konuya, demokrasi teriminin zaten fazlasıyla ütopik olan tanımından yola çıkarak başlayalım. demokrasi deyince: "beraber yaşamak için bir araya gelmiş insanların tamamının, yönetimde söz hakkı olması" durumu akla gelmektedir. bu yönüyle demokrasi ve islam terimlerinin bir arada kullanılması daha işin en başında saçmadır. çünkü islam, her şeyden önce yaratıcıya bağlılığı ve koşulsuz itaati emreder ve tanrı - kul ilişkisinde "demokrasi" kavramını koyabileceğiniz yer yoktur.
konuyu, müslüman - devlet ilişkisi üzerinden irdeleyecek olursak yine "demokrasi" kavramını koyabileceğiniz yer yoktur. çünkü kuran-ı kerimde yer alan nisâ suresi 59. ayette "allaha, resulüne ve aranızdan kendilerine otorite emanet edilmiş olanlara itaat edin..." denilerek, demokratik beklentilerin önü kesilmiş ve ister "âkil insanlar" deyiniz, isterse "ulular meclisi" deyiniz, işinin ehli emir sahibi alimlere itaat etmek şart koşulmuştur.
tabi burada kimileri "bu akil insanları müslümanlar seçerse sorun kalmaz" diyebilir, ancak günümüz demokrasi anlayışı ile bu söylenilen aynı çizgide buluşmamaktadır. çünkü mevzumuzun "islamî" yani "din odaklı" bir yönetim olacağı gerçeği, demokrasi sisteminin ruhuyla uyum sağlamamaktadır.
tüm bunların yanında, hiç bir ülkenin homojen olmaması ve din olarak islamı seçenlerin de, aynı düşünce ve ruh dünyasına sahip olmaması, demokratik bir sistemin islam içinde geçerli olamayacağını ortaya koyar. islam gibi, bir otoriteye bağlılığı isteyen dini, demokrasi sistemine zorlamak; ya islamın kendi öz değerlerinden ödün vermesiyle ya da demokrasiye yeni bir don biçilmesiyle sonuçlanacaktır. en nihayetinde ne islam, islam olarak kalacak, ne de demokrasi demokrasi olarak devam edebilecektir.
özetle, "demokratik islam" kavramı içi boş, hamasi bir söylemden öte değildir. bununla beraber ne islam insan fıtratı için zor ve yaşanmazdır; ne de demokrasi insan için biçilmiş kaftandır. her şeyden önce islamı ve öncelediklerini iyi anlamak, islam hakkındaki yanlış inanışları yıkacak ve "demokratik islam" gibi boş hülyaların peşinde koşturmayı bıraktıracaktır. aynı şekilde "demokrasi" denilen sistem, getirileri ve götürüleriyle tam olarak değerlendirilebilse, toplumların nihai kurtuluş reçetesinin de bu olmadığı görülecektir.
kıyafet değişimi için mağazaların sağladığı korunaklı kabinlerdir.
bu zamana kadar dört başı mâmur olanı görülmemiştir. ya çok dar olurlar, ya da fazla geniş... ya konulan terlik küçüktür, ya da kıyafet rahat değiştirilsin diye konulan plastik mazgal leş gibidir... kimi kabinlere kapı yerien perde asılmıştır fakat perdenin ebatları kapıya bir türlü uymaz... kiminin de kapısı vardır ancak kapatabilene olimpiyat madalyası verilse yeridir. hasbel kader kapananı ise açmak çok güçtür zirâ ya kilit arızalıdır ya da kapı kolu yoktur.
ne mutlu işinin ve müessesesinin hakkını veren insanlara.
bu zamana kadar dört başı mâmur olanı görülmemiştir. ya çok dar olurlar, ya da fazla geniş... ya konulan terlik küçüktür, ya da kıyafet rahat değiştirilsin diye konulan plastik mazgal leş gibidir... kimi kabinlere kapı yerien perde asılmıştır fakat perdenin ebatları kapıya bir türlü uymaz... kiminin de kapısı vardır ancak kapatabilene olimpiyat madalyası verilse yeridir. hasbel kader kapananı ise açmak çok güçtür zirâ ya kilit arızalıdır ya da kapı kolu yoktur.
ne mutlu işinin ve müessesesinin hakkını veren insanlara.
fatiha suresi 1. bölüm, allahın kendisini tanıtmasıyla başlar. burada allah şöyle buyurur:
1. övmek ve övülmek alemlerin rabbi olan allaha mahsustur.
2. o, yarattığı tüm varlıklara merhametini tecelli ettiren rahman ve kendisine itaat edenlere özel olarak merhametini tecelli ettirecek olan rahimdir.
3. doğru olanın yanlış olandan ayrıldığı, hesap gününün tek söz sahibi odur.
fatiha suresinin bu ilk üç ayetinde allah kendisini tanıtarak, bizzat kendisinin yarattığı mahlukattan evvel tüm övgülerin kendisine yönelmesi gerektiğini ve gerçek övme makamında da yalnız kendisinin bulunduğunu söylemektedir.
elbette burada akla "neden?" sorusu gelmektedir... "neden övgüler allaha mahsustur?" aslında hemen ikinci ayette bu sorunun cevabı verilmektedir. hem öyle bir cevap verilmektedir ki iki yönlü... hem tüm yaratılmışlara bakan bir yönü var, hem de allaha itaat edenlere bakan bir yönü var. bu iki yönlerden birisi, allahın "yok" olan tüm mevcudatı "var" lık haline getirmesidir. bunula beraber, varlığı kendi kaderine terketmeyip; her yarattığını, onun ihtiyaç duyduğu içsel ve dışsal; maddi ve manevi donanımlarla donatması göstermektedir ki, esas övgü ancak allaha mahsus olabilir.
cevabın ikinci yönü ise kendisine itaat eden, kul olmayı kabul eden, gelecekte elde edeceği sonsuz özgürlük için kısa süreli dünya esaretini kabullenen kullarına vâdettiği rahimiyet tecellisidir. mahşer günü, dünyada çektiği sıkıntıların ve gösterdiği sabrın bir ödülü olarak allahın rahimiyet tecellisinin güvencesi altında cennete girecek olan kullar için, allah dışında gerçek övgüye layık başka birisi olabilir mi? hem dünyaların mâmur eden, hem de ahiretleri adına onlara güvence veren allaha, iman edenlerin herkesten çok övgü sunmaları kadar doğal bir durum yoktur.
meselenin bir başka yönü ise "övme mak!n da allaha ait olması" konusudur. insan, gerek katlandığı sıkıntılar için gerekse başardıkları için etrafından devamlı övgü bekler. bu övgü, şayet yaratılmış lanlardan beklenirse iki nedenler hüsrana uğrar.
hüsranın birincisi, olayları her yönüyle görmekten ve bilmekten, yaratılmış olanların uzak olmalarından kaynaklanır. bu nedenle insan, övgü beklediği yerde yergi ile karşılaşabilir ya da hakettiği övgüden daha azıyla idare etmek zorunda kalabilir. oysa yaratıcı, olayların iç ve dış yönlerini bilendir. insanın niyetlerini ve düşüncelerini görebilendir. hâliyle en adil ve hakkaniyetli övgüyü ancak allah verebilir.
ikinci hüsran ise, yaratılmışların fâni oluşudur. bir insan, bizi ancak ölümüne kadar övgüye boğabilir... bedeni fâni olan insanın duygularıda fânidir. örneğin bugün bizi övgüye boğan insan belirli bir süre sonra bundan sıkılabilir, bir süre sonra bizim övgüye layık durumlarımız onda kıskançlık ya da usanma duygularını ortaya çıkarabilir. ancak allah hem varlığı ile hem de duyguları ile bâki olandır. onun övmesi de bu yüzden hem ebedî hem de adildir.
ikinci ayetin son kısmında "rahim" ismine yapılan vurgu ile üçüncü aytte yer alan "din gününün malikidir" vurgusu birbiriyle sıkı sıkıya bağlıdır. aslında üçüncü ayette, rahman sıfatının tecelli ettiği varlıklara tehdit, rahim sıfatının tecelli ettiği kullarına ise güvence vardır. şöyle ki;
madem allah, doğru ile yanlışın; kötü ile iyinin birbirinden ayrılacağı din yani hesap gününün malikidir - tek söz sahibidir; o halde, ey rahman sıfatının kendilerine tecelli ettiği ancak allaha karşı sorumluluklarını yerine getirmeyenler, sizler için bir hesap günü var! kendinize gelin! ve siz allahın sadık kulları, sonsuz özgürlüğe kavuşmak için fani özgürlüğünden vazgeçen kutlu insanlar, siz de tek söz sahibinin allah olacağı o hesap gününden ötürü rahat olun! zirâ allahtan daha adil bir hesap görücü bulabilir misiniz? madem hesap gününün tek söz sahibi allah, o halde sizlere zerre kadar haksızlık yapılmayacaktır.
1. övmek ve övülmek alemlerin rabbi olan allaha mahsustur.
2. o, yarattığı tüm varlıklara merhametini tecelli ettiren rahman ve kendisine itaat edenlere özel olarak merhametini tecelli ettirecek olan rahimdir.
3. doğru olanın yanlış olandan ayrıldığı, hesap gününün tek söz sahibi odur.
fatiha suresinin bu ilk üç ayetinde allah kendisini tanıtarak, bizzat kendisinin yarattığı mahlukattan evvel tüm övgülerin kendisine yönelmesi gerektiğini ve gerçek övme makamında da yalnız kendisinin bulunduğunu söylemektedir.
elbette burada akla "neden?" sorusu gelmektedir... "neden övgüler allaha mahsustur?" aslında hemen ikinci ayette bu sorunun cevabı verilmektedir. hem öyle bir cevap verilmektedir ki iki yönlü... hem tüm yaratılmışlara bakan bir yönü var, hem de allaha itaat edenlere bakan bir yönü var. bu iki yönlerden birisi, allahın "yok" olan tüm mevcudatı "var" lık haline getirmesidir. bunula beraber, varlığı kendi kaderine terketmeyip; her yarattığını, onun ihtiyaç duyduğu içsel ve dışsal; maddi ve manevi donanımlarla donatması göstermektedir ki, esas övgü ancak allaha mahsus olabilir.
cevabın ikinci yönü ise kendisine itaat eden, kul olmayı kabul eden, gelecekte elde edeceği sonsuz özgürlük için kısa süreli dünya esaretini kabullenen kullarına vâdettiği rahimiyet tecellisidir. mahşer günü, dünyada çektiği sıkıntıların ve gösterdiği sabrın bir ödülü olarak allahın rahimiyet tecellisinin güvencesi altında cennete girecek olan kullar için, allah dışında gerçek övgüye layık başka birisi olabilir mi? hem dünyaların mâmur eden, hem de ahiretleri adına onlara güvence veren allaha, iman edenlerin herkesten çok övgü sunmaları kadar doğal bir durum yoktur.
meselenin bir başka yönü ise "övme mak!n da allaha ait olması" konusudur. insan, gerek katlandığı sıkıntılar için gerekse başardıkları için etrafından devamlı övgü bekler. bu övgü, şayet yaratılmış lanlardan beklenirse iki nedenler hüsrana uğrar.
hüsranın birincisi, olayları her yönüyle görmekten ve bilmekten, yaratılmış olanların uzak olmalarından kaynaklanır. bu nedenle insan, övgü beklediği yerde yergi ile karşılaşabilir ya da hakettiği övgüden daha azıyla idare etmek zorunda kalabilir. oysa yaratıcı, olayların iç ve dış yönlerini bilendir. insanın niyetlerini ve düşüncelerini görebilendir. hâliyle en adil ve hakkaniyetli övgüyü ancak allah verebilir.
ikinci hüsran ise, yaratılmışların fâni oluşudur. bir insan, bizi ancak ölümüne kadar övgüye boğabilir... bedeni fâni olan insanın duygularıda fânidir. örneğin bugün bizi övgüye boğan insan belirli bir süre sonra bundan sıkılabilir, bir süre sonra bizim övgüye layık durumlarımız onda kıskançlık ya da usanma duygularını ortaya çıkarabilir. ancak allah hem varlığı ile hem de duyguları ile bâki olandır. onun övmesi de bu yüzden hem ebedî hem de adildir.
ikinci ayetin son kısmında "rahim" ismine yapılan vurgu ile üçüncü aytte yer alan "din gününün malikidir" vurgusu birbiriyle sıkı sıkıya bağlıdır. aslında üçüncü ayette, rahman sıfatının tecelli ettiği varlıklara tehdit, rahim sıfatının tecelli ettiği kullarına ise güvence vardır. şöyle ki;
madem allah, doğru ile yanlışın; kötü ile iyinin birbirinden ayrılacağı din yani hesap gününün malikidir - tek söz sahibidir; o halde, ey rahman sıfatının kendilerine tecelli ettiği ancak allaha karşı sorumluluklarını yerine getirmeyenler, sizler için bir hesap günü var! kendinize gelin! ve siz allahın sadık kulları, sonsuz özgürlüğe kavuşmak için fani özgürlüğünden vazgeçen kutlu insanlar, siz de tek söz sahibinin allah olacağı o hesap gününden ötürü rahat olun! zirâ allahtan daha adil bir hesap görücü bulabilir misiniz? madem hesap gününün tek söz sahibi allah, o halde sizlere zerre kadar haksızlık yapılmayacaktır.
yaratıcının var olup olmadığı ile ilgili tartışmalarda kullanılan argümanlardan biridir. ateizm ve türevî ekollerin savunduğu "yaratıcı yoktur" iddiası ve bu iddiayı kanıtlama adına kullandıkları felsefî argümanlara "karşı" kullanılan bu argümanın anlatmak istediği: "ispat edilmeye muhtaç olan bir olgunun kanıttan yoksun olması, onun yok olduğunun yani olmadığının kanıtı değildir."
tabi burada "yaratıcının varlığı ispat edilmeye muhtaç mıdır?" sorusu gelebilir akla.
bu soruya iki ayrı cevap verilmektedir. birincisi, yartıcının varlığının ispatını, iman etmek için birinci koşul olarak görenlerin verdiği "evet" cevabıdır. ikincisi ise yaratıcının varlığının, maddi bir kanıta ihtiyacı olmadığını iddia edip; insanın zihnimde yer alan "yaratmak, sonsuzluk ve mükemmelik" gibi insan için uzak ve imkansız olan kavramların varlığının, yaratıcının varlığını zaten gösterdiğini savunanların verdiği "hayır" cevabıdır.
tabi burada "yaratıcının varlığı ispat edilmeye muhtaç mıdır?" sorusu gelebilir akla.
bu soruya iki ayrı cevap verilmektedir. birincisi, yartıcının varlığının ispatını, iman etmek için birinci koşul olarak görenlerin verdiği "evet" cevabıdır. ikincisi ise yaratıcının varlığının, maddi bir kanıta ihtiyacı olmadığını iddia edip; insanın zihnimde yer alan "yaratmak, sonsuzluk ve mükemmelik" gibi insan için uzak ve imkansız olan kavramların varlığının, yaratıcının varlığını zaten gösterdiğini savunanların verdiği "hayır" cevabıdır.
son yıllara kadar anadolu insanının "en güvenilir kurum" olarak nitelediği türk silahlı kuvvetlerinin, en tepesinde bulunan komuta kademesi.
açıklığa kavuşturması gereken bir sürü konudan yalnız bir kaçı:
şemdinlide iki astsubay yasadışı bir bombalama eylemi sırasında suçüstü yakalandı. (9 kasım 2005) sivil mahkemenin müebbed hapis cezası verdiği iki astsubay (iyi çocuklar) askeri mahkemede bir gün içinde nasıl beraat etti?
cumhuriyet gazetesi bir haftada 3 defa bombalandı. (5-11 mayıs 2006) cumhuriyet gazetesine el bombalarının atılmasından daha vahim olan durum ise haziran 2006da mke tarafından: "cumhuriyet gazetesine atılan bombaların daha önce orduya teslim edilmiş olan bombalardır" açıklaması oldu. cumhuriyet gazetesi dışında tüm gazetelerin sayfa sayfa yazdığı bu olaya mkeden bir yalanlama gelmedi. bir asker, hatıra olsun diye boş bir g3 kovanını bile askeriyeden dışarı çıkartamazken... nasıl olur da orduya ait olan ve anadolu insanının vergileri ile alınan bomba ve mühimmat askeriyenin dışında ve provakasyon amaçlı kullanılabilir?
darbe günlükleri yayınlandı. (25 mart 2007) bir kuvvet komutanı kendi el yazısıyla darbe planlarını kaleme aldığı halde, bu günlüklerin yayınlandığı "nokta dergisi" derhal kapattırıldı ancak ilgili konuyla alakalı herhangi bir soruşturma neden yapılmadı?
ümraniye çakmak mahallesinde bir gecekonduya yapılan baskında 27 el bombası ve tnt kalıpları bulundu. gecekondu sahibi patlayıcıların emekli astsubay oktay yıldırıma ait olduğunu ve muzaffer tekinin mühimmatı kontrol etmeye geldğini söyledi. soruşturma zekeriya öze devredildi. (12 haziran 2007 )
eskişehirde emekli binbaşı fikret emeğe ait bir evde patlayıcı ve silahlar bulundu.emekten ele geçirilen el bombalarından birisinin seri numarası, cumhuriyet gazetesine 5 ve 11 mayıs 2006da atılan el bombalarının numarasıyla birebir örtüşüyordu. (26 haziran 2007 )
necip habletmioğlu suikastında adı geçen ibrahim çiftçinin izmirde öldürülmesinde kullanılan el bombasının ümraniyede bulunanlarla aynı seriden olduğu ortaya çıktı.(aralık 2007)
6 ayrı ilde 24 farklı adrese eş zamanlı baskın yapıldı. emekli tuğgeneral veli küçük, 301. maddeden açtığı davalarla gündeme gelen avukat kemal kerinçsiz, hrant dink suikastının azmettiricisi olduğu iddiasıyla yargılanan yasin hayalin avukatı fuat turgut, gazeteci güler kömürcü, türk ortodoks patrikhanesi yöneticisi sevgi erenerol, emekli albay fikri karadağ ile susurluk davası hükümlüsü sami hoştan, drej ali olarak tanınan ali yasakın da aralarında bulunduğu 33 kişi gözaltına alındı. (22 ocak 2008)
yarbay mustafa dönmezin sakaryanın sapanca ilçesindeki yazlığında yapılan aramada 22 adet el bombası, 6 adet tabanca, 2100 adet kaleşnikof mermisi, 8 adet kaleşnikof şarjörü, 2 adet av tüfegi, 1 adet mısır yapımı makineli tüfek, 3 adet el dürbünü (1i kanas dürbünü olabilir, 1i sahra dürbünü, bol miktarda çeşitli çaplarda mermi,1 adet somtel marka elektronik kalaylı taşıt tesisat kablosuna (bomba imalatında kullanılabilen yaklaşık 15 metre civarında) rastlandı. sorgusu yapılan 4 muvazzaf subay terör örgütüne üye olmak suçlaması ile tutuklandı. )
açıklığa kavuşturması gereken bir sürü konudan yalnız bir kaçı:
şemdinlide iki astsubay yasadışı bir bombalama eylemi sırasında suçüstü yakalandı. (9 kasım 2005) sivil mahkemenin müebbed hapis cezası verdiği iki astsubay (iyi çocuklar) askeri mahkemede bir gün içinde nasıl beraat etti?
cumhuriyet gazetesi bir haftada 3 defa bombalandı. (5-11 mayıs 2006) cumhuriyet gazetesine el bombalarının atılmasından daha vahim olan durum ise haziran 2006da mke tarafından: "cumhuriyet gazetesine atılan bombaların daha önce orduya teslim edilmiş olan bombalardır" açıklaması oldu. cumhuriyet gazetesi dışında tüm gazetelerin sayfa sayfa yazdığı bu olaya mkeden bir yalanlama gelmedi. bir asker, hatıra olsun diye boş bir g3 kovanını bile askeriyeden dışarı çıkartamazken... nasıl olur da orduya ait olan ve anadolu insanının vergileri ile alınan bomba ve mühimmat askeriyenin dışında ve provakasyon amaçlı kullanılabilir?
darbe günlükleri yayınlandı. (25 mart 2007) bir kuvvet komutanı kendi el yazısıyla darbe planlarını kaleme aldığı halde, bu günlüklerin yayınlandığı "nokta dergisi" derhal kapattırıldı ancak ilgili konuyla alakalı herhangi bir soruşturma neden yapılmadı?
ümraniye çakmak mahallesinde bir gecekonduya yapılan baskında 27 el bombası ve tnt kalıpları bulundu. gecekondu sahibi patlayıcıların emekli astsubay oktay yıldırıma ait olduğunu ve muzaffer tekinin mühimmatı kontrol etmeye geldğini söyledi. soruşturma zekeriya öze devredildi. (12 haziran 2007 )
eskişehirde emekli binbaşı fikret emeğe ait bir evde patlayıcı ve silahlar bulundu.emekten ele geçirilen el bombalarından birisinin seri numarası, cumhuriyet gazetesine 5 ve 11 mayıs 2006da atılan el bombalarının numarasıyla birebir örtüşüyordu. (26 haziran 2007 )
necip habletmioğlu suikastında adı geçen ibrahim çiftçinin izmirde öldürülmesinde kullanılan el bombasının ümraniyede bulunanlarla aynı seriden olduğu ortaya çıktı.(aralık 2007)
6 ayrı ilde 24 farklı adrese eş zamanlı baskın yapıldı. emekli tuğgeneral veli küçük, 301. maddeden açtığı davalarla gündeme gelen avukat kemal kerinçsiz, hrant dink suikastının azmettiricisi olduğu iddiasıyla yargılanan yasin hayalin avukatı fuat turgut, gazeteci güler kömürcü, türk ortodoks patrikhanesi yöneticisi sevgi erenerol, emekli albay fikri karadağ ile susurluk davası hükümlüsü sami hoştan, drej ali olarak tanınan ali yasakın da aralarında bulunduğu 33 kişi gözaltına alındı. (22 ocak 2008)
yarbay mustafa dönmezin sakaryanın sapanca ilçesindeki yazlığında yapılan aramada 22 adet el bombası, 6 adet tabanca, 2100 adet kaleşnikof mermisi, 8 adet kaleşnikof şarjörü, 2 adet av tüfegi, 1 adet mısır yapımı makineli tüfek, 3 adet el dürbünü (1i kanas dürbünü olabilir, 1i sahra dürbünü, bol miktarda çeşitli çaplarda mermi,1 adet somtel marka elektronik kalaylı taşıt tesisat kablosuna (bomba imalatında kullanılabilen yaklaşık 15 metre civarında) rastlandı. sorgusu yapılan 4 muvazzaf subay terör örgütüne üye olmak suçlaması ile tutuklandı. )
doğuracağı sonuçları hesap etmeden, hızlı bir şekilde fikri sabitlemek.
köyün birinde yaşlı bir adam varmış. çok fakir... ama kral bile onu kıskanırmış. öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki... kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış... "bu at, bir at değil benim için. bir dost. insan dostunu satar mı?" dermiş hep...
bir sabah kalkmışlar ki, at yok...
köylü ihtiyarın başına toplanmış:"seni ihtiyar bunak! bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. şimdi ne paran var, ne de atın"demişler.
ihtiyar: "karar vermek için acele etmeyin" demiş. "sadece at kayıp" deyin. çünkü gerçek bu. ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. çünkü bu olay henüz bir başlangıç. arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.
köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler.
aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş... meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. babalık demişler. sen haklı çıktın. atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. şimdi bir at sürün var.
karar vermek için gene acele ediyorsunuz demiş ihtiyar. sadece atın geri döndüğünü söyleyin. bilinen gerçek sadece bu. ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. bu daha başlangıç... birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?
köylüler bu defa açıktan ihtiyarla dalga geçmemişler ve içlerinden bu herif sahiden gerzek diye geçirmişler.
bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.
köylüler gene gelmişler ihtiyara... bir kez daha haklı çıktın demişler. bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. oysa sana bakacak başkası da yok. şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın demişler.
ihtiyar siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz diye cevap vermiş. o kadar acele etmeyin. oğlum bacağını kırdı. gerçek bu. ötesi sizin verdiğiniz karar... ama acaba ne kadar doğru? hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.
birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. köyü matem sarmış. çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.
köylüler, gene ihtiyara gelmişler.! gene haklı olduğun kanıtlandı demişler. oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.
siz erken karar vermeye devam edin demiş, ihtiyar. oysa ne olacağını kimseler bilemez. bilinen bir tek gerçek var. benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece allah biliyor.
köyün birinde yaşlı bir adam varmış. çok fakir... ama kral bile onu kıskanırmış. öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki... kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış... "bu at, bir at değil benim için. bir dost. insan dostunu satar mı?" dermiş hep...
bir sabah kalkmışlar ki, at yok...
köylü ihtiyarın başına toplanmış:"seni ihtiyar bunak! bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. şimdi ne paran var, ne de atın"demişler.
ihtiyar: "karar vermek için acele etmeyin" demiş. "sadece at kayıp" deyin. çünkü gerçek bu. ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. çünkü bu olay henüz bir başlangıç. arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.
köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler.
aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş... meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. babalık demişler. sen haklı çıktın. atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. şimdi bir at sürün var.
karar vermek için gene acele ediyorsunuz demiş ihtiyar. sadece atın geri döndüğünü söyleyin. bilinen gerçek sadece bu. ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. bu daha başlangıç... birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?
köylüler bu defa açıktan ihtiyarla dalga geçmemişler ve içlerinden bu herif sahiden gerzek diye geçirmişler.
bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.
köylüler gene gelmişler ihtiyara... bir kez daha haklı çıktın demişler. bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. oysa sana bakacak başkası da yok. şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın demişler.
ihtiyar siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz diye cevap vermiş. o kadar acele etmeyin. oğlum bacağını kırdı. gerçek bu. ötesi sizin verdiğiniz karar... ama acaba ne kadar doğru? hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.
birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. köyü matem sarmış. çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.
köylüler, gene ihtiyara gelmişler.! gene haklı olduğun kanıtlandı demişler. oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.
siz erken karar vermeye devam edin demiş, ihtiyar. oysa ne olacağını kimseler bilemez. bilinen bir tek gerçek var. benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece allah biliyor.
bir çok müslümanın savunma alanında ki en büyük problemi; ikinci adımı düşünmeden ya da gelecek tepkileri hesap etmeden savunma mekanizmalarını çalıştırmalarıdır.
domuz eti ya da diğer kuranî haramlar da "sebep" ya da "mantık" aramak (örneğin, domuz dişisini kıskanmaz, etinde tenya var vs..) tek kelimeyle acziyettir.
müslüman, islama bağlanmış olan; mümin ise allaha ve vahyine koşulsuz iman etmiş olan kişidir. allahın "haram" dediklerinde mantık aramak ya da bu haramlara çeşitli sebepler bulmaya çalışmak doğru değildir. şayet allah varsa ve biz onun bu varlığını hissediyorsak; emirlerini sorgulamak ve bu emirlere bizi tatmin edecek sebepler aramak doğru değildir.
müslüman, domuz eti pis olduğu için değil! domuz etini allah "yeme" dediği için yemez!
"allah neden yeme demiş?"
müslümanın böyle bir derdi ve sorusu yoktur! allahın neyi, neden haram ettiğinin sorgulamak ya da ona sebepler bulmak zorunda değildir. şayet allah varsa ve ben onun varlığını hissediyorsam... sorun yoktur!
küçük bir örnek vererek noktalayalım:
farzedelim "domuz eti neden haram?" diyen birine, doğru ve net bir cevap olan "allah haram ettiği için!" demediniz de, allahın kuran-ı kerimde size bildirmediği sebepleri sıralamaya başladınız. mesela dediniz ki: "domuz eti pistir, içinde tenya ve trişin var!" karşınızdaki kişi çok rahatlıkla şunu söyleyecektir: "kardeşim, teknoloji gelişti; günümüzde domuz etinden yapılan jambonlar tertemiz; sağlık bakanlığından da onaylı!"
şimdi ne olacak? önümüzde iki yol var:
1. muhattabın söylediği bu "doğru" sözü, kuran-ı kerimde hangi anlamda kullanıldığını bilmediğimiz ve sırf kendi yüklediğimiz bir anlamı savunma adına, bilimsel bir veriyi yalanlayacak ya da reddedeceğiz.
2. muhattaba "haklısın" deyip, verdiği bilgiye dayanarak "o halde domuz etinin haramlığı iptal olmuş!" diyeceğiz.
her halukarda, yanlış bir yola girmiş olacağız!
not: kuran-ı kerimde domuz eti ile alakalı enam suresi 145. ayette "ricsun" yani "murdar-pis" kavramı geçmektedir ancak kavram-terim üç farklı anlama da gelebilmektedir:
"rics" tabiî, aklî, şerî ve hem tabiî, hem aklî, hem şerî olmak üzere dört çeşittir. mesela meyte, hem tabiî, hem aklî ve şerî olarak tüm yönleriyle ricstir. içki ve kumar aklî ve şerî olarak ricstir. kâfirler ise şerî yönden ricstirler. aynı zamanda rics, kokusu pis olan, ters anlamına geldiği gibi, kötü olan, azab manalarıyla da kullanılır. ricsin bir başka kullanıldığı yer de "baîrun ruccüsun şiddetli böğüren deve" ve gök gürültüsünün şiddetinin anlatıldığı "gamamun râcisun" cümlelerinde olduğu gibi sesin şiddetini ifade için kullanılan yerlerdir
kaynak: rağıp el-isfahanî, el-müfredat fi garibul-kurân, s. 274)
domuz eti ya da diğer kuranî haramlar da "sebep" ya da "mantık" aramak (örneğin, domuz dişisini kıskanmaz, etinde tenya var vs..) tek kelimeyle acziyettir.
müslüman, islama bağlanmış olan; mümin ise allaha ve vahyine koşulsuz iman etmiş olan kişidir. allahın "haram" dediklerinde mantık aramak ya da bu haramlara çeşitli sebepler bulmaya çalışmak doğru değildir. şayet allah varsa ve biz onun bu varlığını hissediyorsak; emirlerini sorgulamak ve bu emirlere bizi tatmin edecek sebepler aramak doğru değildir.
müslüman, domuz eti pis olduğu için değil! domuz etini allah "yeme" dediği için yemez!
"allah neden yeme demiş?"
müslümanın böyle bir derdi ve sorusu yoktur! allahın neyi, neden haram ettiğinin sorgulamak ya da ona sebepler bulmak zorunda değildir. şayet allah varsa ve ben onun varlığını hissediyorsam... sorun yoktur!
küçük bir örnek vererek noktalayalım:
farzedelim "domuz eti neden haram?" diyen birine, doğru ve net bir cevap olan "allah haram ettiği için!" demediniz de, allahın kuran-ı kerimde size bildirmediği sebepleri sıralamaya başladınız. mesela dediniz ki: "domuz eti pistir, içinde tenya ve trişin var!" karşınızdaki kişi çok rahatlıkla şunu söyleyecektir: "kardeşim, teknoloji gelişti; günümüzde domuz etinden yapılan jambonlar tertemiz; sağlık bakanlığından da onaylı!"
şimdi ne olacak? önümüzde iki yol var:
1. muhattabın söylediği bu "doğru" sözü, kuran-ı kerimde hangi anlamda kullanıldığını bilmediğimiz ve sırf kendi yüklediğimiz bir anlamı savunma adına, bilimsel bir veriyi yalanlayacak ya da reddedeceğiz.
2. muhattaba "haklısın" deyip, verdiği bilgiye dayanarak "o halde domuz etinin haramlığı iptal olmuş!" diyeceğiz.
her halukarda, yanlış bir yola girmiş olacağız!
not: kuran-ı kerimde domuz eti ile alakalı enam suresi 145. ayette "ricsun" yani "murdar-pis" kavramı geçmektedir ancak kavram-terim üç farklı anlama da gelebilmektedir:
"rics" tabiî, aklî, şerî ve hem tabiî, hem aklî, hem şerî olmak üzere dört çeşittir. mesela meyte, hem tabiî, hem aklî ve şerî olarak tüm yönleriyle ricstir. içki ve kumar aklî ve şerî olarak ricstir. kâfirler ise şerî yönden ricstirler. aynı zamanda rics, kokusu pis olan, ters anlamına geldiği gibi, kötü olan, azab manalarıyla da kullanılır. ricsin bir başka kullanıldığı yer de "baîrun ruccüsun şiddetli böğüren deve" ve gök gürültüsünün şiddetinin anlatıldığı "gamamun râcisun" cümlelerinde olduğu gibi sesin şiddetini ifade için kullanılan yerlerdir
kaynak: rağıp el-isfahanî, el-müfredat fi garibul-kurân, s. 274)
12 eylül 2010 tarihinde halk oylamasına sunulacak olan anayasa değişiklik paketinde şu değişikliklere uğrayacak olan kurum:
1. değişiklikle hsyknın halen 7 olan asıl üye sayısı 21e, 5 olan yedek üye sayısı ise 10a çıkarılıyor.
2. hsyknın dört asil üyesi, yüksek öğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri, üst kademe yöneticileri ile avukatlar arasından cumhurbaşkanınca belirlenecek.
3. bir asil ve bir yedek üyesi anayasa mahkemesi raportörleri arasından anayasa mahkemesince seçilecek.
4. üç asil ve iki yedek üyesi yargıtay üyeleri arasından yargıtay genel kurulunca seçilecek.
5. bir asil ve bir yedek üyesi danıştay üyeleri arasından danıştay genel kurulunca seçilecek.
6. yedi asil ve dört yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adli yargı hakim ve savcıları arasından adli yargı hakim ve savcılarınca seçilecek.
7. üç asil ve iki yedek üyesi ise, idari yargı hakim ve savcıları arasından idari yargı hakim ve savcılarınca seçilecek.
8. üyeler dört yıllığına seçilecek ve üyelik süresi dolan tekrar seçilebilecek.
şimdi bir düşünelim...
toplam 21 asil ve 10 yedek üyenin;
cumhurbaşkanı - 4 asil üyesini.
anayasa mahkemesi - 1 asil 1 yedek üyesini.
yargıtay genel kurulu - 3 asil 2 yedek üyesini.
danıştay genel kurulu - 1 asil 1 yedek üyesini.
adli yargı hakim ve savcıları - 7 asil 4 yedek üyesini.
idari yargı hakim ve savcıları - 3 asil 2 yedek üyesini seçecek.
adı üstünde "hakimler ve savcılar yüksek kurulu" yani hakim ve savcıların kaderlerini tayin eden ve ülkenin hukukî temellerini kuran bir kurul ve bu anayasa paketi ile tüm hukukî kurumlar bu kurula üye seçebilecek!
şimdi bir düşünelim bakalım, hsyk daha demokratik ve daha adil bir işlerlik kazanmıyor mu?
1. değişiklikle hsyknın halen 7 olan asıl üye sayısı 21e, 5 olan yedek üye sayısı ise 10a çıkarılıyor.
2. hsyknın dört asil üyesi, yüksek öğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri, üst kademe yöneticileri ile avukatlar arasından cumhurbaşkanınca belirlenecek.
3. bir asil ve bir yedek üyesi anayasa mahkemesi raportörleri arasından anayasa mahkemesince seçilecek.
4. üç asil ve iki yedek üyesi yargıtay üyeleri arasından yargıtay genel kurulunca seçilecek.
5. bir asil ve bir yedek üyesi danıştay üyeleri arasından danıştay genel kurulunca seçilecek.
6. yedi asil ve dört yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adli yargı hakim ve savcıları arasından adli yargı hakim ve savcılarınca seçilecek.
7. üç asil ve iki yedek üyesi ise, idari yargı hakim ve savcıları arasından idari yargı hakim ve savcılarınca seçilecek.
8. üyeler dört yıllığına seçilecek ve üyelik süresi dolan tekrar seçilebilecek.
şimdi bir düşünelim...
toplam 21 asil ve 10 yedek üyenin;
cumhurbaşkanı - 4 asil üyesini.
anayasa mahkemesi - 1 asil 1 yedek üyesini.
yargıtay genel kurulu - 3 asil 2 yedek üyesini.
danıştay genel kurulu - 1 asil 1 yedek üyesini.
adli yargı hakim ve savcıları - 7 asil 4 yedek üyesini.
idari yargı hakim ve savcıları - 3 asil 2 yedek üyesini seçecek.
adı üstünde "hakimler ve savcılar yüksek kurulu" yani hakim ve savcıların kaderlerini tayin eden ve ülkenin hukukî temellerini kuran bir kurul ve bu anayasa paketi ile tüm hukukî kurumlar bu kurula üye seçebilecek!
şimdi bir düşünelim bakalım, hsyk daha demokratik ve daha adil bir işlerlik kazanmıyor mu?
1979 öncesi, yani islam devriminden hemen önceki yıllarda iranın çağdaş ve modern bir çehreye sahip olduğunu, islam devriminin ardından bu çağdaş yapısının yıkılarak, moderniteden hızla uzaklaştığı iddia edilmektedirler.
tabi bunlar söylenirken, islamî bir yönetimin sonuçlarının bu olduğu konusunda, anadolu insanını ikna çabaları yatmaktadır.
peki gerçekte iranın durumu nedir?
öncelikle, bu iddialarda çok ciddi ve kasıtlı bir çarpıtma yapılmaktadır. zirâ, iran devrimi yalnızca bir "islam devrimi" değildir. hatta bu devrimi "islam devrimi" olarak lanse etmek, islama yapılacak en büyük haksızlıktır.
bu gün, araştıranların da bilebileceği üzere, ayetullah ruhullah humeyni tarafından gerçekleştirilen ve adına ısrarla "iran islam devrimi" denilen mevcut "iran devrimi"nin içeriği, ilk başlarda şii mezhebi görüşlerini esas alan ve şeriat benzeri bir islam cumhuriyeti uygulamasıyken; daha sonraları tamamiyle bir şii diktatörlüğüne dönüşmüştür.
tarihin hiç bir döneminde şia mezhebi islamın temsilcisi olmamıştır. zaten şiilerin de böyle bir iddiası yoktur. ancak islam düşmanlarının ellerindeki en büyük koz, şia akidesine göre şekillenmiş olan iran şeriatını "islam şeriatı" olarak lanse etmek ve bunun üzerinden "sizlerin de sonu bu olur" korkusunu oluşturup insanların islama bakışını bulandırmaktır.
allah resulü dönemi, dört halife dönemi ve osmanlı döneminde mevcut olan islam devlet modeliyle, devrim sonrası ortaya çıkan ve zamanla kemikleşen iran modeli arasında dağlar kadar fark bulunmaktayken; siz bu devrimin adına "islam devimi" diyemezsiniz... deseniz bile buna, yalnızca islamı bilmeyenleri inandırabilirsiniz.
hiçbir mezhep islamın temsilcisi değildir! mezhepler yalnız ve ancak dinin farklı yorumlarıdır ve müslümanlar kuran-ı kerimi esas alarak kendi yerlerini belirlerler.
tabi bunlar söylenirken, islamî bir yönetimin sonuçlarının bu olduğu konusunda, anadolu insanını ikna çabaları yatmaktadır.
peki gerçekte iranın durumu nedir?
öncelikle, bu iddialarda çok ciddi ve kasıtlı bir çarpıtma yapılmaktadır. zirâ, iran devrimi yalnızca bir "islam devrimi" değildir. hatta bu devrimi "islam devrimi" olarak lanse etmek, islama yapılacak en büyük haksızlıktır.
bu gün, araştıranların da bilebileceği üzere, ayetullah ruhullah humeyni tarafından gerçekleştirilen ve adına ısrarla "iran islam devrimi" denilen mevcut "iran devrimi"nin içeriği, ilk başlarda şii mezhebi görüşlerini esas alan ve şeriat benzeri bir islam cumhuriyeti uygulamasıyken; daha sonraları tamamiyle bir şii diktatörlüğüne dönüşmüştür.
tarihin hiç bir döneminde şia mezhebi islamın temsilcisi olmamıştır. zaten şiilerin de böyle bir iddiası yoktur. ancak islam düşmanlarının ellerindeki en büyük koz, şia akidesine göre şekillenmiş olan iran şeriatını "islam şeriatı" olarak lanse etmek ve bunun üzerinden "sizlerin de sonu bu olur" korkusunu oluşturup insanların islama bakışını bulandırmaktır.
allah resulü dönemi, dört halife dönemi ve osmanlı döneminde mevcut olan islam devlet modeliyle, devrim sonrası ortaya çıkan ve zamanla kemikleşen iran modeli arasında dağlar kadar fark bulunmaktayken; siz bu devrimin adına "islam devimi" diyemezsiniz... deseniz bile buna, yalnızca islamı bilmeyenleri inandırabilirsiniz.
hiçbir mezhep islamın temsilcisi değildir! mezhepler yalnız ve ancak dinin farklı yorumlarıdır ve müslümanlar kuran-ı kerimi esas alarak kendi yerlerini belirlerler.
12 eylül 2010 tarihinde halk oylamasına sunulacak olan anayasa değişiklik paketinde şu değişikliklere uğrayacak olan kurum:
1. halen 11 asil 4 yedek üyeden oluşan anayasa mahkemesi 19 asil üyeden oluşacak.
2. tbmm 2 üyeyi sayıştay genel kurulunun gösterdiği 3er aday arasından, 1 üyeyi ise baro başkanlarının avukatlar arasından göstereceği 3 aday arasından gizli oylamayla seçecek.
3. cumhurbaşkanı 3 üyeyi yargıtay, 2 üyeyi danıştay, 1 üyeyi askeri yüksek idare mahkemesince gösterilecek 3er aday içinden, 3 üyeyi ise yökün kendi üyesi olmayan yüksek öğretim kurumları öğretim üyeleri arasından göstereceği 3er aday içinden seçecek.
4. cumhurbaşkanı 7 üyeyi ise direkt olarak atayacak. cumhurbaşkanı 5 üyeyi üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar veya anayasa mahkemesi raportörleri arasından, 2 üyeyi ise yüksek öğrenim görmüş, türkiye cumhuriyeti vatandaşları arasından seçecek.
5. anayasa mahkemesi üyelerinin görev süreleri sınırlanacak. 12 yıl için seçilecek olan üyeler, 2 defa üyeliğe seçilemeyecek.
6. mevcut uygulamada anayasa mahkemesine sadece anamuhalefet partisi, cumhurbaşkanı ve 110 milletvekili gidebiliyor. değişiklikle kişisel başvuru hakkı tanınıyor. buna göre, kişiler, anayasa şikayeti başvurusunda bulunabilecek.
şimdi bir düşünelim...
toplam 19 asil üyenin;
tbmm 2 üyeyi sayıştay genel kurulunun teklifiyle seçecek.
tbmm 1 üyeyi baro başkanlarının teklifiyle seçecek.
cumhurbaşkanı 3 üyeyi yargıtayın teklifiyle seçecek.
cumhurbaşkanı 2 üyeyi danıştayın teklifiyle seçecek.
cumhurbaşkanı 1 üyeyi askeri yüksek idare mahkemesinin teklifiyle seçecek.
cumhurbaşkanı 3 üyeyi yökün teklifiyle seçecek.
cumhurbaşkanı 5 üyeyi üst kademe yöneticilerinden, serbest avukatlardan ve anayasa mahkemesi ropörtörlerinden seçecek.
cumhurbaşkanı 2 üyeyi yüksek öğrenim görmüş tc vatandaşları arasından seçecek.
pekî, anayasa mahkemesinin üyelerini, devletin temel kurumlarının teklif ettikleri kişiler arasından seçecek olan tbmmyi ve cumhurbaşkanını kim seçecek?
"halk"
durum buyken, anayasa mahkemesi aynen tbmm ve cumhurbaşkanlığı makamı gibi halkın tercihlerini yansıtmış olmayacak mı? şu tabloya göre, geçmişte yaşanan çarpıklıklara bir son verilmiş olmayacak mı? devletin hangi kurumuna bu konuda söz hakkı verilmemiştir? yargıtaya mı? danıştaya mı? askeri yüksek idare mahkemesine mi? sayıştaya mı? barolara mı? yöke mi?
bu tabloya göre anayasa mahkemesi daha demokratik ve daha adil bir işlerlik kazanmıyor mu?
1. halen 11 asil 4 yedek üyeden oluşan anayasa mahkemesi 19 asil üyeden oluşacak.
2. tbmm 2 üyeyi sayıştay genel kurulunun gösterdiği 3er aday arasından, 1 üyeyi ise baro başkanlarının avukatlar arasından göstereceği 3 aday arasından gizli oylamayla seçecek.
3. cumhurbaşkanı 3 üyeyi yargıtay, 2 üyeyi danıştay, 1 üyeyi askeri yüksek idare mahkemesince gösterilecek 3er aday içinden, 3 üyeyi ise yökün kendi üyesi olmayan yüksek öğretim kurumları öğretim üyeleri arasından göstereceği 3er aday içinden seçecek.
4. cumhurbaşkanı 7 üyeyi ise direkt olarak atayacak. cumhurbaşkanı 5 üyeyi üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar veya anayasa mahkemesi raportörleri arasından, 2 üyeyi ise yüksek öğrenim görmüş, türkiye cumhuriyeti vatandaşları arasından seçecek.
5. anayasa mahkemesi üyelerinin görev süreleri sınırlanacak. 12 yıl için seçilecek olan üyeler, 2 defa üyeliğe seçilemeyecek.
6. mevcut uygulamada anayasa mahkemesine sadece anamuhalefet partisi, cumhurbaşkanı ve 110 milletvekili gidebiliyor. değişiklikle kişisel başvuru hakkı tanınıyor. buna göre, kişiler, anayasa şikayeti başvurusunda bulunabilecek.
şimdi bir düşünelim...
toplam 19 asil üyenin;
tbmm 2 üyeyi sayıştay genel kurulunun teklifiyle seçecek.
tbmm 1 üyeyi baro başkanlarının teklifiyle seçecek.
cumhurbaşkanı 3 üyeyi yargıtayın teklifiyle seçecek.
cumhurbaşkanı 2 üyeyi danıştayın teklifiyle seçecek.
cumhurbaşkanı 1 üyeyi askeri yüksek idare mahkemesinin teklifiyle seçecek.
cumhurbaşkanı 3 üyeyi yökün teklifiyle seçecek.
cumhurbaşkanı 5 üyeyi üst kademe yöneticilerinden, serbest avukatlardan ve anayasa mahkemesi ropörtörlerinden seçecek.
cumhurbaşkanı 2 üyeyi yüksek öğrenim görmüş tc vatandaşları arasından seçecek.
pekî, anayasa mahkemesinin üyelerini, devletin temel kurumlarının teklif ettikleri kişiler arasından seçecek olan tbmmyi ve cumhurbaşkanını kim seçecek?
"halk"
durum buyken, anayasa mahkemesi aynen tbmm ve cumhurbaşkanlığı makamı gibi halkın tercihlerini yansıtmış olmayacak mı? şu tabloya göre, geçmişte yaşanan çarpıklıklara bir son verilmiş olmayacak mı? devletin hangi kurumuna bu konuda söz hakkı verilmemiştir? yargıtaya mı? danıştaya mı? askeri yüksek idare mahkemesine mi? sayıştaya mı? barolara mı? yöke mi?
bu tabloya göre anayasa mahkemesi daha demokratik ve daha adil bir işlerlik kazanmıyor mu?
hz. muhammedin vefatından sonra, islam alemi genişlemiş ve müslümanların nüfusu artmıştır. islam; iran, ırak, suriye gibi ülkelerin fethiyle buralara da yayılmaya başlamıştır.
islamî fetihlerin bir geleneği olarak, fethedilen her ülkeye öğretmen - rehber ve müftü olabilecek bir sahabi atanırdı. örneğin, bağdata abdullah bin mesud; basraya ebu musa el eşari, imran bin husyn ve enes bin malik; şama ebud derda, muaz bin cebel, ubade bin samit gitti.
bu sahabiler, kendilerine soru sorulduğu ya da kendileri yeni bir durum ile karşılaştıklarında öncelikle kuran-ı kerime bakıyorlardı. kuran-ı kerimde cevap bulamadıklarında allah resulünün uygulamalarına bakıyorlardı (sünnet). şayet bunda da bulamazlarsa kuran-ı kerim ve hadislere dayanarak o mesele hakkında fetva veriyorlardı.
yeni fethedilen yerlere giden bu sahabiler, sonradan kendilerine "tabiun" denilecek olan öğrencileri yetiştiriyorlardı.
tabiunun en meşhurlarından olan; salim bin abdullah bin ömer, zührî ve yahya bin said medinede; ibrahim en nehai kufede (ırak); hasan el basri basrada (ırak) mekhul bin ebi müslim el huzeli şamda (iran); tavus bin keysan yemende bulunuyorlardı. sahabilerin ardından bu isimlerin saydığımız zâtlar bulundukları yerlerin müftüleri - rehberleri - öğretmenleri konumuna geçtiler. onlar bir yandan sahabilerden aldıkları ilim ile fetva veriyor diğer yandan tebe-i tabiini yetiştiriyorlardı.
bu alimlerin yetiştirdikleri tebe-i tabiinin meşhurları ise şunlardır: imam-ı azam ebu hanife, imam malik, imam evzai,leys bin sad,imam şafi,ahmed bin hambel,süfyan es sevri,süfyan bin uyeyne. yahya b. eyyûb, ubeydullah b. lehîa.
yukarıda izahı yapıldığı şekilde sahabiler, allah resulünden; tabein, sahabilerden; tebei tabiin ise tabeinden öncelikle kuran-ı kerimi ardından sünneti (hadisleri), ardından fetvaları topladılar bunlarda bulunmayan meseleleri ise icma ve kıyas yoluyla kendileri hallettiler.
herşeyden önce bu konuda şu unutulmamalıdır ki, bu güzide şahsiyetlerin öncelikli meşguliyetleri "ilim yapmak" idi. yaşamlarının hemen hemen tamamını bu işe vakfetmişlerdi. bunun yanında bulundukları zamanın en zekî ve yorumlarında en isabetli insanlarıydılar. durum böyle olunca "fetva verme" işinin bu tarz ehliyetli kişilerce yapılması gerektiği anlaşılmaktadır.
tabi burada şunu da dile getirmek yerinde olur sanıyorum; şayet siz -hangi maksatla olursa olsun- "içtihat kapısı kapanmıştır" derseniz ve bu alanda söz sahibi olabilecek kaliteli insanların önünü böylece kapatırsanız, bu durumda herkes kendini fetva makamı sanmaya başlayacaktır. aynen günümüzde gerek radyo, gerekse tv ve gazetelerde şahit olduğumuz gibi.
şimdi isterseniz konumuzun aslı olan "mezheplerin ortaya çıkışı" noktasına giriş yapalım:
mezheplerin ortaya çıkışı tebei tabiin dönemine rastlar. bu dönem üç yönüyle dikkat çekicidir:
1. allah resulünden, sahabiden ve tabeinden devralınan büyük bir ilmî miras mevcuttur. islamın hayatın can damarlarını ilgilendiren konuları halledilmiş ve bu konularda sarsılmaz fikir birlikleri sağlanmıştır.
2. devralınan bu ilim denizi, tebei tabiin döneminde bir çok alim insanın yetişmesine zemin hazırlamış bununla beraber islam arap ülkeleri dışında memleketlere de yayılmaya başlayarak, çok farklı kültür ve dinlerden insanlar islama girmeye başlamıştı.
3. tebei tabiin döneminin ortalarından sonra islam kendi içinde daha kalıcı bir sistem oluşturmaya başlamış, mütedeyyin ve müttakî insanların sayısı çoğalmıştır. bu durum ince düşünen, hassas hesaplar yapan, belki bir anlamda dinin emirlerini nefsi zorlayacak derecede titizce yaşayan insanların sayısı artmıştır.
zikrettiğimiz bu üç unsurun doğal bir sonucu olarak, sahabi ve tabein dönemlerinde ele alınmayan ya da ihtiyaç duyulmayan konulara girilmeye, bu tip konularda fetvalar verilmeye başlamıştı. islamın her seviyede yoğunluklu olarak yaşandığı bu dönemde, her müslüman bulunduğu konum ve duruma göre bir müçtehidin yolunu tutmayı ve onun izinden giderek hakka ulaşmayı hedeflemeye başlamıştı. bu durum ise zamanla "mezhep" denilen gerçekliğin ortaya çıkmasına ve zaman ilerledikçe bu gerçeğin yaşama yerleşmesine sebep olmuştur.
islamî fetihlerin bir geleneği olarak, fethedilen her ülkeye öğretmen - rehber ve müftü olabilecek bir sahabi atanırdı. örneğin, bağdata abdullah bin mesud; basraya ebu musa el eşari, imran bin husyn ve enes bin malik; şama ebud derda, muaz bin cebel, ubade bin samit gitti.
bu sahabiler, kendilerine soru sorulduğu ya da kendileri yeni bir durum ile karşılaştıklarında öncelikle kuran-ı kerime bakıyorlardı. kuran-ı kerimde cevap bulamadıklarında allah resulünün uygulamalarına bakıyorlardı (sünnet). şayet bunda da bulamazlarsa kuran-ı kerim ve hadislere dayanarak o mesele hakkında fetva veriyorlardı.
yeni fethedilen yerlere giden bu sahabiler, sonradan kendilerine "tabiun" denilecek olan öğrencileri yetiştiriyorlardı.
tabiunun en meşhurlarından olan; salim bin abdullah bin ömer, zührî ve yahya bin said medinede; ibrahim en nehai kufede (ırak); hasan el basri basrada (ırak) mekhul bin ebi müslim el huzeli şamda (iran); tavus bin keysan yemende bulunuyorlardı. sahabilerin ardından bu isimlerin saydığımız zâtlar bulundukları yerlerin müftüleri - rehberleri - öğretmenleri konumuna geçtiler. onlar bir yandan sahabilerden aldıkları ilim ile fetva veriyor diğer yandan tebe-i tabiini yetiştiriyorlardı.
bu alimlerin yetiştirdikleri tebe-i tabiinin meşhurları ise şunlardır: imam-ı azam ebu hanife, imam malik, imam evzai,leys bin sad,imam şafi,ahmed bin hambel,süfyan es sevri,süfyan bin uyeyne. yahya b. eyyûb, ubeydullah b. lehîa.
yukarıda izahı yapıldığı şekilde sahabiler, allah resulünden; tabein, sahabilerden; tebei tabiin ise tabeinden öncelikle kuran-ı kerimi ardından sünneti (hadisleri), ardından fetvaları topladılar bunlarda bulunmayan meseleleri ise icma ve kıyas yoluyla kendileri hallettiler.
herşeyden önce bu konuda şu unutulmamalıdır ki, bu güzide şahsiyetlerin öncelikli meşguliyetleri "ilim yapmak" idi. yaşamlarının hemen hemen tamamını bu işe vakfetmişlerdi. bunun yanında bulundukları zamanın en zekî ve yorumlarında en isabetli insanlarıydılar. durum böyle olunca "fetva verme" işinin bu tarz ehliyetli kişilerce yapılması gerektiği anlaşılmaktadır.
tabi burada şunu da dile getirmek yerinde olur sanıyorum; şayet siz -hangi maksatla olursa olsun- "içtihat kapısı kapanmıştır" derseniz ve bu alanda söz sahibi olabilecek kaliteli insanların önünü böylece kapatırsanız, bu durumda herkes kendini fetva makamı sanmaya başlayacaktır. aynen günümüzde gerek radyo, gerekse tv ve gazetelerde şahit olduğumuz gibi.
şimdi isterseniz konumuzun aslı olan "mezheplerin ortaya çıkışı" noktasına giriş yapalım:
mezheplerin ortaya çıkışı tebei tabiin dönemine rastlar. bu dönem üç yönüyle dikkat çekicidir:
1. allah resulünden, sahabiden ve tabeinden devralınan büyük bir ilmî miras mevcuttur. islamın hayatın can damarlarını ilgilendiren konuları halledilmiş ve bu konularda sarsılmaz fikir birlikleri sağlanmıştır.
2. devralınan bu ilim denizi, tebei tabiin döneminde bir çok alim insanın yetişmesine zemin hazırlamış bununla beraber islam arap ülkeleri dışında memleketlere de yayılmaya başlayarak, çok farklı kültür ve dinlerden insanlar islama girmeye başlamıştı.
3. tebei tabiin döneminin ortalarından sonra islam kendi içinde daha kalıcı bir sistem oluşturmaya başlamış, mütedeyyin ve müttakî insanların sayısı çoğalmıştır. bu durum ince düşünen, hassas hesaplar yapan, belki bir anlamda dinin emirlerini nefsi zorlayacak derecede titizce yaşayan insanların sayısı artmıştır.
zikrettiğimiz bu üç unsurun doğal bir sonucu olarak, sahabi ve tabein dönemlerinde ele alınmayan ya da ihtiyaç duyulmayan konulara girilmeye, bu tip konularda fetvalar verilmeye başlamıştı. islamın her seviyede yoğunluklu olarak yaşandığı bu dönemde, her müslüman bulunduğu konum ve duruma göre bir müçtehidin yolunu tutmayı ve onun izinden giderek hakka ulaşmayı hedeflemeye başlamıştı. bu durum ise zamanla "mezhep" denilen gerçekliğin ortaya çıkmasına ve zaman ilerledikçe bu gerçeğin yaşama yerleşmesine sebep olmuştur.
sevgiyi günlere, sevgiliyi ise hediye jelatininin içine hapsetmeyi fazilet sayanların günüdür.
kuran-ı kerim, müslümanı ilgilendiren her konu gibi oruç konusunda da gerekli olan tüm temel bilgileri vermiş, temel bilgiler dışında kalan konuları ise insanın aklına ve vicdanına bırakmıştır.
bakara suresi 183. ayet: "siz ey iman edenler! oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı, ki allaha karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız!"
bu ayette dikkat edilecek birkaç husus bulunmaktadır. öncelikle "oruç" ibadeti "iman edenler" üzerine farzdır. burada "iman edenler" olarak kayıt düşülmesini doğru anlamak ve gerek diliyle gerekse yaşantısıyla "imansızlığını ortaya koyanlardan" bu farzı yerine getirmelerini bekleme garipliğine düşmemek gerekmektedir. elbette burada "iman etmek" ne demektir bunun müslümanlarca iyi anlaşılması gerekir. iman etmeyi "kelmei şahadeti söylemek" olarak algılayanların tüm yaşamını çok ciddihüsranlarla yaşayacağı ve bu tip konuların içinden çıkamayacağı ortadadır.
dikkat edilmesi gereken ikinci konu ise ayetin son kısmında yer alan uyarıdır. orucun, iman edenlerin üzrine farz kılınmasının sebebi olarak: "allaha karşı sorumluluğun bilincine varmak - takvaya ermek!" koşulu gösterilmektedir. yani takvaya erdirmeyen, sorumluluk bilincine vardırmayan bir aç ve susuz kalış "oruç" değildir! öyleyse oruç nedir?
burada, "takvaya ermek" yani "sorumluluk bilinci ile şuurlanmak" olgusunun nasıl olacağını kuran-ı kerimden iyi araştırmak gerekmektedir ki "oruç" realitesi anlaşılabilsin.
bakara suresi 184. ayet: "sayılı günlerde sizden kim, hasta veya seyahatte olursa, tutamadığının sayısı kadar diğer zamanlarda oruç tutmalıdır ve bunlardan gücü yetenlerin bir muhtacı doyurarak fidye vermesi onların üzerine bir yükümlülüktür. her kim, yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik yaparsa elbette kendisine iyilik yapmış olur; ama eğer bilseydiniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır."
bu ayette görüldüğü üzere "hasta" ve "yolcu" için ruhsat verilmiştir. bu kişiler oruçlarını dilerlerse başka bir tarihe erteleyebilirler. ancak bu erteleme işini yapan hasta ve yolculardan maddi durumu iyi olanların, oruçlarını kaza etmleriyle beraber bir de yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekmektedir.
bakara suresi 183. ayet: "siz ey iman edenler! oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı, ki allaha karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız!"
bu ayette dikkat edilecek birkaç husus bulunmaktadır. öncelikle "oruç" ibadeti "iman edenler" üzerine farzdır. burada "iman edenler" olarak kayıt düşülmesini doğru anlamak ve gerek diliyle gerekse yaşantısıyla "imansızlığını ortaya koyanlardan" bu farzı yerine getirmelerini bekleme garipliğine düşmemek gerekmektedir. elbette burada "iman etmek" ne demektir bunun müslümanlarca iyi anlaşılması gerekir. iman etmeyi "kelmei şahadeti söylemek" olarak algılayanların tüm yaşamını çok ciddihüsranlarla yaşayacağı ve bu tip konuların içinden çıkamayacağı ortadadır.
dikkat edilmesi gereken ikinci konu ise ayetin son kısmında yer alan uyarıdır. orucun, iman edenlerin üzrine farz kılınmasının sebebi olarak: "allaha karşı sorumluluğun bilincine varmak - takvaya ermek!" koşulu gösterilmektedir. yani takvaya erdirmeyen, sorumluluk bilincine vardırmayan bir aç ve susuz kalış "oruç" değildir! öyleyse oruç nedir?
burada, "takvaya ermek" yani "sorumluluk bilinci ile şuurlanmak" olgusunun nasıl olacağını kuran-ı kerimden iyi araştırmak gerekmektedir ki "oruç" realitesi anlaşılabilsin.
bakara suresi 184. ayet: "sayılı günlerde sizden kim, hasta veya seyahatte olursa, tutamadığının sayısı kadar diğer zamanlarda oruç tutmalıdır ve bunlardan gücü yetenlerin bir muhtacı doyurarak fidye vermesi onların üzerine bir yükümlülüktür. her kim, yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik yaparsa elbette kendisine iyilik yapmış olur; ama eğer bilseydiniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır."
bu ayette görüldüğü üzere "hasta" ve "yolcu" için ruhsat verilmiştir. bu kişiler oruçlarını dilerlerse başka bir tarihe erteleyebilirler. ancak bu erteleme işini yapan hasta ve yolculardan maddi durumu iyi olanların, oruçlarını kaza etmleriyle beraber bir de yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekmektedir.
30 ağustos 2010 tarihinde emekli olacak olan ve türkiyenin en tartışmalı olaylarına konu olan genelkurmay başkanı.
görevde bulunduğu süre içinde dilinden düşürmediği cümle: "asimetrik psikolojik harekât" olmuştur. iddiasına göre, türk ordusu bu yöntemle yıpratılmaya çalışılmıştır. ancak sayın başbuğun görev süresi içerisinde, tskdan türk halkına yansıyanlar bu iddianın doğru olmadığını gösteriyordu.
şöyle ki;
başbuğ, 2008 yılı ağustos ayında, daha göreve gelir gelmez, ergenekon yapılanması konusunda haklarında çeşitli iddialar ortaya atılanların değil; o olayların bilgi ve belgelerini kamuoyuna sızdıranların peşine düştü. ve bu konuda epey de mesafe aldığını 25 ocak 2010da medya mensupları ile yaptığı görüşmede açıkladı.
başbuğun bu açıklamada verdiği bilgiye göre; bilgi sızdırılması kapsamında tam 61 soruşturma açılmıştı. bunun dokuzu yargıya intikal etmiş ve bir tanesi de sonuçlandırılmıştı. aynı kapsamda çeşitli rütbelerde bulunan 10 kişi ise tutukluydu.
bu ne demek oluyordu? şayet sızan bir bilgi yoksa ve ortalıkta dolanan bilgi ve belgeler sahte ise, bu telaş niyeydi? yoksa bu telaş, ergenekon soruşturması kapsamında sızan bilgi ve belgelerin doğru olduğunun bir kanıtı mıydı? evet kanıtıydı çünkü, en az belgeler ve bilgiler kadar sızdıranlar da askeri yargıya intikal edecek ve tutuklanacak kadar gerçekti.
başbuğ, eğer sızdıranlar yerine sızanların üzerine gitseydi ve daha o günlerde, haklarında bilgi ve belgeler çıkan askerleri açığa alsaydı, belkide emekliliğinin geldiği şu günlerde "türk halkının takdir ettiği başarılı bir general" olarak alkışlanıyor olacaktı.
gerçi, o dönemde yaptığı bir basın açıklamasında: "silahlı kuvvetlerde hata yapanlar olabilir. hata yapanlar olursa biz silahlı kuvvetler içinde barındırmayız. bu yapılanmalarla ilgili bazı konularımız var." demişti demesine ancak bu söz, "baki kalan şu kubbede, hoş bir seda" olmaktan öteye hiçbir zaman geçemedi.
görev süresi boyunca başbuğun hedefinde, menfi fiil işlediği iddia edilenler ve bu konularda hakkında -kurumlardan onaylı- belgeler ortaya çıkanlar değil, o olayları dışarıya sızdıranlar yer aldı.
göreve başladığı ilk günlerde, belkide yaşamının ve kariyerinin en büyük hatasını yaparak; kocaelinde görevli olan korgeneral galip mendiyi, kandıra cezaevindeki ergenekon sanıklarından hurşit tolon ve şener eruyguru ziyarete gönderdi. bu tutumu, selefinin "tanırım iyi çocuktur" gafından daha da tehlikeli bir hareketti. açıkça hukuka göz dağı veriliyor, hakkında soruşturma açılanlara ise "yanınızdayım" deniliyordu ve bunu yapan bir ülkenin genelkurmay başkanıydı.
albay dursun çiçekin imzasını taşıdığı kriminal incelemelerde anlaşılan "irtica ile mücadele eylem planı" ortaya çıkmış ve sayın başbuğ, bu plana "kâğıt parçası" demişti. ancak zaman, bu planın kâğıt parçası olmadığını ortaya çıkardı.
her yerde, toprak altından silah ve mühimmat çıkıyordu. bu mühimmatların seri numaraları mkeye sorulduğunda ise mke: "orduya teslim edilen mühimmatlarla aynı seriden" cevabını veriyordu. poyrazköyde çıkan mühimmatlar da bunlardandı ve başbuğ, bir law silahını eline alıp: "boru bu boru" demişti. ne gariptir ki, çok geçmeden başbuğun yine yanıldığı anlaşıldı. çünkü söylediği gibi o mühimmat bir "boru" değildi.
döneminde, ergenekon soruşturması muvazzaflara kadar uzanmış, ayrıca emekli üst düzey pek çok general soruşturma kapsamında ifadeye çağrılmıştı. halkın ve hukukun yanında olması beklenen general, ifadeye çağırılan askerlere arka çıkmış, özellikle saldıray berk konusunda işi adalete bırakmadan açıklamalar yapmıştı. ülkenin genelkurmay başkanı, üstü kapalı bir şekilde hukuka baskı yapmayı bir türlü bırakamıyordu.
mitin tespitlerine göre, subaylar arasında geçtiği iddia edilen bir konuşmada: "heronları düşürelim, çok zayiat veriyoruz" sözleri geçmişti. bu skandal patladığı zaman yeryerinden oynamış ve sayın başbuğdan tatmin edici bir açıklama beklenmişti. peki o ne yaptı? ses kaydında adı geçen tuğgeneral mustafa ilhanın insansız hava araçlarının bağlı bulunduğu diyarbakırdaki 8. ana jet üssüne komutan olarak atadı.
başbuğ sessiz bir insan değildi; onun döneminde kuvvet komutanları hep susuyor o ise hep konuşuyordu. ancak ne gariptir ki, "bilgi sızdırdıkları için ceza alan ve ordudan atılanlardan" bahsettiği kadar "kağıt parçası, boru, heron, aktütün, dağlıca ya da pkklıları çoban zannedip dokunmayan veya kekik toplayan vatandaşları terörist zannedip öldürenlerle ilgili" bir türlü konuşamıyordu.
ve hazin son!
gidiyorsun ey komutan! kısa bir süre sonra yaptırdığın o muhteşem köşküne çekilecek ve ardında bıraktığın şu fotoğrafı denizden esen serin yellerin eşliğinde seyredeceksin... ama unutma "hesap sorucu olarak allah yeter!"
görevde bulunduğu süre içinde dilinden düşürmediği cümle: "asimetrik psikolojik harekât" olmuştur. iddiasına göre, türk ordusu bu yöntemle yıpratılmaya çalışılmıştır. ancak sayın başbuğun görev süresi içerisinde, tskdan türk halkına yansıyanlar bu iddianın doğru olmadığını gösteriyordu.
şöyle ki;
başbuğ, 2008 yılı ağustos ayında, daha göreve gelir gelmez, ergenekon yapılanması konusunda haklarında çeşitli iddialar ortaya atılanların değil; o olayların bilgi ve belgelerini kamuoyuna sızdıranların peşine düştü. ve bu konuda epey de mesafe aldığını 25 ocak 2010da medya mensupları ile yaptığı görüşmede açıkladı.
başbuğun bu açıklamada verdiği bilgiye göre; bilgi sızdırılması kapsamında tam 61 soruşturma açılmıştı. bunun dokuzu yargıya intikal etmiş ve bir tanesi de sonuçlandırılmıştı. aynı kapsamda çeşitli rütbelerde bulunan 10 kişi ise tutukluydu.
bu ne demek oluyordu? şayet sızan bir bilgi yoksa ve ortalıkta dolanan bilgi ve belgeler sahte ise, bu telaş niyeydi? yoksa bu telaş, ergenekon soruşturması kapsamında sızan bilgi ve belgelerin doğru olduğunun bir kanıtı mıydı? evet kanıtıydı çünkü, en az belgeler ve bilgiler kadar sızdıranlar da askeri yargıya intikal edecek ve tutuklanacak kadar gerçekti.
başbuğ, eğer sızdıranlar yerine sızanların üzerine gitseydi ve daha o günlerde, haklarında bilgi ve belgeler çıkan askerleri açığa alsaydı, belkide emekliliğinin geldiği şu günlerde "türk halkının takdir ettiği başarılı bir general" olarak alkışlanıyor olacaktı.
gerçi, o dönemde yaptığı bir basın açıklamasında: "silahlı kuvvetlerde hata yapanlar olabilir. hata yapanlar olursa biz silahlı kuvvetler içinde barındırmayız. bu yapılanmalarla ilgili bazı konularımız var." demişti demesine ancak bu söz, "baki kalan şu kubbede, hoş bir seda" olmaktan öteye hiçbir zaman geçemedi.
görev süresi boyunca başbuğun hedefinde, menfi fiil işlediği iddia edilenler ve bu konularda hakkında -kurumlardan onaylı- belgeler ortaya çıkanlar değil, o olayları dışarıya sızdıranlar yer aldı.
göreve başladığı ilk günlerde, belkide yaşamının ve kariyerinin en büyük hatasını yaparak; kocaelinde görevli olan korgeneral galip mendiyi, kandıra cezaevindeki ergenekon sanıklarından hurşit tolon ve şener eruyguru ziyarete gönderdi. bu tutumu, selefinin "tanırım iyi çocuktur" gafından daha da tehlikeli bir hareketti. açıkça hukuka göz dağı veriliyor, hakkında soruşturma açılanlara ise "yanınızdayım" deniliyordu ve bunu yapan bir ülkenin genelkurmay başkanıydı.
albay dursun çiçekin imzasını taşıdığı kriminal incelemelerde anlaşılan "irtica ile mücadele eylem planı" ortaya çıkmış ve sayın başbuğ, bu plana "kâğıt parçası" demişti. ancak zaman, bu planın kâğıt parçası olmadığını ortaya çıkardı.
her yerde, toprak altından silah ve mühimmat çıkıyordu. bu mühimmatların seri numaraları mkeye sorulduğunda ise mke: "orduya teslim edilen mühimmatlarla aynı seriden" cevabını veriyordu. poyrazköyde çıkan mühimmatlar da bunlardandı ve başbuğ, bir law silahını eline alıp: "boru bu boru" demişti. ne gariptir ki, çok geçmeden başbuğun yine yanıldığı anlaşıldı. çünkü söylediği gibi o mühimmat bir "boru" değildi.
döneminde, ergenekon soruşturması muvazzaflara kadar uzanmış, ayrıca emekli üst düzey pek çok general soruşturma kapsamında ifadeye çağrılmıştı. halkın ve hukukun yanında olması beklenen general, ifadeye çağırılan askerlere arka çıkmış, özellikle saldıray berk konusunda işi adalete bırakmadan açıklamalar yapmıştı. ülkenin genelkurmay başkanı, üstü kapalı bir şekilde hukuka baskı yapmayı bir türlü bırakamıyordu.
mitin tespitlerine göre, subaylar arasında geçtiği iddia edilen bir konuşmada: "heronları düşürelim, çok zayiat veriyoruz" sözleri geçmişti. bu skandal patladığı zaman yeryerinden oynamış ve sayın başbuğdan tatmin edici bir açıklama beklenmişti. peki o ne yaptı? ses kaydında adı geçen tuğgeneral mustafa ilhanın insansız hava araçlarının bağlı bulunduğu diyarbakırdaki 8. ana jet üssüne komutan olarak atadı.
başbuğ sessiz bir insan değildi; onun döneminde kuvvet komutanları hep susuyor o ise hep konuşuyordu. ancak ne gariptir ki, "bilgi sızdırdıkları için ceza alan ve ordudan atılanlardan" bahsettiği kadar "kağıt parçası, boru, heron, aktütün, dağlıca ya da pkklıları çoban zannedip dokunmayan veya kekik toplayan vatandaşları terörist zannedip öldürenlerle ilgili" bir türlü konuşamıyordu.
ve hazin son!
gidiyorsun ey komutan! kısa bir süre sonra yaptırdığın o muhteşem köşküne çekilecek ve ardında bıraktığın şu fotoğrafı denizden esen serin yellerin eşliğinde seyredeceksin... ama unutma "hesap sorucu olarak allah yeter!"
alevilik; ne aliyi sevmektir; ne de dinsizlikdir.
islam tarihinde -görmezden gelinmeye çalışılan- çok ciddi bir direniştir alevilik. zaten bir direnişin mahsulü olmasından mütevvellit, müntesipleri tarafından da, muhalifleri tarafından da sakin bir kafayla bir türlü anlaşılamamıştır.
öncelikle şunu unutmamalıdır ki, alevilik ne tamamiyle siyasi bir direniştir, ne de tamamiyle bir itikadi-mezhepsel ayrılıktır. her ikisini de içerisinde barındıran ve kendisinden korkulmaması gereken büyük bir harekettir.
aleviliği ve alevileri "dinden uzaklaşma ve uzaklaşanlar" olarak bilenlerin, dillendirenlerin ve de lanse edenlerin; "sünnî" urbası altında dinsizce yaşamalarına ses çıkartmamaları konunun ne derece güzergahından saptırılarak ele alındığının acı bir göstergesidir.
alevi değilim. kendimi şu ya da bu mezhep ya da oluşum ile tanımlama ihtiyacı hissetmiyorum. ancak böyle bir tanımlamaya ihtiyaç duyanların, haklarının yenmesine göz yummak da istemiyorum.
kişi, kendisini nasıl tanımlamak isterse, o şekilde tanımlayabilmelidir. diğerlerini kötülemediği ve onların sırtlarına basarak pirim kazanmaya çalışmadığı sürece, her türlü islamî oluşum hüsn-ü zannı ve hoşgörüyü haketmektedir.
günümüz aleviliğinin durumunu tespit etmek için aleviliğin çıkış noktasının, tarihsel sürecinin, onu etkileyen fraksiyonların bilinmesi ve alevilerle beraber bir süre yaşanması gerekmektedir. değilse gerek bilgi eksikliği ve gerekse bir - kaç kişide tespit edeceğimiz şahsi tercihlere bakarak bu konuda yorum yapmak, büyük bir kesimi rencide etmek ve onlarına hakkına girmek olacaktır.
kısacası;kötülüklerin anası olan içki ve zina başta olmak üzere her türlü haltı yiyen ancak kendisini sünni ve hatta hanefî olarak tanımlayan birisini "kafirlik" ile ya da "dinden çıkma" ile yargılayabiliyor musunuz? hayır değil mi! öyleyse; dinim islam, rabbim allah, peygamberim muhammed, pîrim ali diyen birisini de işlediği günahlar sebbiyle kafirlik ya da dinden çıkma ile yargılayamazsın...
islam tarihinde -görmezden gelinmeye çalışılan- çok ciddi bir direniştir alevilik. zaten bir direnişin mahsulü olmasından mütevvellit, müntesipleri tarafından da, muhalifleri tarafından da sakin bir kafayla bir türlü anlaşılamamıştır.
öncelikle şunu unutmamalıdır ki, alevilik ne tamamiyle siyasi bir direniştir, ne de tamamiyle bir itikadi-mezhepsel ayrılıktır. her ikisini de içerisinde barındıran ve kendisinden korkulmaması gereken büyük bir harekettir.
aleviliği ve alevileri "dinden uzaklaşma ve uzaklaşanlar" olarak bilenlerin, dillendirenlerin ve de lanse edenlerin; "sünnî" urbası altında dinsizce yaşamalarına ses çıkartmamaları konunun ne derece güzergahından saptırılarak ele alındığının acı bir göstergesidir.
alevi değilim. kendimi şu ya da bu mezhep ya da oluşum ile tanımlama ihtiyacı hissetmiyorum. ancak böyle bir tanımlamaya ihtiyaç duyanların, haklarının yenmesine göz yummak da istemiyorum.
kişi, kendisini nasıl tanımlamak isterse, o şekilde tanımlayabilmelidir. diğerlerini kötülemediği ve onların sırtlarına basarak pirim kazanmaya çalışmadığı sürece, her türlü islamî oluşum hüsn-ü zannı ve hoşgörüyü haketmektedir.
günümüz aleviliğinin durumunu tespit etmek için aleviliğin çıkış noktasının, tarihsel sürecinin, onu etkileyen fraksiyonların bilinmesi ve alevilerle beraber bir süre yaşanması gerekmektedir. değilse gerek bilgi eksikliği ve gerekse bir - kaç kişide tespit edeceğimiz şahsi tercihlere bakarak bu konuda yorum yapmak, büyük bir kesimi rencide etmek ve onlarına hakkına girmek olacaktır.
kısacası;kötülüklerin anası olan içki ve zina başta olmak üzere her türlü haltı yiyen ancak kendisini sünni ve hatta hanefî olarak tanımlayan birisini "kafirlik" ile ya da "dinden çıkma" ile yargılayabiliyor musunuz? hayır değil mi! öyleyse; dinim islam, rabbim allah, peygamberim muhammed, pîrim ali diyen birisini de işlediği günahlar sebbiyle kafirlik ya da dinden çıkma ile yargılayamazsın...
ahlak kavramı günümüzde çokça tartışılan bir kavramdır. bu tartışmaların temelinde yatan sebep ise bilgisizliktir. kavramın etimolojik kökenini bilmemekten kaynaklanan tartışmaların neredeyse tamamı dönüp dolaşıp cinsellikte tıkanır kalır. öyleyse herşeyden önce "ahlak" kavramının ne demek olduğunu anlayalım:
günümüzde yunanca kökenli etik kavramı ile değiştirilmeye çalışılan "ahlak " kavramı, arapça bir kelimedir. kelimeyi lengüistik açıdan incelemeyi bir kenara bırakıp, semantik açıdan ele aldığımızda, bu kavramın: "yaratılıştan getirilen ve fıtrat tarafından özümsenen özelliklerin bütünü" anlamına geldiğini görmekteyiz.
dolayısyla "insan ahlakı"; doğuştan getirilen tüm özellikler ile insan tarafından özümsenen tüm yaşamsal tecrübelerin, insanın ruhunda birleşip eriyerek, iyi ve kötü yönleriyle dışa yansımasıdır. toplum ahlakı ise bu durumun kitlesel olarak ortaya konmasıdır.
aynen toplumsal normların ve toplumsal değerlerin ana kaynağı konusunda tespit ettiğimiz gibi bireysel ve toplumsal ahlakın ana kaynağı da aynı makamdır: "allah" insan ne kadar inkar ederse etsin, şayet bahsettiğimiz bu olguların kökenine ulaşmaya çalışırsa, bunun ne doğanın bizatihi kendisinde, ne de uzayın derinliklerinde olmadığını görecektir. yapılacak bu araştırmanın sonucunda, yaratılan ilk insana ve alak suresinin 3 ve 4. ayetlerinde zikredilen "öğretim" işlemine ulaşılacaktır.
sonuç olarak ahlak kuralları; allah ın beşer için belirlediği sınırların, insan tecrübesi ile çeşitlenmiş ya da kokuşmuş halidir... her şeyi kokuşturmakta üstün bir yeteneğe sahip olan ademoğlunun kahir ekseriyetinin, yaratıcının belirlediği ahlakî kuralları kokuşturmakta geç kalmadığı malumunuzdur sanırım.
günümüzde yunanca kökenli etik kavramı ile değiştirilmeye çalışılan "ahlak " kavramı, arapça bir kelimedir. kelimeyi lengüistik açıdan incelemeyi bir kenara bırakıp, semantik açıdan ele aldığımızda, bu kavramın: "yaratılıştan getirilen ve fıtrat tarafından özümsenen özelliklerin bütünü" anlamına geldiğini görmekteyiz.
dolayısyla "insan ahlakı"; doğuştan getirilen tüm özellikler ile insan tarafından özümsenen tüm yaşamsal tecrübelerin, insanın ruhunda birleşip eriyerek, iyi ve kötü yönleriyle dışa yansımasıdır. toplum ahlakı ise bu durumun kitlesel olarak ortaya konmasıdır.
aynen toplumsal normların ve toplumsal değerlerin ana kaynağı konusunda tespit ettiğimiz gibi bireysel ve toplumsal ahlakın ana kaynağı da aynı makamdır: "allah" insan ne kadar inkar ederse etsin, şayet bahsettiğimiz bu olguların kökenine ulaşmaya çalışırsa, bunun ne doğanın bizatihi kendisinde, ne de uzayın derinliklerinde olmadığını görecektir. yapılacak bu araştırmanın sonucunda, yaratılan ilk insana ve alak suresinin 3 ve 4. ayetlerinde zikredilen "öğretim" işlemine ulaşılacaktır.
sonuç olarak ahlak kuralları; allah ın beşer için belirlediği sınırların, insan tecrübesi ile çeşitlenmiş ya da kokuşmuş halidir... her şeyi kokuşturmakta üstün bir yeteneğe sahip olan ademoğlunun kahir ekseriyetinin, yaratıcının belirlediği ahlakî kuralları kokuşturmakta geç kalmadığı malumunuzdur sanırım.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?