çocukken altından geçtiğimde bütün dileklerimin gerçekleşeceğine inandığım, bu yüzden salakça "altından geçelim, altından geçelim" diye tutturduğum hede.
gitme vaktini çoktan geçirmiş olduğunuzu hatırlatan kibar ve esprili ev sahibi repliği.
yumuşacık bir hüzünle birlikte yanaklardan süzülen yaşlar.
bazen "dinliyorum devam et" anlamında da kullanılan kelime.
aklı bilgini temel kaynağı ve sınanabilirlik ölçüsü olarak kabul eden akım. bilginin duyu verilerine dayalı deneylerden kaynaklandığını ileri süren (ampirizm) deneycilik karşıtıdır. dünyanın akılsal bir düzen içerisinde bir bütün olduğu, parçaların mantıksal zorunlulukla birbirine bağlı olduğunu, dolayısıyla da yapısının doğrudan kavranabilir olduğu görüşüne dayanır. başlıca esir kaynağı matematiktir.
rasyonalizm, akla dayanır ve akıl dışı olan her şeye karşı koyar. rasyonalizm bütün insanlarda doğuştan değişmez bir akıl bulunduğunu bu aklın da özsel, tümel, deney dışı gerçeklik taşıdığını ileri sürer.
rasyonalizm en açık biçimiyle bilgi felsefesinde dile getirilir. buna göre bazı bilgilerin kaynağı apriori ya da deney öncesi ussal sezgileridir. bilgi bu sezgilerin anlık tarafından kavranmasıyla ortaya çıkar. insan düşünme yetisiyle kavradıkları duyu verilerini aşan nesneler ya da tümeller ve bunların bağlantılarıdır. her tümel bir soyutlamadır ve duyulara değilse de düşünceye açıktır. mantık ve matematiğin tümü ile başka pek çok alanın bazı bölümleri bu tür bilginin kapsamına girer. rasyonalizme göre zihnin ulaşabileceği en önemli ve kesin bilgi türü olan apriori bilgi hem zorunlu (başka bir yoldan elde edilmesi imkansız) hem de evrenseldir. rasyonalizm etik ve din alanlarında da insanın düşünme yetisine öncelik verir. buna göre iyiyle kötünün ayırt edilmesinde sonul yargı duygu, gelenek ya da insan bilgisinin kaynağı vahiy değil, insanın doğal yetileridir.
rasyonalizm, akla dayanır ve akıl dışı olan her şeye karşı koyar. rasyonalizm bütün insanlarda doğuştan değişmez bir akıl bulunduğunu bu aklın da özsel, tümel, deney dışı gerçeklik taşıdığını ileri sürer.
rasyonalizm en açık biçimiyle bilgi felsefesinde dile getirilir. buna göre bazı bilgilerin kaynağı apriori ya da deney öncesi ussal sezgileridir. bilgi bu sezgilerin anlık tarafından kavranmasıyla ortaya çıkar. insan düşünme yetisiyle kavradıkları duyu verilerini aşan nesneler ya da tümeller ve bunların bağlantılarıdır. her tümel bir soyutlamadır ve duyulara değilse de düşünceye açıktır. mantık ve matematiğin tümü ile başka pek çok alanın bazı bölümleri bu tür bilginin kapsamına girer. rasyonalizme göre zihnin ulaşabileceği en önemli ve kesin bilgi türü olan apriori bilgi hem zorunlu (başka bir yoldan elde edilmesi imkansız) hem de evrenseldir. rasyonalizm etik ve din alanlarında da insanın düşünme yetisine öncelik verir. buna göre iyiyle kötünün ayırt edilmesinde sonul yargı duygu, gelenek ya da insan bilgisinin kaynağı vahiy değil, insanın doğal yetileridir.
varlığın, insan bilincinden bağımsız ve nesnel olarak varolduğunu ileri süren görüş. realizm bilgi kuramı açısından nesneyi özneye, bilineni bilene bağlı kılan idealizmin, kavram açısından da şeylerin yapısının gerçekliğini adlarla sınırlayan adcığın ve ortaçağın sonlarına doğru adcılığın yerini alan kavramcılığın karşıtıdır.
felsefi anlamda iki tür gerçeklikten söz edilebilir. bunlardan biri şeylerin yapısına, öbürü ise şeylere ilişkindir. birincisinde zihinden bağımsız bir özün varlığı, ikincisinde ise zihinden bağımsız somut, tikel ve görülmediğinde bile temel özelliklerini koruyan deney nesnelerinin varlığı kabul edilir.
ilkçağda kendiliğinden realizm vardı. kendiliğinden realizmciler “tımarhaneden ya da idealist düşünürlerin okulundan çıkmamış her insan, çevresinde, bilinçten bağımsız bir dünya bulunduğunu bilir” cümlesini savunuyorlardı. buna göre taşları, toprakları, ağaçları vb. var eden insan bilinci değildir. çünkü bunlar dünya üstünde insan varolmadan önce de vardı. dünya, milyarlarca yılını bu doğal varlıklarıyla yaşamıştır. bu realizm anlayışı maddeci felsefenin, bilginin ve bilimin temellerini atmıştır.
nesnel gerçeği gerçek saymama anlamındaki ortaçağ realizminin tohumları antikçağ yunanlılarınca atılmıştır. elea öğretisi, platon ve aristoteles bu anlamda realizmin kurucularıdır. bu anlayışlara göre gerçek, bireysel olan değil, tümel olandır. tümellerse ancak bireysellerde varolabilirler, kendi başlarına bir varlıkları yoktur. eşeklik bir tümeldir ve ancak bireysel bir eşekle varolabilir. gerçek olan, eşekler ( bireysellikler) değil, eşeklik (tümel)tir. çünkü eşekliği ortadan kaldırın, dünyada eşek kalmaz. eşek, varoluşunu eşekliğe borçludur. bireysel eşeklerin varoluşları bulunduğu halde varlıkları bulunmamasına karşı, tümel eşekliğin varoluşu yoktur ama varlığı vardır. gerçek “ bağımlı varoluşu değil, bağımsız varlığı olandır”. dünyada bulunan bütün bireysellikler varlıklarını başka bir varlığa borçludurlar, bu yüzden gerçek değildirler. tümellerse bağımsız varlıklardır, bu yüzden gerçektirler. bu yüzdendir ki varoluşları bulunan bireysellikler gerçek değildirler, görüntüdürler; varoluşları bulunmayan tümellerse gerçektirler.
eleacılık, platon ve aristoteles temeline dayanan ortaçağ realizmi bilimsel realizm anlayışına tümüyle ters bir anlam taşır ve nesnel gerçekliğin gerçek olmadığını asıl gerçekliğin, düşünce ürünleri (geneller, tümeller, evrenseller) olduğunu ileri sürer. tümeller gerçektirler ve tümel nesneden önce gelir. bu, şu demektir: eşekler gerçek değildir, eşeklik gerçektir ve eşeklik eşeklerden önce gelir. bu realizm metafizik kapsam içindedir. tümelin nesneden önce geldiğini savunan düşünürlerin savları altında, roma, katolik kilisesinin evrensellik anlayışı yatar. bundan başka hıristiyanlık başta tanrı olmak üzere tümellere dayanır.
ortaçağ düşünürlerinin bir kısmı da tümeller sorununa mantık açısından yaklaştılar. nesnelerin yapıları ya da ortak özleri duyulur nesnelerde var olmaları açısından, zihninde var olmaları açısından ve kendi içlerinde varolmaları açısından üçlü bir bakışla ele alınmaya başlamıştır. bu farklı yaklaşımlar içinde, şeylerin yapısı ya da özü, yalnızca zihinde varolan tümeller anlayışının gelişmesi için gerekli zemini hazırlamıştır. bu yaklaşımı benimseyen görüşler ılımlı realizm adıyla nitelendirilir.
descartes “düşünüyorum öyleyse varım” ile, yöntemli düşünmenin düşüncenin kendisinden kaynaklandığını göstererek , düşüncenin dışındaki maddi bir dünyaya felsefi olarak nasıl ulaşılabileceği sorununu gündeme getirdi. böylece descartes ve yarım yüzyıl sonra john locke, duyumların dışsal bir kaynağı olduğunu kabul ettiler. cambridge platoncuları ise duyulur nesnelerin dışsal varlığını kabul etmekle birlikte, yeni-platoncu bir anlayışla bilgi nesnelerine daha fazla ağırlık verdiler. 18. yüzyılda berkeley bilginin dışında duyulur bir dünyanın var olamayacağını ileri sürerken, david hume ile bilen özne de ortadan kalktı.
20. yüzyılın başlarında filozoflar, realizmin kendi düşünce sistemleri çerçevesinde kantçı öznelciliğin ve genel olarak idealizmin karşıtı olarak kullandılar. yeni-realizm ile bilinebilir nesnelerin bağımsızlığı savunulurken, bilme edimi içinde, monist bir yaklaşımla bilginin içeriğinin bilinen nesne ile sayısal açıdan eşit olduğu ileri sürüldü. eleştirisel realizm yeni-realizmin bu monist tutumuna epistemolojik bir yaklaşımla karşı çıktı ve bilme ediminin nesnesi ile gerçek nesnenin, algılanma anında sayısal açıdan iki ayrı şey olduğunu ileri sürdü.
felsefi anlamda iki tür gerçeklikten söz edilebilir. bunlardan biri şeylerin yapısına, öbürü ise şeylere ilişkindir. birincisinde zihinden bağımsız bir özün varlığı, ikincisinde ise zihinden bağımsız somut, tikel ve görülmediğinde bile temel özelliklerini koruyan deney nesnelerinin varlığı kabul edilir.
ilkçağda kendiliğinden realizm vardı. kendiliğinden realizmciler “tımarhaneden ya da idealist düşünürlerin okulundan çıkmamış her insan, çevresinde, bilinçten bağımsız bir dünya bulunduğunu bilir” cümlesini savunuyorlardı. buna göre taşları, toprakları, ağaçları vb. var eden insan bilinci değildir. çünkü bunlar dünya üstünde insan varolmadan önce de vardı. dünya, milyarlarca yılını bu doğal varlıklarıyla yaşamıştır. bu realizm anlayışı maddeci felsefenin, bilginin ve bilimin temellerini atmıştır.
nesnel gerçeği gerçek saymama anlamındaki ortaçağ realizminin tohumları antikçağ yunanlılarınca atılmıştır. elea öğretisi, platon ve aristoteles bu anlamda realizmin kurucularıdır. bu anlayışlara göre gerçek, bireysel olan değil, tümel olandır. tümellerse ancak bireysellerde varolabilirler, kendi başlarına bir varlıkları yoktur. eşeklik bir tümeldir ve ancak bireysel bir eşekle varolabilir. gerçek olan, eşekler ( bireysellikler) değil, eşeklik (tümel)tir. çünkü eşekliği ortadan kaldırın, dünyada eşek kalmaz. eşek, varoluşunu eşekliğe borçludur. bireysel eşeklerin varoluşları bulunduğu halde varlıkları bulunmamasına karşı, tümel eşekliğin varoluşu yoktur ama varlığı vardır. gerçek “ bağımlı varoluşu değil, bağımsız varlığı olandır”. dünyada bulunan bütün bireysellikler varlıklarını başka bir varlığa borçludurlar, bu yüzden gerçek değildirler. tümellerse bağımsız varlıklardır, bu yüzden gerçektirler. bu yüzdendir ki varoluşları bulunan bireysellikler gerçek değildirler, görüntüdürler; varoluşları bulunmayan tümellerse gerçektirler.
eleacılık, platon ve aristoteles temeline dayanan ortaçağ realizmi bilimsel realizm anlayışına tümüyle ters bir anlam taşır ve nesnel gerçekliğin gerçek olmadığını asıl gerçekliğin, düşünce ürünleri (geneller, tümeller, evrenseller) olduğunu ileri sürer. tümeller gerçektirler ve tümel nesneden önce gelir. bu, şu demektir: eşekler gerçek değildir, eşeklik gerçektir ve eşeklik eşeklerden önce gelir. bu realizm metafizik kapsam içindedir. tümelin nesneden önce geldiğini savunan düşünürlerin savları altında, roma, katolik kilisesinin evrensellik anlayışı yatar. bundan başka hıristiyanlık başta tanrı olmak üzere tümellere dayanır.
ortaçağ düşünürlerinin bir kısmı da tümeller sorununa mantık açısından yaklaştılar. nesnelerin yapıları ya da ortak özleri duyulur nesnelerde var olmaları açısından, zihninde var olmaları açısından ve kendi içlerinde varolmaları açısından üçlü bir bakışla ele alınmaya başlamıştır. bu farklı yaklaşımlar içinde, şeylerin yapısı ya da özü, yalnızca zihinde varolan tümeller anlayışının gelişmesi için gerekli zemini hazırlamıştır. bu yaklaşımı benimseyen görüşler ılımlı realizm adıyla nitelendirilir.
descartes “düşünüyorum öyleyse varım” ile, yöntemli düşünmenin düşüncenin kendisinden kaynaklandığını göstererek , düşüncenin dışındaki maddi bir dünyaya felsefi olarak nasıl ulaşılabileceği sorununu gündeme getirdi. böylece descartes ve yarım yüzyıl sonra john locke, duyumların dışsal bir kaynağı olduğunu kabul ettiler. cambridge platoncuları ise duyulur nesnelerin dışsal varlığını kabul etmekle birlikte, yeni-platoncu bir anlayışla bilgi nesnelerine daha fazla ağırlık verdiler. 18. yüzyılda berkeley bilginin dışında duyulur bir dünyanın var olamayacağını ileri sürerken, david hume ile bilen özne de ortadan kalktı.
20. yüzyılın başlarında filozoflar, realizmin kendi düşünce sistemleri çerçevesinde kantçı öznelciliğin ve genel olarak idealizmin karşıtı olarak kullandılar. yeni-realizm ile bilinebilir nesnelerin bağımsızlığı savunulurken, bilme edimi içinde, monist bir yaklaşımla bilginin içeriğinin bilinen nesne ile sayısal açıdan eşit olduğu ileri sürüldü. eleştirisel realizm yeni-realizmin bu monist tutumuna epistemolojik bir yaklaşımla karşı çıktı ve bilme ediminin nesnesi ile gerçek nesnenin, algılanma anında sayısal açıdan iki ayrı şey olduğunu ileri sürdü.
felsefenin en temel konularını, bu konuların felsefe içinde işlenmesi açısından ele alan bilgi dalı. tek tek ve farklı biçimlerde varolan nesnelerden ayrı, genel ve bir bütün olarak varlığın ya da varolmanın ne olduğunu araştırır. metafizik terimi felsefe tarihi boyunca bir yandan en üst felsefe disiplini olarak olumlu, bir yandan da boş ve anlamsız önermeler içeren bir alan olarak olumsuz anlamda kullanılmıştır.
metafizik deyimini ilkin i.ö. 1. yüzyılda andronikos kullanmış ve aristoteles’in ders kitaplarını sıralarken doğa bilgisi derslerinden sonra gelen on dört kitabına meta ta phusika ( doğa bilimlerini kapsayan kitaplardan sonra gelen kitaplar) adını vermişti. nitekim bu kitaplarına aristoteles de duyularla kavranan bilgi (fizik)’in üstünde saydığı usla kavranan bilgiyi kapsadıklarından ötürü ilk felsefe adını vermiş bulunuyordu. aristoteles için bu felsefenin ilk’liği, bütün bilimler için gerekli ilkeleri incelemesinden ve saptamaya çalışmasındandı. böylece metafizik, ilk kullanımında fiziğin üstünde, ötesinde ya da dışında sayılan düşünce ile ilgili, düşünsel bir anlam taşımaktadır. işte bu anlam, giderek onu idealizm ve ruhçuluk ile kaynaştırmış ve gerici bir dünya görüşü oluşturmuştur.
metafizikle bilinçli biçimde ilk uğraşan ilk filozoflar eski yunan düşünürleridir. ilk kez bu düşünürlerin ele aldığı temel metafizik sorun, zihin tarafından bilgi nesnesi edinilebilen, ama gerçek dünyada bulunmayan şeylerin (soyut düşüncelerin, örneğin sayıların), genel olarak biçimlerin varlığı ve niteliğidir. eski yunan felsefesi algılanabilir gerçek dünya ile düşünülen zihinsel bir idea dünyasını ayırt etmiş, daha sonra metafizik ile ilgilenen felsefeciler de soyutlamalar ile tözler arasındaki ilişkiler üzerinde durmuşlar, bunların ikisinin de mi gerçek olduğu, yoksa birinin ötekinden daha mı çok gerçeklik taşıdığı sorununu tartışmışlardır. dolayısıyla doğa, zaman ve uzam, tanrı’nın varlığı ve nitelikleri gibi sorunları biçim ile idea arasındaki ilişkiyi kavrama çabasıyla irdelemişlerdir.
felsefe tarihinin ilk metafizikçileri parmenides ve platon’du. sonraki yüzyıllarda metafiziğin en önemli konularından biri olarak görünen dünya ile gerçek dünya ayrımı ilk kez bu düşünürlerce dile getirildi. platon, sürekli değişen duyulur dünyanın geçici nesnelerinin karşısına, değişmeyen, duyulara verilmeyen, düşünce yoluyla ulaşılabilir bir dünya yerleştirdi. aristoteles bunu farklı bir biçimde yorumladı. ona göre madde her zaman kendi en üst biçimine doğru sürekli bir devinim içindeydi. dolayısıyla aristoteles için maddi dünya organik değişim içindeki bir süreklilikti.
hıristiyanlığın gelişmesiyle, ortaçağda dinsel etki alanına giren metafiziğin ana sorunu tanrı’ydı. tanrı’nın varlığını kanıtlamak için çeşitli usavurmalar geliştirilirken, tanrı ile dünya arasındaki ilişkiler (yaratılış, zamanın başlangıcı, tanrı’nın dünya içinde varlığı vb.) metafiziğin başlıca konuları oldu. böylece ortaçağda metafizik tanrıbilim ile eş sayıldı. ortaçağ egemenliği tümüyle hıristiyan kilisesinin elindedir. hıristiyan kilisesine göre dinsel dogmaların dışında hiçbir bilim yoktur, tek gerçek dinsel dogmalardır. birçok aydın düşünceleri kapsadığı halde tanrıbilim ile eş sayılan metafiziğin ortaçağda hıristiyan kilisesi tarafından kullanılmasıyla ortaçağa karanlık çağ adı verilmiştir.
16. yüzyıldan sonra metafizik deyimi, ontoloji anlamında kullanıldı. ne var ki bu varlık, “duylarla kavranılan dışındaki varlık” ve “görünüşlerin ardındaki kendilik” olarak ele alınıyordu. hegel’e gelinceye kadar bu çağın metafiziği de, ortaçağın metafiziği gibi, bilimsel temelden yoksun kurgul görüşler ve varlığın duyularla algılanamayan kendiliği üstüne varsayılan yapıntılar olarak sürüp gitmiştir. hegel metafizik terimine diyalektik karşıtı anlamını vermiştir.
metafizik deyimi, ruhçuluk temelinde birleşen şu anlamları kapsar: duyularla kavranılanların dışındaki varlıkların bilgisi, kendiliğinde şey’in bilgisi, doğanın ardında gizlenen ve ona imkan veren varlık bilgisi, mutlak bilgisi, ussal bilgi, madde olmayanın bilgisi, son erek bilgisi, doğasal ve biçimsel olmayanın bilgisi, dogmacı bilgi, varlık yasalarını bulmak için düşünen benliğin bilgisi.
rene descartes, bütün varlığı temelde, yer kaplayan madde ile düşünen zihin olarak iki bağımsız alana ayırdı. bu kavrayış içinde tanrı’nın konumu yalnızca, yalnızca maddeyi yaratmış bir ilk neden olmakla sınırlıydı; ilk yaratılıştan sonra her iki dünya da kendi yasalarıyla işliyor, aralarındaki ilişki de insanın ruhu ile bedeni arasındaki ilişki aracılığıyla kuruluyordu.
metafizik deyimini ilkin i.ö. 1. yüzyılda andronikos kullanmış ve aristoteles’in ders kitaplarını sıralarken doğa bilgisi derslerinden sonra gelen on dört kitabına meta ta phusika ( doğa bilimlerini kapsayan kitaplardan sonra gelen kitaplar) adını vermişti. nitekim bu kitaplarına aristoteles de duyularla kavranan bilgi (fizik)’in üstünde saydığı usla kavranan bilgiyi kapsadıklarından ötürü ilk felsefe adını vermiş bulunuyordu. aristoteles için bu felsefenin ilk’liği, bütün bilimler için gerekli ilkeleri incelemesinden ve saptamaya çalışmasındandı. böylece metafizik, ilk kullanımında fiziğin üstünde, ötesinde ya da dışında sayılan düşünce ile ilgili, düşünsel bir anlam taşımaktadır. işte bu anlam, giderek onu idealizm ve ruhçuluk ile kaynaştırmış ve gerici bir dünya görüşü oluşturmuştur.
metafizikle bilinçli biçimde ilk uğraşan ilk filozoflar eski yunan düşünürleridir. ilk kez bu düşünürlerin ele aldığı temel metafizik sorun, zihin tarafından bilgi nesnesi edinilebilen, ama gerçek dünyada bulunmayan şeylerin (soyut düşüncelerin, örneğin sayıların), genel olarak biçimlerin varlığı ve niteliğidir. eski yunan felsefesi algılanabilir gerçek dünya ile düşünülen zihinsel bir idea dünyasını ayırt etmiş, daha sonra metafizik ile ilgilenen felsefeciler de soyutlamalar ile tözler arasındaki ilişkiler üzerinde durmuşlar, bunların ikisinin de mi gerçek olduğu, yoksa birinin ötekinden daha mı çok gerçeklik taşıdığı sorununu tartışmışlardır. dolayısıyla doğa, zaman ve uzam, tanrı’nın varlığı ve nitelikleri gibi sorunları biçim ile idea arasındaki ilişkiyi kavrama çabasıyla irdelemişlerdir.
felsefe tarihinin ilk metafizikçileri parmenides ve platon’du. sonraki yüzyıllarda metafiziğin en önemli konularından biri olarak görünen dünya ile gerçek dünya ayrımı ilk kez bu düşünürlerce dile getirildi. platon, sürekli değişen duyulur dünyanın geçici nesnelerinin karşısına, değişmeyen, duyulara verilmeyen, düşünce yoluyla ulaşılabilir bir dünya yerleştirdi. aristoteles bunu farklı bir biçimde yorumladı. ona göre madde her zaman kendi en üst biçimine doğru sürekli bir devinim içindeydi. dolayısıyla aristoteles için maddi dünya organik değişim içindeki bir süreklilikti.
hıristiyanlığın gelişmesiyle, ortaçağda dinsel etki alanına giren metafiziğin ana sorunu tanrı’ydı. tanrı’nın varlığını kanıtlamak için çeşitli usavurmalar geliştirilirken, tanrı ile dünya arasındaki ilişkiler (yaratılış, zamanın başlangıcı, tanrı’nın dünya içinde varlığı vb.) metafiziğin başlıca konuları oldu. böylece ortaçağda metafizik tanrıbilim ile eş sayıldı. ortaçağ egemenliği tümüyle hıristiyan kilisesinin elindedir. hıristiyan kilisesine göre dinsel dogmaların dışında hiçbir bilim yoktur, tek gerçek dinsel dogmalardır. birçok aydın düşünceleri kapsadığı halde tanrıbilim ile eş sayılan metafiziğin ortaçağda hıristiyan kilisesi tarafından kullanılmasıyla ortaçağa karanlık çağ adı verilmiştir.
16. yüzyıldan sonra metafizik deyimi, ontoloji anlamında kullanıldı. ne var ki bu varlık, “duylarla kavranılan dışındaki varlık” ve “görünüşlerin ardındaki kendilik” olarak ele alınıyordu. hegel’e gelinceye kadar bu çağın metafiziği de, ortaçağın metafiziği gibi, bilimsel temelden yoksun kurgul görüşler ve varlığın duyularla algılanamayan kendiliği üstüne varsayılan yapıntılar olarak sürüp gitmiştir. hegel metafizik terimine diyalektik karşıtı anlamını vermiştir.
metafizik deyimi, ruhçuluk temelinde birleşen şu anlamları kapsar: duyularla kavranılanların dışındaki varlıkların bilgisi, kendiliğinde şey’in bilgisi, doğanın ardında gizlenen ve ona imkan veren varlık bilgisi, mutlak bilgisi, ussal bilgi, madde olmayanın bilgisi, son erek bilgisi, doğasal ve biçimsel olmayanın bilgisi, dogmacı bilgi, varlık yasalarını bulmak için düşünen benliğin bilgisi.
rene descartes, bütün varlığı temelde, yer kaplayan madde ile düşünen zihin olarak iki bağımsız alana ayırdı. bu kavrayış içinde tanrı’nın konumu yalnızca, yalnızca maddeyi yaratmış bir ilk neden olmakla sınırlıydı; ilk yaratılıştan sonra her iki dünya da kendi yasalarıyla işliyor, aralarındaki ilişki de insanın ruhu ile bedeni arasındaki ilişki aracılığıyla kuruluyordu.
özel yapılmış iki katlı tost ekmeğinin arasına, sosis,kaşar,rus salatası ve bilumum benzer malzemeler konularak yapılan, yemesi özen isteyen, tadına doyum olmaz bir sıcak tost çeşididir. ayvalıkta avşar büfe de yapılanı en makbulüdür.
(bkz: http://www.ortacgil.com)
pazar öğleden sonra başlayıp, pazartesi akşamına kadar süren, çalışan insanların yaşadığı sıkıntı hali. eğer bu pazartesi bir de tatil dönüşüne denk gelirse sırf pazartesiyle kalmayıp, 3-5 gün sürmesi vakidir.
(bkz: kalendermeşrep)
"zaten ben sırf değişiklik olsun diye taaa bilmem nerelerden kalkıp istanbula gelmiştim" şeklinde devam ettirilen yalanlar silsilesi.
fotoğraf çektirirken söylenmesi lazım gelen rakam. (bkz: hadi bakalım hep beraber ikiiiiiiiiiiiiiiiiiii deyin)
azim ve başarı için söylenmesi gerekli sözcük.
bağlılığın simgesi olarak düşünülmüş, "bakın ben evliyim", "hımm bu kisi evli" gibi göstergeleri olan zannımca bir nevi damga olan takı.
kontörlü hattın çok daha pahalı olması nedeniyle, çok arama yapanların tercih ettiği hat.
borç almadan ay sonunu getirebilmek.
kendinizi ortamdaki havaya kaptırdığınızda kıçınıza girmiş büyük bir kazıkla eve dönebileceğiniz tehlikeli bir alış-veriş şekli.
herkese yakışan şey.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?