilik, varlığın en temelde tek bir biçimi olduğunu gösterir. buna göre, düşünsel ya da zihinsel denen olgular ya maddi olguların karmaşık biçimleridir ya da varlıkların temellerindeki yapıya indirgenerek açıklanabilir. tinselci ve idealist görüşler karşısında da maddecilik düşünsel ya da zihinsel olguların kendi başlarına var olmadıklarını, görünürdeki var oluşlarının ise onları olanaklı kılan maddi bir temel üzerinde açıklanabileceğini gösterir.. ruh-beden ya da düşünce-madde ayrımının aldatıcı olduğunu bu iki varlık türünün gerçekte tek bir maddi temelden oluşacağını belrtir.
"madde zihnin ürünü değil; bilakis bizzat zihin maddenin ürünüdür."
materyalizme göre;
bilimsel gerçek; hacmi ve ağırlığı olan herşey maddedir.
tüm canlı ve cansızların hacmi ve ağırlığı olduğuna göre tüm canlı ve cansızlarda maddedir.
bilimsel gerçek: tüm maddelerin en küçük yapı taşına atom denir. tüm maddeler atomdan oluşur.
tüm maddeler atomdan oluşuyor ise canlılarda atomdan oluşuyor demektir. çünkü canlılarda maddedir.
o halde tüm canlı ve cansızların temel yapı taşı aynıdır; atomdur; madde ana unsurdur...
insanın, kendi deneyimleriyle elde ettiği olguların ötesinde hiçbir şeyin varlığını bilemeyeceğini ileri süren öğreti. agnostisizm hem bir terim , hem de felsefi kavram olarak thomas huxley tarafından ortaya atıldı. huxley agnostik sözcüğünü hem geleneksel yahudi-hıristiyan tanrıcılığını, hem de tanrıtanımazlık öğretisini reddederek tanrının varlığı sorununu ortada bırakan düşünürler için kullandı. terim daha sonra geriye götürülerek bütün bilinemezci öğretileri kapsamıştır. agnostisizm, tarihsel olarak bilimin denetiminden yoksun insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. ilk tepkiyi yunan antikçağ bilgicilerinden duyumcu sofistler vermiştir. onlara göre bilgi duyuların sonucudur ve duyular dışında bilgi edinemez ve herkes için geçerli bilgi olamaz.
yabancılaşma. insanın çevresinden, işinden, emeğinin ürününden ya da benliğinden uzaklaşma ya da ayrılma duygusunu dile getiren kavram.çağdaş yaşamın çözümlenmesinde çok kullanılan bu kavram değişik anlamlara gelir.
1)güçsüzlük: insanın geleceğini kendisinin değil, dış etkenlerin, yazgının, şansın ya da kurumların belirlediğini düşünmesi
2)anlamsızlık: herhangi bir alanda etkinliğin kavranabilirlik ya da tutarlı bir anlam taşımadığı ya da genel olarak yaşamın amaçsız olduğu düşüncesi.
3)kuralsızlık: toplumca benimsenmiş davranış kuralarına bağlılık duygusunun yokluğu ve dolayısıyla davranış sapmalarının, güvensizliğin, sınırsız bireysel rekabetin yaygınlaşması.
4)kültürel yaygınlaşma: toplumdaki yerleşik değerlerden kopma duygusu.
5)toplumdan yalıtlanma: toplumsal ilişkilerden dışlanma ya da yalnız kalma duygusu.
6)kendine yabancılaşma: insanın şu ya da bu şekilde kendi gerçekliğini kavrayamaması
terimi en iyi bilinen anlamıyla karl marx kullanmıştır. marx’a göre bu kavram, insansal ürünlerin insanı boyunduruğu altına alan karşıt güçler haline gelmeleri ve bunun sonucu olarak da insanı insan olmayana dönüştürmeleri sürecini dile getirir. tarihsel süreçte insan , tarihsel ve toplumsal yasaların bilgisini edinip onlara egemen olamamasından ötürü, toplumsal gelişmeyi insansal özünü geliştirici bir biçimde geliştirememiştir. toplumsal yasaların bilincine varmadan toplumsal gelişmeyi bilinçle ve insanca yönetmek olanaksızdı. bu bilgisizliğin sonucu olarak, tarihsel süreçte hep kendisine yabancı, eş deyişle insansal olmayan ürünler ortaya koymuştur. bundan ötürü insan, yarattığı özdeksel ve tinsel dünyasını durmadan zenginleştirdiği halde bizzat kendisini özdeksel ve tinsel olarak durmadan yoksullaştırmıştır. bunun sonucu olarak insan, bizzat kendi kendisine yabancılaşmış ve insan olmayana dönüşmüştür.
1)güçsüzlük: insanın geleceğini kendisinin değil, dış etkenlerin, yazgının, şansın ya da kurumların belirlediğini düşünmesi
2)anlamsızlık: herhangi bir alanda etkinliğin kavranabilirlik ya da tutarlı bir anlam taşımadığı ya da genel olarak yaşamın amaçsız olduğu düşüncesi.
3)kuralsızlık: toplumca benimsenmiş davranış kuralarına bağlılık duygusunun yokluğu ve dolayısıyla davranış sapmalarının, güvensizliğin, sınırsız bireysel rekabetin yaygınlaşması.
4)kültürel yaygınlaşma: toplumdaki yerleşik değerlerden kopma duygusu.
5)toplumdan yalıtlanma: toplumsal ilişkilerden dışlanma ya da yalnız kalma duygusu.
6)kendine yabancılaşma: insanın şu ya da bu şekilde kendi gerçekliğini kavrayamaması
terimi en iyi bilinen anlamıyla karl marx kullanmıştır. marx’a göre bu kavram, insansal ürünlerin insanı boyunduruğu altına alan karşıt güçler haline gelmeleri ve bunun sonucu olarak da insanı insan olmayana dönüştürmeleri sürecini dile getirir. tarihsel süreçte insan , tarihsel ve toplumsal yasaların bilgisini edinip onlara egemen olamamasından ötürü, toplumsal gelişmeyi insansal özünü geliştirici bir biçimde geliştirememiştir. toplumsal yasaların bilincine varmadan toplumsal gelişmeyi bilinçle ve insanca yönetmek olanaksızdı. bu bilgisizliğin sonucu olarak, tarihsel süreçte hep kendisine yabancı, eş deyişle insansal olmayan ürünler ortaya koymuştur. bundan ötürü insan, yarattığı özdeksel ve tinsel dünyasını durmadan zenginleştirdiği halde bizzat kendisini özdeksel ve tinsel olarak durmadan yoksullaştırmıştır. bunun sonucu olarak insan, bizzat kendi kendisine yabancılaşmış ve insan olmayana dönüşmüştür.
bilginin tek kaynağının deney olduğunu ileri süren öğreti... bu öğreti bilginin sadece duyumlardan geldiğini ve deney dışında hiçbir yoldan bilgi edinilemeyeceğini savunur. bilginin duyumlara dayandığı savı, ustan ve doğuştan bilgi olmadığı anlamını içerir. ampirizm, duyumdan ayrı bilgi prensipleri olarak aksiyomların, akli prensiplerin, doğuştan fikirlerin ve kategorilerin varlığını inkar eder. dolayısıyla bütün bilgimizin dayandığı esasların duyulabilir tecrübenin eseri ve mahsulü olduğunu ileri sürer. önsel (apriori) olan hiçbir şeyi kabul etmez.
ampirizm, insanın doğuştan bir takım bilgi esasları olduğunu iddia eden idealizm ve rasyonalizmin karşısındadır. ampirizme göre akıl, mantıki bir role sahiptir, yani olaylardan değil, müşahedelerden elde edilen önermeleri, tutarlı bir sistem halinde tanzim etmek rolüne sahiptir.
ampirizm, şu önemli yanılgıları taşır: diyalektikten yoksun olduğu için tek yanlıdır, bilgi sürecinde deneyin rolünü metafizik bir tutumla saltıklaştırır. ikinci olarak ve bundan ötürü bilgi sürecinde düşüncenin rolünü küçümser. üçüncü olarak ve bundan ötürü bilgi sürecinde düşüncenin göreli bağımsızlığını yadsır. dördüncü olarak ve bunlardan ötürü de öznel öğrenme sürecini etkin bir süreç olarak değil, edilgin bir süreç olarak görür.
ampirist john locke doğuştan, önsel, bir bilgi olmadığını tanıtlamak için “boş levha ( tabula rasa) deyimini kullanmıştır. locke göre insan beyni, doğduğu anda, boş bir levha gibidir. bu levha, yaşandıkça, duyular yoluyla elde edilen algılarla dolacaktır. bu yüzdendir ki yeni doğan çocuk hiçbir şey bilmez ve aptalların levhaları ömür boyu boş kalır. çünkü doğuştan bilgi yoktur. bilgi, ancak duyularla elde edilebilir. kendisine sözü edilmeyen bir şeyi kendiliğinden bilen bir tek kişi gösterilemez. anadan doğma körde renk bilgisi yoktur, çünkü rengi algılayamamaktadır.
ampirizm, insanın doğuştan bir takım bilgi esasları olduğunu iddia eden idealizm ve rasyonalizmin karşısındadır. ampirizme göre akıl, mantıki bir role sahiptir, yani olaylardan değil, müşahedelerden elde edilen önermeleri, tutarlı bir sistem halinde tanzim etmek rolüne sahiptir.
ampirizm, şu önemli yanılgıları taşır: diyalektikten yoksun olduğu için tek yanlıdır, bilgi sürecinde deneyin rolünü metafizik bir tutumla saltıklaştırır. ikinci olarak ve bundan ötürü bilgi sürecinde düşüncenin rolünü küçümser. üçüncü olarak ve bundan ötürü bilgi sürecinde düşüncenin göreli bağımsızlığını yadsır. dördüncü olarak ve bunlardan ötürü de öznel öğrenme sürecini etkin bir süreç olarak değil, edilgin bir süreç olarak görür.
ampirist john locke doğuştan, önsel, bir bilgi olmadığını tanıtlamak için “boş levha ( tabula rasa) deyimini kullanmıştır. locke göre insan beyni, doğduğu anda, boş bir levha gibidir. bu levha, yaşandıkça, duyular yoluyla elde edilen algılarla dolacaktır. bu yüzdendir ki yeni doğan çocuk hiçbir şey bilmez ve aptalların levhaları ömür boyu boş kalır. çünkü doğuştan bilgi yoktur. bilgi, ancak duyularla elde edilebilir. kendisine sözü edilmeyen bir şeyi kendiliğinden bilen bir tek kişi gösterilemez. anadan doğma körde renk bilgisi yoktur, çünkü rengi algılayamamaktadır.
anlamları inceleyen bilim... semantik olarak da bilinir. anlambilim felsefi ya da mantıksal ve dilbilimsel olmak üzere iki farklı açıdan ele alınabilir. felsefi ya da mantıksal yaklaşım, göstergeler ya da sözcükler ile bunların göndergeleri arasındaki bağlantıya ağırlık verir ve adlandırma, düz anlam, yan anlam, doğruluk gibi özellikleri inceler. dilbilimsel yaklaşım ise, zaman içinde anlam değişiklikleri ile dilin yapısı, düşünce ve anlam arasındaki karşılıklı bağlantı gibi konular üstünde durur.
felsefe ve dilbilim alanlarında anlambilim, bir dilin göstergeleri ile bunların anlamları arasındaki bağlantının incelenmesidir. anlambilime farklı yöntem ve amaçlarla yaklaşılsa da, her iki alan da insanların dilsel anlatımlardan nasıl anlam çıkardıklarını açıklamaya çalışmıştır.
felsefe sorunları bir dil içinde ifade edilmek zorunda olduklarından, sonunda dilin kendisi ile ilgili soruşturmalar haline dönüşürler. 1920’lerde ve 1930’larda olgucu okulun mantıkçıları, dile matematik ve mantıkta bulunan kesinliği ve açıklığı getirmeye çalışmışlardır. onlara göre “doğal diller” açıklıktan ve kesinlikten uzaktır. bu nedenlerden belirsizlik ve çokanlamlılıktan arınmış “ideal” bir dil üzerine kurulu bir anlambilim kuramı geliştirmeye çalışmışlardır.
felsefe ve dilbilim alanlarında anlambilim, bir dilin göstergeleri ile bunların anlamları arasındaki bağlantının incelenmesidir. anlambilime farklı yöntem ve amaçlarla yaklaşılsa da, her iki alan da insanların dilsel anlatımlardan nasıl anlam çıkardıklarını açıklamaya çalışmıştır.
felsefe sorunları bir dil içinde ifade edilmek zorunda olduklarından, sonunda dilin kendisi ile ilgili soruşturmalar haline dönüşürler. 1920’lerde ve 1930’larda olgucu okulun mantıkçıları, dile matematik ve mantıkta bulunan kesinliği ve açıklığı getirmeye çalışmışlardır. onlara göre “doğal diller” açıklıktan ve kesinlikten uzaktır. bu nedenlerden belirsizlik ve çokanlamlılıktan arınmış “ideal” bir dil üzerine kurulu bir anlambilim kuramı geliştirmeye çalışmışlardır.
aksiyom.başka bir önermeye götürülemeyen ve tanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önerme. ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonucu varılır. belitlere dayanan bir felsefe, belitlerin yanlışlığı meydana çıkınca çöker.
1)mantık: mantıkta belit terimi, bir şeyi tanıtlamak için kullanılan tanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açık ilke anlamını veriri tanıtlanmayı gerektirmediği gibi tanıtlanamazda. çünkü tanıtlama, daha da açıklamak demektir, buysa daha çok açıklanamaz. her belit bir ilkedir, ama her ilke bir belit değildir. örneğin, “her bütün kendini meydana getiren parçalarından büyüktür” ilkesi bir belittir, buna karşı einstein’in görelilik ilkesi bir belit değildir. metafizik dünya görüşünün ürünü olan bütün mantıklar, “bir şey kendisinin aynıdır” önermesiyle dile getirilen özdeşlik ilkesini belit saymışlardır. hegel’in diyalektik mantığı bunun doğru olmadığını meydana koymuştur. bir şey kendisiyle bile aynı değildir, çünkü sürekli olarak değişmektedir.
2) matematik: nicelikler arasındaki orantıları dile getiren zorunlu önermeler, matematikte belit adıyla tanımlanırlar. örneğin, “bir üçüncü niceliğe ayrı ayrı eşit olan nicelikler birbirine eşittir”, “eşit niceliklere eşit nicelikler eklenirse toplamları da eşit olur”. matematiksel belit, mantıksal belitin niceliklere uygulanmasıdır. aralarında başkaca bir anlam ayrılığı yoktur.
3) dekartçılık: descartes ve başta spinoza olmak üzere izdaşları felsefelerini belitlere dayarlar. örneğin descartes, felsefesini “düşünüyorum, öyleyse varım” belitinden çıkarak kurmuştur. spinoza’da ünlü etika’sında örneğin, “başka bir şeyle tasarlanmayan şeyin kendisiyle tasarlanması gerekir” gibi belitlerden yola çıkar. ne var ki, ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. bundan başka, bu belitler, “parçalarının toplamı bütüne eşittir” gibi belitler gücünde değildirler. daha açık bir deyişle, dekartçıların belitleri öznel, kendilerince belit sayılmış belitlerdir. nitekim cogito’nun yüzyıllarca önceki biçimini çürütmek için, “bin altın düşünüyorum, öyleyse bin altınım var” önermesi ileri sürülmüştür.
1)mantık: mantıkta belit terimi, bir şeyi tanıtlamak için kullanılan tanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açık ilke anlamını veriri tanıtlanmayı gerektirmediği gibi tanıtlanamazda. çünkü tanıtlama, daha da açıklamak demektir, buysa daha çok açıklanamaz. her belit bir ilkedir, ama her ilke bir belit değildir. örneğin, “her bütün kendini meydana getiren parçalarından büyüktür” ilkesi bir belittir, buna karşı einstein’in görelilik ilkesi bir belit değildir. metafizik dünya görüşünün ürünü olan bütün mantıklar, “bir şey kendisinin aynıdır” önermesiyle dile getirilen özdeşlik ilkesini belit saymışlardır. hegel’in diyalektik mantığı bunun doğru olmadığını meydana koymuştur. bir şey kendisiyle bile aynı değildir, çünkü sürekli olarak değişmektedir.
2) matematik: nicelikler arasındaki orantıları dile getiren zorunlu önermeler, matematikte belit adıyla tanımlanırlar. örneğin, “bir üçüncü niceliğe ayrı ayrı eşit olan nicelikler birbirine eşittir”, “eşit niceliklere eşit nicelikler eklenirse toplamları da eşit olur”. matematiksel belit, mantıksal belitin niceliklere uygulanmasıdır. aralarında başkaca bir anlam ayrılığı yoktur.
3) dekartçılık: descartes ve başta spinoza olmak üzere izdaşları felsefelerini belitlere dayarlar. örneğin descartes, felsefesini “düşünüyorum, öyleyse varım” belitinden çıkarak kurmuştur. spinoza’da ünlü etika’sında örneğin, “başka bir şeyle tasarlanmayan şeyin kendisiyle tasarlanması gerekir” gibi belitlerden yola çıkar. ne var ki, ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. bundan başka, bu belitler, “parçalarının toplamı bütüne eşittir” gibi belitler gücünde değildirler. daha açık bir deyişle, dekartçıların belitleri öznel, kendilerince belit sayılmış belitlerdir. nitekim cogito’nun yüzyıllarca önceki biçimini çürütmek için, “bin altın düşünüyorum, öyleyse bin altınım var” önermesi ileri sürülmüştür.
buda’nın ileri sürdüğü gizemsel dünya görüşü ve din.
budizm i.ö 6. yüzyılda, brahmanizm’e bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. brahmanizm’in tanrıları ve kast ayrılıkları, açlık ve yoksulluk içinde acı çeken milyonlarca insanı büsbütün tedirgin etmeye başlamıştı. buda, bu insanlara, dünyadan vazgeçme (nirvana) yoluyla acıdan kurtulmayı öğütlüyordu. yaşam acısız kılınamayınca acı yaşamsızlıkla giderilecekti. buda, tanrının sözünü etmez, kurtuluşu törebilimsel arınmaya bağlar. budizm’e göre insan ruhunu yeniden bedenleşmesi kurban kesmekle olmaz, günahsız iyi davranışlarla sağlanabilirdi. buda’ya göre acı çekme gerçeği (insanları birbirine bağlayan bütün nesneler acı kaynağıdır), istek gerçeği ( acı, insan isteğinden doğar), acının yok edilmesi gerçeği ( acı, her türlü istekten el çekme eş deyişle nirvanalaşmakla yok edilir) ve sekiz tane maddeden oluşan sekiz yol gerçeği olmak üzere dört temel gerçek vardır.
buda’ya göre evrende insanın bağlanabileceği hiçbir şey yoktur, ne özdekte ne de ruhta hiçbir şey sürekli değildir, ne biçim ne öz vardır, her şey gelip geçicidir, dünya yalan ve boştur.
budizm i.ö 6. yüzyılda, brahmanizm’e bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. brahmanizm’in tanrıları ve kast ayrılıkları, açlık ve yoksulluk içinde acı çeken milyonlarca insanı büsbütün tedirgin etmeye başlamıştı. buda, bu insanlara, dünyadan vazgeçme (nirvana) yoluyla acıdan kurtulmayı öğütlüyordu. yaşam acısız kılınamayınca acı yaşamsızlıkla giderilecekti. buda, tanrının sözünü etmez, kurtuluşu törebilimsel arınmaya bağlar. budizm’e göre insan ruhunu yeniden bedenleşmesi kurban kesmekle olmaz, günahsız iyi davranışlarla sağlanabilirdi. buda’ya göre acı çekme gerçeği (insanları birbirine bağlayan bütün nesneler acı kaynağıdır), istek gerçeği ( acı, insan isteğinden doğar), acının yok edilmesi gerçeği ( acı, her türlü istekten el çekme eş deyişle nirvanalaşmakla yok edilir) ve sekiz tane maddeden oluşan sekiz yol gerçeği olmak üzere dört temel gerçek vardır.
buda’ya göre evrende insanın bağlanabileceği hiçbir şey yoktur, ne özdekte ne de ruhta hiçbir şey sürekli değildir, ne biçim ne öz vardır, her şey gelip geçicidir, dünya yalan ve boştur.
eski yunan’da i.ö 5. yüzyılın ikinci yarısından i.ö 4. yüzyılın başlarına değin para karşılığı felsefe öğreten gezgin felsefecilerin (sofistler) oluşturdukları akıma bilgicilik denir.
sofist deyimi, bilgeliği yeğleyen öğreti, bilgi öğretmeni, siyasada yararlı olma sanatı, söz söyleme sanatı anlamlarında kullanılmıştır. i.ö 5. yüzyıl, antik çağ yunan felsefesinde bilgicilik akımının egemen olduğu çağdır. ilk düşünür sayılan thales’den beri ortaya atılan sayısız varsayımlar, sonunda insan zekasını şahlandırmış ve bütün olup bitenleri yeniden gözden geçirerek kıyasıya eleştirmeye yöneltmişti. doğa bilimlerinin denetiminden yoksun insan düşüncesi, varlığın temeli konusunda daldığı hayal aleminden kendisine dönüyordu. bilgicilik akımının inceleme amacı, insanın kendisiydi. protagoras’ a göre , “insan her şeyin ölçüsü” ydü. bilgi, teorik bir merak değil, pratik bir yarar olmalıydı. protagoras “tanrılara gelince, ben onların ne var olduklarını ne de yok olduklarını bilirim” diyordu. bilgici hippias, giydiği elbiseyi kendisi diktiği için “ bağımsızlığa kavuşmakla” övünüyordu. insan her türlü yapma bağlardan kurtulmak ve insansal yasanın (nomos) yerine doğal yasa (physis) konulmalıydı.
bilgiciler , özdekçi düşünceleri sürmekle beraber, ürünü oldukları idealist çizgiyi sürdürmüşler ve dünyayı tanıma olanağını yadsımışlardır. işte bu idealist çizgidir ki, bir yandan bilgicilik akımını yozlaştırarak felsefeyi güzel söz söyleme sanatına dönüştürürken diğer yandan idealist ilkelerin gelişmesi sürecini doğurmuştur.
sofist deyimi, bilgeliği yeğleyen öğreti, bilgi öğretmeni, siyasada yararlı olma sanatı, söz söyleme sanatı anlamlarında kullanılmıştır. i.ö 5. yüzyıl, antik çağ yunan felsefesinde bilgicilik akımının egemen olduğu çağdır. ilk düşünür sayılan thales’den beri ortaya atılan sayısız varsayımlar, sonunda insan zekasını şahlandırmış ve bütün olup bitenleri yeniden gözden geçirerek kıyasıya eleştirmeye yöneltmişti. doğa bilimlerinin denetiminden yoksun insan düşüncesi, varlığın temeli konusunda daldığı hayal aleminden kendisine dönüyordu. bilgicilik akımının inceleme amacı, insanın kendisiydi. protagoras’ a göre , “insan her şeyin ölçüsü” ydü. bilgi, teorik bir merak değil, pratik bir yarar olmalıydı. protagoras “tanrılara gelince, ben onların ne var olduklarını ne de yok olduklarını bilirim” diyordu. bilgici hippias, giydiği elbiseyi kendisi diktiği için “ bağımsızlığa kavuşmakla” övünüyordu. insan her türlü yapma bağlardan kurtulmak ve insansal yasanın (nomos) yerine doğal yasa (physis) konulmalıydı.
bilgiciler , özdekçi düşünceleri sürmekle beraber, ürünü oldukları idealist çizgiyi sürdürmüşler ve dünyayı tanıma olanağını yadsımışlardır. işte bu idealist çizgidir ki, bir yandan bilgicilik akımını yozlaştırarak felsefeyi güzel söz söyleme sanatına dönüştürürken diğer yandan idealist ilkelerin gelişmesi sürecini doğurmuştur.
vahiy ya da bir kilise öğretisi aracılığıyla edinilmiş her türlü dinsel bilgiye karşı çıkan buna karşılık belirli bir dinsel bilgi bütününü herkesin doğuştan taşıdığını ya da us yoluyla elde edebileceğini savunan görüşe denir. deizm, tanrılık gücünün sadece yaratma işlemiyle sınırlandığını ve bir kez yaratıldıktan sonra dünyanın hiçbir işine karışmadığını eş deyişle dünyayı yönetmediğini belirtir.
deizmin dayandığı “doğal” din kavramı başlıca iç kaynaktan beslenir. insan usuna duyulan inanç, dogmacılığa ve hoşgörüsüzlüğe yönelen vahiy öğretisinin, reddedilmesi ve tanrının düzenli bir dünyanın ussal mimarı biçiminde kavranması. deizmciler müslümanlıkta ve dünya dinlerinde görülen ibadet, inanç ve öğreti farklılıklarının temelinde evrensel olarak benimsenmiş din ve ahlak ilkelerinin, ussal bir özün bulunduğunu öne sürerler.
deizimcilere göre kendi başına doğal din, her türlü kuşku ve yozlaşmadan uzaktır. bu yüzden us yoluyla doğrulanmış yalın ahlakı, doğrular dışında müslümanlığın sonradan eklediği tüm öğelere karşı çıkarlar.
deizmin dayandığı “doğal” din kavramı başlıca iç kaynaktan beslenir. insan usuna duyulan inanç, dogmacılığa ve hoşgörüsüzlüğe yönelen vahiy öğretisinin, reddedilmesi ve tanrının düzenli bir dünyanın ussal mimarı biçiminde kavranması. deizmciler müslümanlıkta ve dünya dinlerinde görülen ibadet, inanç ve öğreti farklılıklarının temelinde evrensel olarak benimsenmiş din ve ahlak ilkelerinin, ussal bir özün bulunduğunu öne sürerler.
deizimcilere göre kendi başına doğal din, her türlü kuşku ve yozlaşmadan uzaktır. bu yüzden us yoluyla doğrulanmış yalın ahlakı, doğrular dışında müslümanlığın sonradan eklediği tüm öğelere karşı çıkarlar.
ahlaki seçimler dahil bütün olayları, özgür iradeyi ve insanın başka türlü davranabilmesi olanağını dışlayan, önceden varolan nedenlerce belirlendiğini savunan kuram. bu kurama göre evrenin tümüyle ussal bir yapısı vardır; belirli bir durumun eksiksiz bilgisine sahip olmak, o durumun, geleceğine ilişkin yanılmaz bilgiyi de olanaklı kılar. laplace’e göre, evrenin bugünkü durumu, önceki durumunun sonucu, sonraki durumunun ise nedenidir. bir zihin, belirli bir anda doğada işleyen bütün güçleri ve doğanın bütün bileşenlerinin karşılıklı konumunu bilebilse, küçük ya da büyük her birimin hem geleceğini, hem geçmişini kesin olarak bilebilir.
determinizm yandaşlarına göre, kuramları, ahlaki sorumluluğun kabulüne aykırı değildir. örneğin belirli bir davranışın kötü sonuçları önceden görülebilir; bu da insana ahlaki sorumluluk yükler ve insan eylemlerini etkileyebilecek engelleyici bir dış neden oluşturur.
determinizm yandaşlarına göre, kuramları, ahlaki sorumluluğun kabulüne aykırı değildir. örneğin belirli bir davranışın kötü sonuçları önceden görülebilir; bu da insana ahlaki sorumluluk yükler ve insan eylemlerini etkileyebilecek engelleyici bir dış neden oluşturur.
diyalektik kısaca hareketin mantığı veya hareket içindeki eylemciler için sağduyu mantığıdır. hepimiz biliriz ki nesneler hareketsiz kalmazlar, değişirler. ama diyalektikle çelişkili olan ve kapitalist toplumun bağrına gömülü “formel mantık” adlı bir başka mantık daha vardır. belki de bu yöntemin içeriğini tarif etmekle başlamak gerekli.
formel mantık “özdeşlik yasası”na (“a” eşittir “a”), yani şeylerin kendilerine eşit olduğuna ve birbiriyle belirli ilişkiler içinde olduğu düşüncesine dayanır. özdeşlik yasasından temel olarak türemiş diğer yasalar da vardır; örneğin “a” “a”ya eşitse, “b”ye veya “c”ye eşit olamaz.
görünüşte bu düşünce yöntemi sağduyuya uygun gelebilir. aslına bakılırsa bilimin gelişmesinde ve bugünkü toplumu yaratmış olan sanayi devriminde çok önemli bir alet, çok önemli bir araç olmuştur. örneğin matematiğin gelişimi ve temel aritmetik formel mantığa dayanmaktadır. formel mantığı kullanmadan bir çocuğa çarpım tablosu veya toplamayı öğretemezdiniz. bir bir daha iki eder, üç etmez. aynı şekilde, formel mantığın yöntemi mekaniğin, kimyanın, biyolojinin vs. gelişimine temel oluşturmuştur.
örneğin 18. yüzyılda iskandinav biyolog linnaeus, bilinen tüm bitki ve hayvanlar için bir sınıflandırma sistemi geliştirdi. linnaeus tüm canlıları sınıflara, takımlara, familyalara ayırdı, buna göre insan, primatlar takımında, hominidler familyasında, homo cinsinde yer almakta, ve homo sapiens türünü temsil etmektedir.
sınıflandırma sistemi biyolojide çok önemli bir ileri adımı simgelemiştir. ilk defa bitki ve hayvanların gerçek anlamda sistematik incelemesini ve hayvan ve bitki türlerini karşılaştırmayı mümkün kıldı. ama formel mantığa dayanmaktaydı. homo sapiens’in homo sapiens’e eş olduğuna; muska domestica’nın (adi ev sineği) muska domestica’ya eş olduğuna; solucanın solucana eş olduğu düşüncesine dayanmaktaydı. başka bir deyişle sabit ve katı bir sistemdi bu. bu sisteme göre bir türün başka bir şeye eşit olması mümkün değildi; aksi takdirde bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.
aynı durum dalton’un atom teorisinin büyük bir atılım yarattığı kimya için de geçerlidir. dalton’un teorisi maddenin atomlardan oluştuğu ve her bir tip atomun sadece kendisine benzediği –yani şekil ve ağırlık yönünden sadece o elemente özgü olup diğer hiçbirinde bulunmadığı– fikrine dayanıyordu.
dalton’dan sonra yine katı formel mantığa dayalı az çok katı bir element sınıflaması yapılarak bir hidrojen atomunun hidrojen atomu, karbon atomunun karbon atomu vs. olduğu ileri sürüldü. ve eğer herhangi bir atom başka bir şey olabilseydi, modern kimyanın temeli olan bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.
artık formel mantığın yönteminin birtakım sınırları olduğunu görmek önemlidir. formel mantık gündelik hayatta yararlı bir yöntemdir ve nesneleri tanımlamada faydalı kestirimler yapmamızı sağlar. örneğin, linnaeus sistemi hâlâ biyologlar için faydalıdır, ama özellikle charles darwin’in çalışmalarının ardından bu sistemin zayıf yönlerini görebiliyoruz.
darwin, örneğin linnaeus sisteminde ayrı türler olarak ayrı isimler verilen bazı bitkilerin gerçekte birbirine çok benzediğine dikkat çekti. aynı şekilde, aynı isim altında bulunan ve aynı bitkinin varyasyonları olduğu ileri sürülen diğer bazı bitkiler de birbirinden çok farklıydı.
yani charles darwin’in zamanında bile linnaeus sistemine bakıp “bir yerlerde bir sakatlık var” demek mümkündü. ve tabii ki, darwin’in kendi eseri ilk defa bir türden başka bir türe geçmenin mümkün olduğunu söyleyen evrim teorisi için sistematik bir temel oluşturdu.
ve bu linnaeus sisteminde büyük bir boşluk doğurdu. darwin’den önce gezegenimizin üzerindeki tür sayısının tamı tamına tanrının ilk altı günde yarattığı tür sayısına –tabii nuh tufanında telef olanlar hariç– eşit olduğuna ve bu türlerin bin yıllar boyu değişmeden kaldığına inanılıyordu. ama darwin değişen türler fikrini üretti ve böylece sınıflandırma yöntemi kaçınılmaz olarak değiştirilmek zorunda kalındı.
biyoloji alanında gerçekleşenler kimya alanı için de aynen geçerlidir. 19. yüzyılın son döneminde kimyagerler bir atomik elementin diğerine dönüşebileceğini fark ettiler. başka bir deyişle, atomlar tamamen farklı ve kendine özgü varlıklar değildi. bugün pek çok atomun, pek çok kimyasal elementin kararsız olduğunu biliyoruz. örneğin, uranyum ve diğer radyoaktif atomlar zaman içinde bölünerek tamamen farklı kimyasal özelliklere ve atom ağırlıklarına sahip tamamen farklı atomlar ortaya çıkarırlar.
öyleyse bizzat bilimin gelişimiyle formel mantığın yıkılmaya başladığını görebiliriz. ama bu olgusal buluşlardan sonuç çıkaran ve gerek doğada gerek de toplumda mutlak veya sabit kategoriler olmadığını ortaya koyan diyalektik yöntemdir.
formel mantıkçı “a” “a”ya eşittir derken, diyalektikçi “a”nın “a”ya her zaman eşit olmadığını söyler veya troçki’nin yazılarında kullandığı bir örneği alırsak, bir kilo şeker, başka bir kilo şekere eşit değildir. eğer bakkaldan şeker alacaksak eşitlik varsayımı işe yarar, ama dikkatle bakarsak, bunun gerçekte yanlış olduğunu görürüz.
öyleyse şeylerin, hayatın ve toplumun sürekli hareket ve değişim halinde olduğunu dikkate alan bir kavrayış biçimine ve mantığa ihtiyacımız var. ve bu mantık şekli şüphesiz diyalektiktir.
ama öte yandan diyalektiğin evrene düzenli ve tedrici bir değişim süreci atfettiğini düşünmek hatalı olur. diyalektiğin yasaları –burada bir uyarı gerekli: bu kavramlar gerçekte olduklarından daha korkutucu geliyor kulağa– değişim süreçlerinin gerçekte nasıl işlediğini tarif eder.
formel mantık “özdeşlik yasası”na (“a” eşittir “a”), yani şeylerin kendilerine eşit olduğuna ve birbiriyle belirli ilişkiler içinde olduğu düşüncesine dayanır. özdeşlik yasasından temel olarak türemiş diğer yasalar da vardır; örneğin “a” “a”ya eşitse, “b”ye veya “c”ye eşit olamaz.
görünüşte bu düşünce yöntemi sağduyuya uygun gelebilir. aslına bakılırsa bilimin gelişmesinde ve bugünkü toplumu yaratmış olan sanayi devriminde çok önemli bir alet, çok önemli bir araç olmuştur. örneğin matematiğin gelişimi ve temel aritmetik formel mantığa dayanmaktadır. formel mantığı kullanmadan bir çocuğa çarpım tablosu veya toplamayı öğretemezdiniz. bir bir daha iki eder, üç etmez. aynı şekilde, formel mantığın yöntemi mekaniğin, kimyanın, biyolojinin vs. gelişimine temel oluşturmuştur.
örneğin 18. yüzyılda iskandinav biyolog linnaeus, bilinen tüm bitki ve hayvanlar için bir sınıflandırma sistemi geliştirdi. linnaeus tüm canlıları sınıflara, takımlara, familyalara ayırdı, buna göre insan, primatlar takımında, hominidler familyasında, homo cinsinde yer almakta, ve homo sapiens türünü temsil etmektedir.
sınıflandırma sistemi biyolojide çok önemli bir ileri adımı simgelemiştir. ilk defa bitki ve hayvanların gerçek anlamda sistematik incelemesini ve hayvan ve bitki türlerini karşılaştırmayı mümkün kıldı. ama formel mantığa dayanmaktaydı. homo sapiens’in homo sapiens’e eş olduğuna; muska domestica’nın (adi ev sineği) muska domestica’ya eş olduğuna; solucanın solucana eş olduğu düşüncesine dayanmaktaydı. başka bir deyişle sabit ve katı bir sistemdi bu. bu sisteme göre bir türün başka bir şeye eşit olması mümkün değildi; aksi takdirde bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.
aynı durum dalton’un atom teorisinin büyük bir atılım yarattığı kimya için de geçerlidir. dalton’un teorisi maddenin atomlardan oluştuğu ve her bir tip atomun sadece kendisine benzediği –yani şekil ve ağırlık yönünden sadece o elemente özgü olup diğer hiçbirinde bulunmadığı– fikrine dayanıyordu.
dalton’dan sonra yine katı formel mantığa dayalı az çok katı bir element sınıflaması yapılarak bir hidrojen atomunun hidrojen atomu, karbon atomunun karbon atomu vs. olduğu ileri sürüldü. ve eğer herhangi bir atom başka bir şey olabilseydi, modern kimyanın temeli olan bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.
artık formel mantığın yönteminin birtakım sınırları olduğunu görmek önemlidir. formel mantık gündelik hayatta yararlı bir yöntemdir ve nesneleri tanımlamada faydalı kestirimler yapmamızı sağlar. örneğin, linnaeus sistemi hâlâ biyologlar için faydalıdır, ama özellikle charles darwin’in çalışmalarının ardından bu sistemin zayıf yönlerini görebiliyoruz.
darwin, örneğin linnaeus sisteminde ayrı türler olarak ayrı isimler verilen bazı bitkilerin gerçekte birbirine çok benzediğine dikkat çekti. aynı şekilde, aynı isim altında bulunan ve aynı bitkinin varyasyonları olduğu ileri sürülen diğer bazı bitkiler de birbirinden çok farklıydı.
yani charles darwin’in zamanında bile linnaeus sistemine bakıp “bir yerlerde bir sakatlık var” demek mümkündü. ve tabii ki, darwin’in kendi eseri ilk defa bir türden başka bir türe geçmenin mümkün olduğunu söyleyen evrim teorisi için sistematik bir temel oluşturdu.
ve bu linnaeus sisteminde büyük bir boşluk doğurdu. darwin’den önce gezegenimizin üzerindeki tür sayısının tamı tamına tanrının ilk altı günde yarattığı tür sayısına –tabii nuh tufanında telef olanlar hariç– eşit olduğuna ve bu türlerin bin yıllar boyu değişmeden kaldığına inanılıyordu. ama darwin değişen türler fikrini üretti ve böylece sınıflandırma yöntemi kaçınılmaz olarak değiştirilmek zorunda kalındı.
biyoloji alanında gerçekleşenler kimya alanı için de aynen geçerlidir. 19. yüzyılın son döneminde kimyagerler bir atomik elementin diğerine dönüşebileceğini fark ettiler. başka bir deyişle, atomlar tamamen farklı ve kendine özgü varlıklar değildi. bugün pek çok atomun, pek çok kimyasal elementin kararsız olduğunu biliyoruz. örneğin, uranyum ve diğer radyoaktif atomlar zaman içinde bölünerek tamamen farklı kimyasal özelliklere ve atom ağırlıklarına sahip tamamen farklı atomlar ortaya çıkarırlar.
öyleyse bizzat bilimin gelişimiyle formel mantığın yıkılmaya başladığını görebiliriz. ama bu olgusal buluşlardan sonuç çıkaran ve gerek doğada gerek de toplumda mutlak veya sabit kategoriler olmadığını ortaya koyan diyalektik yöntemdir.
formel mantıkçı “a” “a”ya eşittir derken, diyalektikçi “a”nın “a”ya her zaman eşit olmadığını söyler veya troçki’nin yazılarında kullandığı bir örneği alırsak, bir kilo şeker, başka bir kilo şekere eşit değildir. eğer bakkaldan şeker alacaksak eşitlik varsayımı işe yarar, ama dikkatle bakarsak, bunun gerçekte yanlış olduğunu görürüz.
öyleyse şeylerin, hayatın ve toplumun sürekli hareket ve değişim halinde olduğunu dikkate alan bir kavrayış biçimine ve mantığa ihtiyacımız var. ve bu mantık şekli şüphesiz diyalektiktir.
ama öte yandan diyalektiğin evrene düzenli ve tedrici bir değişim süreci atfettiğini düşünmek hatalı olur. diyalektiğin yasaları –burada bir uyarı gerekli: bu kavramlar gerçekte olduklarından daha korkutucu geliyor kulağa– değişim süreçlerinin gerçekte nasıl işlediğini tarif eder.
her türlü inceleme ve eleştirmenin üstünde tutulan, doğruluğu denemesiz ve tartışmasız kabul edilen ve değişmez sayılan düşünce... genellikle dinlerin saltık gerçeklik olarak ileri sürdükleri ve bağlılarından tartışmasız inanılmasını istedikleri genellikle dinsel ilkeleri dile getirir. örneğin tanrı’nın evreni yarattığı böylesine bir dogmadır.
din ya da yetkelerce ileri sürülen düşünce ve ilkeleri kanıt aramaksızın, incelemeksizin ve eleştirmeksizin bilgi sayılan anlayış... temelde skolastik bir anlayıştır, günümüzde değişme ve gelişmeyi yadsıyan öğretileri ve anlayışları adlandırır. özellikle metafizik öğretilerin tümü inakçı (dogmatik) öğretilerdir. deney alanının dışında kalan bütün savlar inakçı olmak zorundadır. bu zorunluluk tanrı sözünden başlayıp aristoteles’in sözüne kadar genelleşmiştir. örneğin ortaçağ hıristiyan kültüründe herhangi bir kuralın gerçek sayılması için aristoteles’in söylemiş olması yeterli sayılıyordu. dogmatizmin zorunlu sonucu zorbalıktır. deneylerle tanıtlanamayan kurallar, engizisyon işkenceleriyle tanıtlanmaya çalışılmıştır. dogmatizm, suçlu olmayanın ateşe atılsa bile yanmayacağı inancına kadar varmıştır. bundan da ateşe atılınca yanan kişinin suçlu olduğu sonucu çıkarılmıştır. inak(dogma)’ın inan’dan farkı, inan’ın asla tanıtlanamayacak olanı kabul etmesine karşılık, inak’ın herhangi bir yetkeye bağlanan bir veriyi tanıtlamış olarak kabul etmesidir. örneğin ortaçağ skolastiğinde herhangi bir sözü aristoteles’in söylemiş olduğunu tanıtlamak, o sözün doğruluğunu tanıtlamak demekti. herhangi bir sistemde değişmez formüller düşlemek, bir düşüncenin tartışmasız kabulünü istemek, bilginin bağımlılığını göz önüne almaksızın her zaman ve her yerde geçerli saltık bilgiler olduğunu ileri sürmek inakçılıktır.
duyumların getirdiği bilgini öznel olduğunu ileri süren şüphecilik.
duyumcu şüphecilik, duyumun nesnel temelin bırakıp öznel yanını ele alır. bu bakımdan hem duyumcu hem öznelci bir yapıdadır. antik çağ yunan düşüncesinin ünlü şüphecileri: pyrhon, aenesidemos, timon gibi düşünürler nesnelerin algıladığımız biçimde var olduklarından şüphelenmek gerektiğini ileri sürerler; çünkü her insanın duyumu başkadır ve herkes kendi duyumuyla algıladığından, başkasınınkine benzemeyen, kendine özgü bir bilgi edinir.
aenesidemos bunu kanıtlamak için on kanıt ileri sürer. bu kanıtlar şöyle özetlenebilir: hepimiz aynı biçimde algılasaydık hepimiz aynı düşünceleri ya da bilgileri edinirdik, oysa hepimizin çeşitli ve birbirimizinkine benzemeyen düşünceleri var. öyleyse nesnel gerçeklik yoktur, bilgilerimizden daima şüphe etmeliyiz. duyumcu şüpheciler, bundan, katıksız idealist bir sonuç çıkarırlar: aynı nedenin çeşitli sonuçları olabilir: güneş karartır, kızartır, eritir ve yakar, öyleyse nedensellik yoktur, nedensellik olmadığına göre oluş yoktur. duyumcu şüphecilerin düştükleri bu yanılgı, duyumun nesnel temelini bırakıp sadece öznel yanını almanın sonucudur.
duyumcu şüphecilik, duyumun nesnel temelin bırakıp öznel yanını ele alır. bu bakımdan hem duyumcu hem öznelci bir yapıdadır. antik çağ yunan düşüncesinin ünlü şüphecileri: pyrhon, aenesidemos, timon gibi düşünürler nesnelerin algıladığımız biçimde var olduklarından şüphelenmek gerektiğini ileri sürerler; çünkü her insanın duyumu başkadır ve herkes kendi duyumuyla algıladığından, başkasınınkine benzemeyen, kendine özgü bir bilgi edinir.
aenesidemos bunu kanıtlamak için on kanıt ileri sürer. bu kanıtlar şöyle özetlenebilir: hepimiz aynı biçimde algılasaydık hepimiz aynı düşünceleri ya da bilgileri edinirdik, oysa hepimizin çeşitli ve birbirimizinkine benzemeyen düşünceleri var. öyleyse nesnel gerçeklik yoktur, bilgilerimizden daima şüphe etmeliyiz. duyumcu şüpheciler, bundan, katıksız idealist bir sonuç çıkarırlar: aynı nedenin çeşitli sonuçları olabilir: güneş karartır, kızartır, eritir ve yakar, öyleyse nedensellik yoktur, nedensellik olmadığına göre oluş yoktur. duyumcu şüphecilerin düştükleri bu yanılgı, duyumun nesnel temelini bırakıp sadece öznel yanını almanın sonucudur.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?