erkek ve kadın için de geçerlidir. daha doğrusu tüm evren için.
allah c.c. en büyük gizdir ve kendisini sürekli saklar bu sebepten resulullah s.a.v sürekli "allah’ım ban eşyanın hakikatini göster" diye dua edermiş), o’nun haricinde bir şey olmamasına rağmen basit yalanlara kandığımız için biz onu farkedemeyiz. bu allah’ın özelliğidir. ve yeryüzünde hilafet ünvanı verilmiş insandan da allah gibi davranması beklenir. yani kendi doğallığına uygun olanı yapması, kapanması...
kapanmakta bâtınî anlamlarından biri : mesela bir ortamdasınız, kendinizi öle ortaya dökmüyorsunuz, saklıyorsunuz, gayet ölçülü bir şekilde duruyorsunuz, hemen herkesin dikkatini çekersiniz ve herkes sizi merak etmeye başlar. değeriniz ve gördüğünüz ilgi artar. hakikatte de insan kendisini çok ortaya koymamalıdır zaten.
zahiri anlamlarından birisi ise giyimde açıklık insanda tiksinme ve alçaklık hisleri uyandırır (hatta erkekler karşısındaki bayanın giyimine göre ona değer verir, eğer çok açık olduğu kadar onu değersiz kabul eder, çünkü ortadadır, ona özel onun sırrı değildir, bu da büyüsünü öldürür). ama onun cezbine kapılıp bu alçaklık farkedilmeyebilir, lakin hakikatte kişi ne kadar örtünürse değeri o kadar artar.
bir diğer yaklaşım ise : evrende herhangi bir güzellik yok ki saklanıp güzelliği artmasın ya da açığa çıkarıldıkça göze sokuldukça güzelliği azalmasın. buna da en güzel örnek heralde erkan oğurdur. o çok yetenekli insan ben kendimce çalan orta halli müzisyenim dedikçe güzelliği artıyor. buradan çıkartıyoruz ki kapanmak mütevaziliktir.
(bkz: kapanmak)
edip akbayramın kuşlar şarkısın geçen bir mısra...
hatta şöyle ki:
ya umutlar biterseee.. dı dı dım dım
gidemem gidemem gidemem
o kadar uzaklara gideme...
hatta şöyle ki:
ya umutlar biterseee.. dı dı dım dım
gidemem gidemem gidemem
o kadar uzaklara gideme...
küçükken akledip kızıp, utandığımız aynı durumu büyüyünce üstüne üstüne giderek yapmaya çalışırız. ha bire kendimizi ispatlamaya bir şeyleri göstermeye hatta insanların gözüne sokmaya çalışırız.
bir ahmed hulusi yazısı :
"iman" neye
dostlarım, bu yazımla “iman”ın hakikati, “risâlet”, “nübüvvet” ve “velâyet” hakkındaki bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
konuya, bugüne kadarki “evren içre evrenlerin beş duyuya göre çoğulluğu”na karşın, realitede “tek, som, bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz engin bir dalga okyanusunu açığa çıkaran esmâ mertebesi”nden yani “nokta”dan girelim.
“nokta”, yani “esmâ mertebesi”, “her an yeni bir şanda” olarak algılayabildiğimiz (belki milyar kere milyarda bir’lik) alandakileri ve algılayamadığımız her şeyi gerçekte “çok boyutlu tek kare resim olarak” meydana getirmektedir. açığa çıkanlar ise kurân-ı kerîm’deki anlatımla “irsal” olanlardır.
“irsal” olanlardan kimi, açığa çıkış amacına uygun doğrultuda (sırat-ı müstakim’inde) dışsal bakışa ve değerlendirmelere dayalı bir yaşam içindeyken… “irsal” olanlardan çok çok ender bazıları ise, içsel gerçekliği dillendirmek işlevini yerine getirmektedirler...
içsel gerçeklik, 1985 yılından beri vurguladığımız “b” sırrı olarak veya “nokta” ilmi olarak anlatılan, tüm varlığın hakikatinin “tek”illiğidir. hakiki “ben”dir!.. “bende bir ben var ki o ben değilim” diye anlatılmaya çalışılmış olan…
kişi, “fıtratına-programına-şâkılesine” göre dışsal yaşam içindeyken, içsel (derûnî-esmâ’nın bazıları olan) kuvvelerini farkedip ortaya çıkaramaz. çünkü kendini beden olarak kabullenmekte, bunun ötesindeki şuursal boyutunu ve varlığını kabullenmemekte veya inkâr etmektedir. genetikten intikal eden veriler, şartlanmaları, şartlanmalarına dayalı değer yargıları ve dahi şartlanmalarının oluşturduğu değer yargılarından kaynaklanan duyguları dolayısıyla dışsallık yaşamı içinde, kozasında (hatta cehenneminde) ömrünü sürdürmektedir.
oysa kendi “hakikati”, tüm varlık suretlerinde açığa çıkan esmâ mertebesinden başka bir şey değildir! dolayısıyla, gerek o esmâ mertebesindeki isimlerle işaret edilen özelliklerin varlığını oluşturduğunu ve gerekse de o özelliklerin kuvve (melekî yapı) olarak varlığında açığa çıkabileceğini, hatta açığa çıkmakta olanların nereden nasıl gelmekte olduğunu hiç düşünmeden yaşamaktadır.
eğer kişinin varoluş amacı, varlığındaki derûnunda (içselliğinde) gizli sonsuzluğu yaşamak ve o kuvveleri açığa çıkartarak cennet boyutunun “hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir dilin anlatmadığı”nı yaşamaksa…
işte tam bu aşamada, yaratılış amacına hizmet verecek (şefaat edecek) “rasûlullah”a ihtiyacı vardır.
“rasûlullah” insanlara irsal oluş amacına uygun olarak gerçeği dillendirir, bildirir. uygulama konusunda zorlama işlevi yoktur! “sen onlara tebliğ et. onları zorlayıcı değilsin!”… çünkü bilir ki, nasibi olan, yani o amaçla açığa çıkmış olan “kolaylıkla başaracak”; nasibi olmayana ise zorlamak hiçbir yarar sağlamayacaktır.
işte “allah rasûlü”, insanlara, hakikatleri olan esmâ mertebesine yani allah adıyla işaret edilenin esmâ mertebesine “iman” etmelerini teklif eder.
yani, taklidi olmayan gerçek “iman”, kişinin, geçmişteki anlatımıyla “rabbinin allah olmasına imandır”.
“rab” varlığını, her an, esmâ mertebesinin aldığı şan doğrultusunda terbiye eden yani şekillendiren boyuttur. (rab ve rubûbiyet bahsine bakın. insan ve sirlari,1986).
sınırsız, sonsuz mânâ okyanusunun bir damlası olan birim, varlığının hakikatinin esmâ mertebesi olduğuna “iman” ederse, dışsallıkla kayıt altına girip dıştakilere bağımlı ve dahi sahiplik kavramıyla kayıtlı olmaz! sahibi olmadığı için de kaybetme korkusu olmaz! kaybetmenin ateşiyle de yanmaz!.. “onlar için ne korku söz konusudur, ne de hüzün!”.
“allah rasûlü”nün dillendirip açıkladığı “allah” adıyla işaret edileni anlamayan, veritabanına göre kendi hayalinde tasavvur ettiği tanrısına tapınır, ya da ateist olur!
son elli ya da otuz yılda değil de daha öncelerinde yaşamakta olan, bilimin bulgularından ve bunun doğal sonuçlarından habersiz olan ya da bunları duyup sonuçlarını düşünemeyecek kadar aklı yetersiz insanların, “allah rasûlü”nün açıkladığı “allah” adıyla işaret edileni ve dahi kendi yerini anlaması mümkün olmaz.
işin bilimsel gerçeklerini bir yana bırakırsak…
bu durumda, “allah rasûlü”nün bildirdiği hakikate “iman”dan başka çaremiz kalmaz.
işte bu “iman”, “risâlet” işlevine ve bildirdiğine “iman”dır. bu yüzdendir ki kelime-i şehadet’te risâlete (abduhu ve rasûlühu) “iman”dan, şahit olmaktan söz edilmiştir; “nübüvvet” imandan değil.
“risâlet” bildirisine “iman” edilir; “nübüvvet” bildirimine “teslim olunur”!.. birincisine “mümin”, ikincisine “müslim” denir. “mümin” olmak ayrı şeydir, “müslim” olmak ayrı şeydir.
cennet boyutuna geçecekler de “iman” faktörüne dayalı olarak vurgulanmışlardır. amele yani fiillere dayalı olarak değil!
eğer kişi, “allah rasûlü”nün açıkladığı “sir”a “iman” etmişse, bunun getirisinin varlığında açığa çıkması için otomatik olarak “nübüvvet” işlevinin getirisi ile muhatap olur.
“nübüvvet” işlevi, “risâlet”in açıkladığı “iman” edilenin yaşanabilmesi için uygulanması gereken şeyleri açıklar ve teklif eder.
mesela…
“risâlet” işlevinin açığa çıkardığı hakikate “iman” edilmişse, bu “iman” edilen “hakikat”in yaşanması için bir sistem bildirilmiştir “nübüvvet” işleviyle. bu, “salât”, yani dilimizdeki söylenişi ile “namaz”dır.
“namaz iman etmişin (müminin) "mirâc"ıdır”… yani, iman ettiğini hissedip yaşama hâlidir!.. “salâtın hakikatini yaşamaktan gafil olarak bunu uygulayanlara yazıklar olsun...”, “çok kişi vardır namaz kılar yorgunluktan başka kârı olmaz...”, “namazını hakkıyla yaşamamışsa melekler o namazı yüzüne çarparlar...”, “ey iman edenler!.. sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar…” şeklindeki uyarılar, hep yapılan çalışmanın “iman” edilen “hakikat”in namaz içinde yaşanması amacına dönüktür. bunun için de okunan cümlelerin mânâsı derinlikli olarak düşünülmelidir okunurken.
işte “nübüvvet”, “iman” edilen “hakikat”in, neler yapılarak veya yapılmayarak amaca ulaşılabileceğini bildiren işlevdir.
yeryüzünde açığa çıkmış en muhteşem ilim hz. muhammed (aleyhisselâm), 39 yaşındayken “risâlet hakikatini” “oku”mak suretiyle yaşamış; böylece de “allah rasûlü” olarak “abd”iyetini yerine getirmiş; üç yıl sonra da “nebiyullah” olarak “sünnetullah” esaslarına dayalı bir biçimde bunun gereklerini ortaya koymuştur.
“kurân-ı kerîm” ismiyle “nâzil” olmuş (hakikatinden melekî kuvveyle şuurunda açığa çıkmış) “bilgi kaynaği”nda (ciltli gökten düşmüş kitap değil), kimi bölümlerde “risâlet” hakikatine “iman”a yönlendiren, bu “iman”ın neye nasıl olacağını açıklayan hükümler vardır; kimi bölümlerde de “iman”ın gereğini yaşayabilmek için ne tür uygulamalar yapılmasını veya nelerden kaçınılmasını anlatan âyetler vardır.
insanın yapısı ve özellikleri hiç değişmediği içindir ki insanın “hakikati”ni yaşamasına yönelik “nübüvvet” açıklamaları kıyamete kadar değişmez!. bu yüzden de, o muhteşem zât “son nebî-hatemin nebî”dir.
“risâlet”in ise son bulduğuna dair hiçbir âyet yoktur! “mehdî rasûl” kabulünün temelinde de bu inanış yatmaktadır.
esas itibariyle, “velâyet”, “allah” adıyla işaret edilenin “esmâ mertebesi”ndeki (isimlerle işaret edilen özellikler boyutu) “el velî” isminin özelliğinin birim kapasitesi kadarıyla açığa çıkmasından ibarettir.
“velâyet” ebedîdir… “nübüvvet” işleviyse dünya yaşamıyla sınırlı bir işlevdir!
“rasûl”lük mertebesi “velâyet”in zirvesidir.
1994 yılında yayınlanan, bugün “bilincin arinişi” adıyla okumakta olduğunuz kitabımda “velâyet” konusunda çok önemli bilgiler nakletmiştim. velâyet mertebeleri ve detayları hakkındaki geniş bilgiyi oradan okuyabilirsiniz.
“velâyet” temelde ikiye ayrılır.
1. velâyeti âmme… nübüvvet getirisine hakkıyla uymak suretiyle oluşan arınmanın oluşturduğu, halkın tâbiriyle, zâhir âlimlerinde açığa çıkan velâyet…
2. velâyeti hassa… risâlet kaynağından açığa çıkan “hakikat”e “iman” edip, bunu yaşayarak “yakîn”e erenlerin (ikân); veya bunun da ötesi “kurb” yapılarında açığa çıkanların “velâyet”i...
insanlık bir piramit gibi düşünülürse eğer, o piramidin zirvesindekiler “rasûl”lerdir.
onlar, her devirde, insanlığa kendi “hakikat”lerini bildirmek işlevini açığa çıkaranlardır...
onlardan tüm dünyaya yayılan “hakikat” dalgalarını alabilen beyinler olarak bizler de kapasitemiz kadarıyla bunları değerlendirmeye çalışıp çevremizle paylaşırız. biz olaya tasavvufî yönden yaklaşıp yansıtırken, bir bilim adamı da aynı gerçeği bilim yoluyla dillendirir veya bir başka alandaki kendi alanından… ama sonuçta hep dillendirilen, insanın hakikati ve bunu yaşamayı kolaylaştıracak yollardır.
insanların büyük çoğunluğu, risâlet kaynağından gelene “taklit” yollu ve dahi olayı anlamadan “iman” ettim sanır ve elinden geldiğince “nübüvvet” kaynağından gelene tâbi olurlar. işte bundan dolayıdır ki, “iman ettik derler, onlar iman etmemişlerdir, belki müslüman olmuşlardır” uyarısı yapılmıştır.
bu yüzdendir ki, “mümin” bambaşka bir yaşantının adıdır, “müslim” bambaşka bir yaşantının adıdır.
şimdi bir düşünün, paylaşmaya çalıştığımız gerçekleri, “peygamber” kelimesiyle örtüp geçenlerin oluşturduğu perdeyi!
ne hikmettir ki ömürler, “ulu tanrı, sevgili peygamberimiz, yüce evliya” avuntuları içinde harcanıp gitmekte!..
“risâlet” kaynağından çıkan “iman” edilesi “hakikat”i “tasdik eden” ikinin ikincisi “sıddîk”tan; yeryüzünde açığa çıkan tek muhteşem ilmin kapısı âlî’den; bugüne kadar yaşamış tüm “velî” ismi zuhur eden zevâta kadar hepsi de, “allah rasûlü”nün açıkladığı “hakikat”e “iman” ederek yola çıkmışlar, bunun getirisini yaşamışlar ve sonuçta da “enamte aleyhim” topluluğu arasında yerlerini almışlardır.
kiminde genç yaşlarda bu “iman” edilesi “hakikat” yaşanmış, kiminde de ömrünün son demlerine kalmıştır.
kimi de “taklidi iman” ile “nübüvvet”e tâbi olarak gereken çalışmaları yapmış ve “şirk-i hafî – gizli şirk” olarak kabul edilen anlayış içinde boyut değiştirmiştir.
ne var ki, sünnetullah yani sistem gerçeği kesindir:
“dünyadan â’mâ (basîreti kör) olarak ayrılan ebediyen basîreti kör olarak kalır!”
cennet boyutu ehlinin çoğunluğunun dahi “bühl “olacağını hatırlarsak…
ömrünü dedikodu ve “malayanî” ile harcamakta olanları nasıl bir yaşam beklemektedir boyut değiştirdiklerinde, fıtratınıza göre anlayışınıza bırakırım!
“allah rasûlü”nün dillendirdiği “hakikat”e “iman” ve dahi yaşamı kolaylaştırılmış olanlardan olmamız umuduyla.
http://www.ahmedhulusi.org/yazi/hzmuhammedeiman.htm
ahmed hulûsi
17 temmuz 2007
www.ahmedhulusi.org
"iman" neye
dostlarım, bu yazımla “iman”ın hakikati, “risâlet”, “nübüvvet” ve “velâyet” hakkındaki bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
konuya, bugüne kadarki “evren içre evrenlerin beş duyuya göre çoğulluğu”na karşın, realitede “tek, som, bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz engin bir dalga okyanusunu açığa çıkaran esmâ mertebesi”nden yani “nokta”dan girelim.
“nokta”, yani “esmâ mertebesi”, “her an yeni bir şanda” olarak algılayabildiğimiz (belki milyar kere milyarda bir’lik) alandakileri ve algılayamadığımız her şeyi gerçekte “çok boyutlu tek kare resim olarak” meydana getirmektedir. açığa çıkanlar ise kurân-ı kerîm’deki anlatımla “irsal” olanlardır.
“irsal” olanlardan kimi, açığa çıkış amacına uygun doğrultuda (sırat-ı müstakim’inde) dışsal bakışa ve değerlendirmelere dayalı bir yaşam içindeyken… “irsal” olanlardan çok çok ender bazıları ise, içsel gerçekliği dillendirmek işlevini yerine getirmektedirler...
içsel gerçeklik, 1985 yılından beri vurguladığımız “b” sırrı olarak veya “nokta” ilmi olarak anlatılan, tüm varlığın hakikatinin “tek”illiğidir. hakiki “ben”dir!.. “bende bir ben var ki o ben değilim” diye anlatılmaya çalışılmış olan…
kişi, “fıtratına-programına-şâkılesine” göre dışsal yaşam içindeyken, içsel (derûnî-esmâ’nın bazıları olan) kuvvelerini farkedip ortaya çıkaramaz. çünkü kendini beden olarak kabullenmekte, bunun ötesindeki şuursal boyutunu ve varlığını kabullenmemekte veya inkâr etmektedir. genetikten intikal eden veriler, şartlanmaları, şartlanmalarına dayalı değer yargıları ve dahi şartlanmalarının oluşturduğu değer yargılarından kaynaklanan duyguları dolayısıyla dışsallık yaşamı içinde, kozasında (hatta cehenneminde) ömrünü sürdürmektedir.
oysa kendi “hakikati”, tüm varlık suretlerinde açığa çıkan esmâ mertebesinden başka bir şey değildir! dolayısıyla, gerek o esmâ mertebesindeki isimlerle işaret edilen özelliklerin varlığını oluşturduğunu ve gerekse de o özelliklerin kuvve (melekî yapı) olarak varlığında açığa çıkabileceğini, hatta açığa çıkmakta olanların nereden nasıl gelmekte olduğunu hiç düşünmeden yaşamaktadır.
eğer kişinin varoluş amacı, varlığındaki derûnunda (içselliğinde) gizli sonsuzluğu yaşamak ve o kuvveleri açığa çıkartarak cennet boyutunun “hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir dilin anlatmadığı”nı yaşamaksa…
işte tam bu aşamada, yaratılış amacına hizmet verecek (şefaat edecek) “rasûlullah”a ihtiyacı vardır.
“rasûlullah” insanlara irsal oluş amacına uygun olarak gerçeği dillendirir, bildirir. uygulama konusunda zorlama işlevi yoktur! “sen onlara tebliğ et. onları zorlayıcı değilsin!”… çünkü bilir ki, nasibi olan, yani o amaçla açığa çıkmış olan “kolaylıkla başaracak”; nasibi olmayana ise zorlamak hiçbir yarar sağlamayacaktır.
işte “allah rasûlü”, insanlara, hakikatleri olan esmâ mertebesine yani allah adıyla işaret edilenin esmâ mertebesine “iman” etmelerini teklif eder.
yani, taklidi olmayan gerçek “iman”, kişinin, geçmişteki anlatımıyla “rabbinin allah olmasına imandır”.
“rab” varlığını, her an, esmâ mertebesinin aldığı şan doğrultusunda terbiye eden yani şekillendiren boyuttur. (rab ve rubûbiyet bahsine bakın. insan ve sirlari,1986).
sınırsız, sonsuz mânâ okyanusunun bir damlası olan birim, varlığının hakikatinin esmâ mertebesi olduğuna “iman” ederse, dışsallıkla kayıt altına girip dıştakilere bağımlı ve dahi sahiplik kavramıyla kayıtlı olmaz! sahibi olmadığı için de kaybetme korkusu olmaz! kaybetmenin ateşiyle de yanmaz!.. “onlar için ne korku söz konusudur, ne de hüzün!”.
“allah rasûlü”nün dillendirip açıkladığı “allah” adıyla işaret edileni anlamayan, veritabanına göre kendi hayalinde tasavvur ettiği tanrısına tapınır, ya da ateist olur!
son elli ya da otuz yılda değil de daha öncelerinde yaşamakta olan, bilimin bulgularından ve bunun doğal sonuçlarından habersiz olan ya da bunları duyup sonuçlarını düşünemeyecek kadar aklı yetersiz insanların, “allah rasûlü”nün açıkladığı “allah” adıyla işaret edileni ve dahi kendi yerini anlaması mümkün olmaz.
işin bilimsel gerçeklerini bir yana bırakırsak…
bu durumda, “allah rasûlü”nün bildirdiği hakikate “iman”dan başka çaremiz kalmaz.
işte bu “iman”, “risâlet” işlevine ve bildirdiğine “iman”dır. bu yüzdendir ki kelime-i şehadet’te risâlete (abduhu ve rasûlühu) “iman”dan, şahit olmaktan söz edilmiştir; “nübüvvet” imandan değil.
“risâlet” bildirisine “iman” edilir; “nübüvvet” bildirimine “teslim olunur”!.. birincisine “mümin”, ikincisine “müslim” denir. “mümin” olmak ayrı şeydir, “müslim” olmak ayrı şeydir.
cennet boyutuna geçecekler de “iman” faktörüne dayalı olarak vurgulanmışlardır. amele yani fiillere dayalı olarak değil!
eğer kişi, “allah rasûlü”nün açıkladığı “sir”a “iman” etmişse, bunun getirisinin varlığında açığa çıkması için otomatik olarak “nübüvvet” işlevinin getirisi ile muhatap olur.
“nübüvvet” işlevi, “risâlet”in açıkladığı “iman” edilenin yaşanabilmesi için uygulanması gereken şeyleri açıklar ve teklif eder.
mesela…
“risâlet” işlevinin açığa çıkardığı hakikate “iman” edilmişse, bu “iman” edilen “hakikat”in yaşanması için bir sistem bildirilmiştir “nübüvvet” işleviyle. bu, “salât”, yani dilimizdeki söylenişi ile “namaz”dır.
“namaz iman etmişin (müminin) "mirâc"ıdır”… yani, iman ettiğini hissedip yaşama hâlidir!.. “salâtın hakikatini yaşamaktan gafil olarak bunu uygulayanlara yazıklar olsun...”, “çok kişi vardır namaz kılar yorgunluktan başka kârı olmaz...”, “namazını hakkıyla yaşamamışsa melekler o namazı yüzüne çarparlar...”, “ey iman edenler!.. sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar…” şeklindeki uyarılar, hep yapılan çalışmanın “iman” edilen “hakikat”in namaz içinde yaşanması amacına dönüktür. bunun için de okunan cümlelerin mânâsı derinlikli olarak düşünülmelidir okunurken.
işte “nübüvvet”, “iman” edilen “hakikat”in, neler yapılarak veya yapılmayarak amaca ulaşılabileceğini bildiren işlevdir.
yeryüzünde açığa çıkmış en muhteşem ilim hz. muhammed (aleyhisselâm), 39 yaşındayken “risâlet hakikatini” “oku”mak suretiyle yaşamış; böylece de “allah rasûlü” olarak “abd”iyetini yerine getirmiş; üç yıl sonra da “nebiyullah” olarak “sünnetullah” esaslarına dayalı bir biçimde bunun gereklerini ortaya koymuştur.
“kurân-ı kerîm” ismiyle “nâzil” olmuş (hakikatinden melekî kuvveyle şuurunda açığa çıkmış) “bilgi kaynaği”nda (ciltli gökten düşmüş kitap değil), kimi bölümlerde “risâlet” hakikatine “iman”a yönlendiren, bu “iman”ın neye nasıl olacağını açıklayan hükümler vardır; kimi bölümlerde de “iman”ın gereğini yaşayabilmek için ne tür uygulamalar yapılmasını veya nelerden kaçınılmasını anlatan âyetler vardır.
insanın yapısı ve özellikleri hiç değişmediği içindir ki insanın “hakikati”ni yaşamasına yönelik “nübüvvet” açıklamaları kıyamete kadar değişmez!. bu yüzden de, o muhteşem zât “son nebî-hatemin nebî”dir.
“risâlet”in ise son bulduğuna dair hiçbir âyet yoktur! “mehdî rasûl” kabulünün temelinde de bu inanış yatmaktadır.
esas itibariyle, “velâyet”, “allah” adıyla işaret edilenin “esmâ mertebesi”ndeki (isimlerle işaret edilen özellikler boyutu) “el velî” isminin özelliğinin birim kapasitesi kadarıyla açığa çıkmasından ibarettir.
“velâyet” ebedîdir… “nübüvvet” işleviyse dünya yaşamıyla sınırlı bir işlevdir!
“rasûl”lük mertebesi “velâyet”in zirvesidir.
1994 yılında yayınlanan, bugün “bilincin arinişi” adıyla okumakta olduğunuz kitabımda “velâyet” konusunda çok önemli bilgiler nakletmiştim. velâyet mertebeleri ve detayları hakkındaki geniş bilgiyi oradan okuyabilirsiniz.
“velâyet” temelde ikiye ayrılır.
1. velâyeti âmme… nübüvvet getirisine hakkıyla uymak suretiyle oluşan arınmanın oluşturduğu, halkın tâbiriyle, zâhir âlimlerinde açığa çıkan velâyet…
2. velâyeti hassa… risâlet kaynağından açığa çıkan “hakikat”e “iman” edip, bunu yaşayarak “yakîn”e erenlerin (ikân); veya bunun da ötesi “kurb” yapılarında açığa çıkanların “velâyet”i...
insanlık bir piramit gibi düşünülürse eğer, o piramidin zirvesindekiler “rasûl”lerdir.
onlar, her devirde, insanlığa kendi “hakikat”lerini bildirmek işlevini açığa çıkaranlardır...
onlardan tüm dünyaya yayılan “hakikat” dalgalarını alabilen beyinler olarak bizler de kapasitemiz kadarıyla bunları değerlendirmeye çalışıp çevremizle paylaşırız. biz olaya tasavvufî yönden yaklaşıp yansıtırken, bir bilim adamı da aynı gerçeği bilim yoluyla dillendirir veya bir başka alandaki kendi alanından… ama sonuçta hep dillendirilen, insanın hakikati ve bunu yaşamayı kolaylaştıracak yollardır.
insanların büyük çoğunluğu, risâlet kaynağından gelene “taklit” yollu ve dahi olayı anlamadan “iman” ettim sanır ve elinden geldiğince “nübüvvet” kaynağından gelene tâbi olurlar. işte bundan dolayıdır ki, “iman ettik derler, onlar iman etmemişlerdir, belki müslüman olmuşlardır” uyarısı yapılmıştır.
bu yüzdendir ki, “mümin” bambaşka bir yaşantının adıdır, “müslim” bambaşka bir yaşantının adıdır.
şimdi bir düşünün, paylaşmaya çalıştığımız gerçekleri, “peygamber” kelimesiyle örtüp geçenlerin oluşturduğu perdeyi!
ne hikmettir ki ömürler, “ulu tanrı, sevgili peygamberimiz, yüce evliya” avuntuları içinde harcanıp gitmekte!..
“risâlet” kaynağından çıkan “iman” edilesi “hakikat”i “tasdik eden” ikinin ikincisi “sıddîk”tan; yeryüzünde açığa çıkan tek muhteşem ilmin kapısı âlî’den; bugüne kadar yaşamış tüm “velî” ismi zuhur eden zevâta kadar hepsi de, “allah rasûlü”nün açıkladığı “hakikat”e “iman” ederek yola çıkmışlar, bunun getirisini yaşamışlar ve sonuçta da “enamte aleyhim” topluluğu arasında yerlerini almışlardır.
kiminde genç yaşlarda bu “iman” edilesi “hakikat” yaşanmış, kiminde de ömrünün son demlerine kalmıştır.
kimi de “taklidi iman” ile “nübüvvet”e tâbi olarak gereken çalışmaları yapmış ve “şirk-i hafî – gizli şirk” olarak kabul edilen anlayış içinde boyut değiştirmiştir.
ne var ki, sünnetullah yani sistem gerçeği kesindir:
“dünyadan â’mâ (basîreti kör) olarak ayrılan ebediyen basîreti kör olarak kalır!”
cennet boyutu ehlinin çoğunluğunun dahi “bühl “olacağını hatırlarsak…
ömrünü dedikodu ve “malayanî” ile harcamakta olanları nasıl bir yaşam beklemektedir boyut değiştirdiklerinde, fıtratınıza göre anlayışınıza bırakırım!
“allah rasûlü”nün dillendirdiği “hakikat”e “iman” ve dahi yaşamı kolaylaştırılmış olanlardan olmamız umuduyla.
http://www.ahmedhulusi.org/yazi/hzmuhammedeiman.htm
ahmed hulûsi
17 temmuz 2007
www.ahmedhulusi.org
birçok yazarın mağrifetle gösterdiği pipidir, cinliktir. eğer iyi bir yazar olmak istiyorsanız mutlaka bu yeteneğinizi geliştirmeniz gerekir .
çok iyi bir çıkış yapan, müziğinde ve sözlerinde de kaliteli bir duruşu olan barışarocktaki canlı performansı albüm kayıtlarından çok daha iyi olan gelecek vaadeden gurup. ismide çok hoş, sır anlamına gelir.
vijdanımın yapmayı elvermeyip her seferinde tam dolabı kapatacakken "niye bu kadar rahatsız ediyorum ki kendimi" diyip çıkarıp şişeyi doldurduğum durumdur.
çözüm önerme çözüm ol
ahmed hulusinin bir yazısı :
sünnet, sakal-bıyık, elbise sarık, kılık kıyâfet midir?
allah rasûlü’nün sünneti ne olabilir?
allah sünneti, “sünnetullah” nedir?
anlayışı kıtların sünnetten anlayışı, erkek çocuklara yapılan bir operasyondan ibarettir!!
anlayışı sınırlıların sünneti ise biraz daha ileri uzanır... sakal-bıyık ile elbise sarık olur sünnet, onlar için!... allah rasûlüne uymak demek onlar için, 1400 küsur yıl önceki kıyafete bürünüp, o devrin örf âdetlerine uymak demektir!..
kendilerinin müslüman olduklarını, kısa kol gömlek giyenlerin ise kâfir olduklarını söyleyen müslümanlardır bunlar!
şâh-ı velâyet, “ilmin kapısı” hazreti âli’yi şehîd edenler kadar müslüman’dır bunlar!... anlayışları, o yüce zâtı din dışı gören anlayıştır bunlarınki!.
hazreti muhammed aleyhisselâmın hazreti âli için söylediklerini bir inceleyin... o’nu rasûlullah yolunda bulmadıkları için şehîd eden müslümanların hâlini ve anlayış kapasitelerini iyi anlayın!
sünnete, din’e hizmet adı altında dini saltanata dönüştürüp bugünlere kadar insanlara hükmetmek için din’i kullananları iyi fark edin!.
özel olarak bu konuda anlattıklarım bir vesile bir internet haber sitesinde kısmen nakledilince biraz daha konuya açıklık getireyim istedim bizzat!
lutfen bu anlatacaklarimi iyi düşünün...
daha 20 yaşındayken yani bundan 40 yıl önce hazreti rasûlullah’ı rüyamda görmüştüm ve bana hazreti ebû bekr’e gitmemi söylemişti... gerisi önemli değil... ben de bundan sonra hazret’i ebu bekr’in hayatını yazmıştım o sene... daha sonra da hazreti rasûlullah’ın yaşamının mekke devrine ait kesitlerini hadislerle yazmıştım “muhammed mustafa” aleyhisselam adı altında.
bunu şu sebepten yazıyorum... o devrin yaşantısını hayli iyi araştırmıştım... yaklaşık 60 bin civarında hadis okumuştum sahih kaynaklardan.
şimdi olayı iyi düşünelim...
allah rasûlü muhammed mustafa aleyhisselâm bilindiği üzere putperest kureyş kabilesi içinde dünyaya gelmişti... dedesi, amcaları, akrabaları kabilenin inancı üzere yaşıyorlardı...
o yüce zât da onların arasında doğdu büyüdü... onlar gibi giyindi, onlar gibi sakal birakti, onlar gibi sarik sardi!. onlar gibi oturup kalkıp, yedi içti...
böylece 39 yaşına ulaşıp allah rasûlü oldu!... allah rasûlü olarak gerçekleri bu yaşta fark edip; üç sene sonra nübüvveti tahakkuk edince de, insanlara neler yapmalarını anlatmaya başladı vahyolduğu üzere, ebedi hayatlarını kazanmaları için.
işte ne bu süreç içinde ne de sonrasında, ne sakalini değiştirdi ne de kiyafetini !
gene onlar gibi sarık sardı, gene onlar gibi giyindi, gene onlar gibi sakallı dolaştı!. çok renkli çubuklu elbisesini bile giymeye devam etti!..
allah rasûlü’nün sünneti, rasûlü olduğu ismi “allah” olanın sünnetidir; “sünnetullah”tır!.
biz de “sünnetullah”ı anlayıp ona uyduğumuz zaman “sünnet-i rasûlullah” ve “sünnetullah" üzere oluruz! sakal bıyık, elbise sarık ile değil!.
ayrıca burada en önemli fark edilesi husus şudur:
rasûlullah, o putperest ebu cehil, ebu lehep ve onların takipçisi, rasûlullah torunu katili yezid gibilerin kıyâfet örflerine karışmadığı gibi; onlara böyle bir öneri dahi götürmeyip; onlar gibi giyinip yaşamaya devam etmiştir yaşam biçiminde. çünkü bu, din’in gereğini yaşamada önemi olmayan bir konu idi; ve bunun ebedi hayat gerçeği veya ismi “allah”, olanın bilinmesiyle bir ilgisi yoktu!
bu da demektir ki...
allah bir insana hidayet ederse, o kişi içinde yaşadığı toplumun örf ve âdetlerine göre giyim kuşamını devam ettirebilir, ama “sünnetullah” gereği konularda onlara uymaz; hidayet üzere olduğu konularda, onlara öğrendiği gerçekleri bildirmeye devam eder!.
yani, kişinin içinde yaşadığı toplumun örf âdet, kıyafet gibi hususlardaki anlayışına karşı çıkması değil, tam tersine onlara uyması sünneti rasûl’dür!.
çünkü din insanlara kılık kıyafet devrimi için gelmemiştir! kılık kıyafetle uğraşmak “din”in işi değildir. insanlar toplumsal barışı bozmayacak biçimde inandığı gibi istediği gibi giyinip, okuma, yaşama, çalışma haklarına sahiptir sünnete göre!. bu beyni anlayamayıp bedende kalanlara ters gelse de!
kıyafetine bakarak kişinin dinine hüküm vermek, kişinin gelişmemiş bir taklitçi beyne sahip olduğunun açık ifadesidir.
ismi “allah”, olanın rasûlü, insanlara, içinde yaşadıkları sistem ve düzenin gerçeklerini bildirerek, onların, o günde “din” adı verilmiş olan, allah sistem ve düzenine uygun yaşayarak, kendilerini ebedi hayata hazırlamaları için çaba göstermiştir!.
“dindar” kişi demek, allah sistem ve düzenini araştırıp sorgulayıp, anlayıp; gereğince yaşamayı kabullenmiş kişi demektir!. dindar kişi bu “oku”duğu sistem gerçekleri dolayısıyla da “muttaki” yani kendini koruyan olur, fark ettiği gelecekteki tehlikelere karşı!.
allah rasûlünün sünnetine tâbi olmak demek, onun anlayışını benimseyip, gösterdiği yolda yürümek ve dediklerini uygulayarak geleceğin güzelliklerine erişmek demektir. onun bildirdiği özündeki hakikati keşfedip; onun muhteşem sonuçlarını yaşamak demektir!. taklitle ömür tüketmek değil!.
rasûlullah’ın sünnetine uymak, kendisine hibe edilen ilmi, insanlarla karşılıksız olarak paylaşmak demektir! insanları kılık kıyâfet hikâyeleriyle avutmak değil!.
allah sistem ve düzenini yani “sünnetullah”ı idrak eden ve gereklerini uygulayan kişi, “sünneti rasûlullah”a da uymuş olan kişidir!.
“kim kendini hangi kavme benzetirse o kavimdendir” uyarısı, kişinin, fikir ve inancını paylaştığı topluluktan olduğuna işaret eder... elbise veya sakalının benzemesini değil!.
“din” adı altında insanlara hükmetmek” yazısında anlattığım üzere, bir takım insanlar “din”in sorgulanmasını, araştırılmasını yasaklamışlar; ve böylece de düşünme yetisi olmayan, ezberci, teyp beyinli insanlar üremesine yol açmışlardır.
dünya, hikmet yurdudur ve rasûlullah’ın her açıklaması bir hikmete dayanmaktadır!. akıllı insan, rasûlullah’ı daha iyi anlamak için, her beyânını sorgulayıp araştırıp, bildirilenin hikmetine ermeye çalışır.
“hikmet müminin yitiğidir” uyarısı buna işaret eder.
düşünce sisteminde çelişki ya da kopukluk olan kişi “din”i anlamamış, içinde yaşadığı sistem ve düzeni, mekânizmayı “oku”yamamış taklitçidir!.
oysa, “din” taklit kabul etmez!.
fiîlin taklidi aynı sonucu oluşturur; ama anlayışın taklidi olmaz!.
“fâkih” yani anlayışlı olmak allah lutfudur. böylece kişi mukallit olmaktan çıkar. fıkıh kuralları ezberlemek, “fâkih” olmak demek asla değildir!.
ezbercilik, teyp icat olalı değerini yitirmiştir!.
“din” bize “oku”nası olarak bildirilmiştir ki, içinde yaşadığın sistem ve düzeni fark edesin; daha önemlisi “kendini tani”yasın! hakikatindeki hazineyi keşfedesin; ve sonunda ismi “allah” olanı holografik gerçeklik esasına göre tanıyıp, evrendeki yerini bilesin... bunu anlamamış olanlar, hayatlarında bir kere bile “ihlâs” okumamışlardır yüz bin kere çekseler dahi!...
“çok namaz kılan vardır yanına yorgunluktan başka şey kalmaz; çok oruç tutan vardır açlıktan başka kârı olmaz” şeklindeki rasûlullah uyarısını iyi düşünelim.
allah rasûlü, kurân-ı anlayalım ve üzerinde tefekkür edelim diye bize bildirmiştir. ta ki, yaşamımızda attığımız adımları “sünnetullah”a uygun atalım! saç-sakal-kıyafet dedikodusuyla, gıybetiyle vakit geçirip, insan yargılamalarıyla ömür harcayalım diye rasûl gelmemiştir!.
ismi “allah” , olan yanı sıra tanrı ve tanrılık kavramı yoktur (la ilahe illa allah); diye giriş yapılan “din” anlayışı nedir?
bunu sorgulayıp anlamaya çalışmayanlar, ömrünü taklitle tüketenler; hazineyi okuyamamanın sonuçlarını büyük hüsran ve sükûtu hayalle ödeyeceklerdir!...
ne çare ki sistemde geçmişi telâfi kavramı da yoktur!.
not. kişisel değerlendirmemdir, kimseyi bağlamaz! dileyen paylaşır dileyen paylaşmaz. kimileri de çıkarlarına uymadığı için kafa karıştırdığımızı ileri sürerek, “düşündürüyorsun yasaklanmalısın” deyip okunmamızı yasaklar.
ahmed hulûsi
19 mayıs 2005
north carolina, usa
www.ahmedhulusi.org
sünnet, sakal-bıyık, elbise sarık, kılık kıyâfet midir?
allah rasûlü’nün sünneti ne olabilir?
allah sünneti, “sünnetullah” nedir?
anlayışı kıtların sünnetten anlayışı, erkek çocuklara yapılan bir operasyondan ibarettir!!
anlayışı sınırlıların sünneti ise biraz daha ileri uzanır... sakal-bıyık ile elbise sarık olur sünnet, onlar için!... allah rasûlüne uymak demek onlar için, 1400 küsur yıl önceki kıyafete bürünüp, o devrin örf âdetlerine uymak demektir!..
kendilerinin müslüman olduklarını, kısa kol gömlek giyenlerin ise kâfir olduklarını söyleyen müslümanlardır bunlar!
şâh-ı velâyet, “ilmin kapısı” hazreti âli’yi şehîd edenler kadar müslüman’dır bunlar!... anlayışları, o yüce zâtı din dışı gören anlayıştır bunlarınki!.
hazreti muhammed aleyhisselâmın hazreti âli için söylediklerini bir inceleyin... o’nu rasûlullah yolunda bulmadıkları için şehîd eden müslümanların hâlini ve anlayış kapasitelerini iyi anlayın!
sünnete, din’e hizmet adı altında dini saltanata dönüştürüp bugünlere kadar insanlara hükmetmek için din’i kullananları iyi fark edin!.
özel olarak bu konuda anlattıklarım bir vesile bir internet haber sitesinde kısmen nakledilince biraz daha konuya açıklık getireyim istedim bizzat!
lutfen bu anlatacaklarimi iyi düşünün...
daha 20 yaşındayken yani bundan 40 yıl önce hazreti rasûlullah’ı rüyamda görmüştüm ve bana hazreti ebû bekr’e gitmemi söylemişti... gerisi önemli değil... ben de bundan sonra hazret’i ebu bekr’in hayatını yazmıştım o sene... daha sonra da hazreti rasûlullah’ın yaşamının mekke devrine ait kesitlerini hadislerle yazmıştım “muhammed mustafa” aleyhisselam adı altında.
bunu şu sebepten yazıyorum... o devrin yaşantısını hayli iyi araştırmıştım... yaklaşık 60 bin civarında hadis okumuştum sahih kaynaklardan.
şimdi olayı iyi düşünelim...
allah rasûlü muhammed mustafa aleyhisselâm bilindiği üzere putperest kureyş kabilesi içinde dünyaya gelmişti... dedesi, amcaları, akrabaları kabilenin inancı üzere yaşıyorlardı...
o yüce zât da onların arasında doğdu büyüdü... onlar gibi giyindi, onlar gibi sakal birakti, onlar gibi sarik sardi!. onlar gibi oturup kalkıp, yedi içti...
böylece 39 yaşına ulaşıp allah rasûlü oldu!... allah rasûlü olarak gerçekleri bu yaşta fark edip; üç sene sonra nübüvveti tahakkuk edince de, insanlara neler yapmalarını anlatmaya başladı vahyolduğu üzere, ebedi hayatlarını kazanmaları için.
işte ne bu süreç içinde ne de sonrasında, ne sakalini değiştirdi ne de kiyafetini !
gene onlar gibi sarık sardı, gene onlar gibi giyindi, gene onlar gibi sakallı dolaştı!. çok renkli çubuklu elbisesini bile giymeye devam etti!..
allah rasûlü’nün sünneti, rasûlü olduğu ismi “allah” olanın sünnetidir; “sünnetullah”tır!.
biz de “sünnetullah”ı anlayıp ona uyduğumuz zaman “sünnet-i rasûlullah” ve “sünnetullah" üzere oluruz! sakal bıyık, elbise sarık ile değil!.
ayrıca burada en önemli fark edilesi husus şudur:
rasûlullah, o putperest ebu cehil, ebu lehep ve onların takipçisi, rasûlullah torunu katili yezid gibilerin kıyâfet örflerine karışmadığı gibi; onlara böyle bir öneri dahi götürmeyip; onlar gibi giyinip yaşamaya devam etmiştir yaşam biçiminde. çünkü bu, din’in gereğini yaşamada önemi olmayan bir konu idi; ve bunun ebedi hayat gerçeği veya ismi “allah”, olanın bilinmesiyle bir ilgisi yoktu!
bu da demektir ki...
allah bir insana hidayet ederse, o kişi içinde yaşadığı toplumun örf ve âdetlerine göre giyim kuşamını devam ettirebilir, ama “sünnetullah” gereği konularda onlara uymaz; hidayet üzere olduğu konularda, onlara öğrendiği gerçekleri bildirmeye devam eder!.
yani, kişinin içinde yaşadığı toplumun örf âdet, kıyafet gibi hususlardaki anlayışına karşı çıkması değil, tam tersine onlara uyması sünneti rasûl’dür!.
çünkü din insanlara kılık kıyafet devrimi için gelmemiştir! kılık kıyafetle uğraşmak “din”in işi değildir. insanlar toplumsal barışı bozmayacak biçimde inandığı gibi istediği gibi giyinip, okuma, yaşama, çalışma haklarına sahiptir sünnete göre!. bu beyni anlayamayıp bedende kalanlara ters gelse de!
kıyafetine bakarak kişinin dinine hüküm vermek, kişinin gelişmemiş bir taklitçi beyne sahip olduğunun açık ifadesidir.
ismi “allah”, olanın rasûlü, insanlara, içinde yaşadıkları sistem ve düzenin gerçeklerini bildirerek, onların, o günde “din” adı verilmiş olan, allah sistem ve düzenine uygun yaşayarak, kendilerini ebedi hayata hazırlamaları için çaba göstermiştir!.
“dindar” kişi demek, allah sistem ve düzenini araştırıp sorgulayıp, anlayıp; gereğince yaşamayı kabullenmiş kişi demektir!. dindar kişi bu “oku”duğu sistem gerçekleri dolayısıyla da “muttaki” yani kendini koruyan olur, fark ettiği gelecekteki tehlikelere karşı!.
allah rasûlünün sünnetine tâbi olmak demek, onun anlayışını benimseyip, gösterdiği yolda yürümek ve dediklerini uygulayarak geleceğin güzelliklerine erişmek demektir. onun bildirdiği özündeki hakikati keşfedip; onun muhteşem sonuçlarını yaşamak demektir!. taklitle ömür tüketmek değil!.
rasûlullah’ın sünnetine uymak, kendisine hibe edilen ilmi, insanlarla karşılıksız olarak paylaşmak demektir! insanları kılık kıyâfet hikâyeleriyle avutmak değil!.
allah sistem ve düzenini yani “sünnetullah”ı idrak eden ve gereklerini uygulayan kişi, “sünneti rasûlullah”a da uymuş olan kişidir!.
“kim kendini hangi kavme benzetirse o kavimdendir” uyarısı, kişinin, fikir ve inancını paylaştığı topluluktan olduğuna işaret eder... elbise veya sakalının benzemesini değil!.
“din” adı altında insanlara hükmetmek” yazısında anlattığım üzere, bir takım insanlar “din”in sorgulanmasını, araştırılmasını yasaklamışlar; ve böylece de düşünme yetisi olmayan, ezberci, teyp beyinli insanlar üremesine yol açmışlardır.
dünya, hikmet yurdudur ve rasûlullah’ın her açıklaması bir hikmete dayanmaktadır!. akıllı insan, rasûlullah’ı daha iyi anlamak için, her beyânını sorgulayıp araştırıp, bildirilenin hikmetine ermeye çalışır.
“hikmet müminin yitiğidir” uyarısı buna işaret eder.
düşünce sisteminde çelişki ya da kopukluk olan kişi “din”i anlamamış, içinde yaşadığı sistem ve düzeni, mekânizmayı “oku”yamamış taklitçidir!.
oysa, “din” taklit kabul etmez!.
fiîlin taklidi aynı sonucu oluşturur; ama anlayışın taklidi olmaz!.
“fâkih” yani anlayışlı olmak allah lutfudur. böylece kişi mukallit olmaktan çıkar. fıkıh kuralları ezberlemek, “fâkih” olmak demek asla değildir!.
ezbercilik, teyp icat olalı değerini yitirmiştir!.
“din” bize “oku”nası olarak bildirilmiştir ki, içinde yaşadığın sistem ve düzeni fark edesin; daha önemlisi “kendini tani”yasın! hakikatindeki hazineyi keşfedesin; ve sonunda ismi “allah” olanı holografik gerçeklik esasına göre tanıyıp, evrendeki yerini bilesin... bunu anlamamış olanlar, hayatlarında bir kere bile “ihlâs” okumamışlardır yüz bin kere çekseler dahi!...
“çok namaz kılan vardır yanına yorgunluktan başka şey kalmaz; çok oruç tutan vardır açlıktan başka kârı olmaz” şeklindeki rasûlullah uyarısını iyi düşünelim.
allah rasûlü, kurân-ı anlayalım ve üzerinde tefekkür edelim diye bize bildirmiştir. ta ki, yaşamımızda attığımız adımları “sünnetullah”a uygun atalım! saç-sakal-kıyafet dedikodusuyla, gıybetiyle vakit geçirip, insan yargılamalarıyla ömür harcayalım diye rasûl gelmemiştir!.
ismi “allah” , olan yanı sıra tanrı ve tanrılık kavramı yoktur (la ilahe illa allah); diye giriş yapılan “din” anlayışı nedir?
bunu sorgulayıp anlamaya çalışmayanlar, ömrünü taklitle tüketenler; hazineyi okuyamamanın sonuçlarını büyük hüsran ve sükûtu hayalle ödeyeceklerdir!...
ne çare ki sistemde geçmişi telâfi kavramı da yoktur!.
not. kişisel değerlendirmemdir, kimseyi bağlamaz! dileyen paylaşır dileyen paylaşmaz. kimileri de çıkarlarına uymadığı için kafa karıştırdığımızı ileri sürerek, “düşündürüyorsun yasaklanmalısın” deyip okunmamızı yasaklar.
ahmed hulûsi
19 mayıs 2005
north carolina, usa
www.ahmedhulusi.org
ahmed hulusinin bir yazısıdır :
yeryüzüne gelmiş en muhteşem “beyin” ve sonsuzluğa uzanan en muhteşem “ruh” olan hazreti muhammed aleyhisselâm, acaba bize ne bağışladı?
yaşadığı çağın insanlarının anlayışını hesaba katarak açıkladığı gerçekler, acaba günümüz şartları içinde yetişen insanlık tarafından, ne kadarıyla algılanıp değerlendirilmekte?
insanlığın kıyametine kadar geçerli teklifler ve sonsuza kadar geçerli sistem ipuçları ihtiva eden, değerlendirebilenleri, sonsuz yaşamda mutlu kılacak olan bilgileri kapsayan kurân-ı kerîm, acaba insanlık tarafından ne kadar değerlendirilebiliyor?
çeşitli çevrelerin anlatımımı saptırmaları dolayısıyla, kitaplarımda farklı bölümler hâlinde anlatmaya çalıştığım “islâm” anlayışımı yeniden toplu halde özetle size sunmak mecburiyeti hasıl oldu!.
bilelim ki...
dünya üzerinde, iki ana farklı yapıda anlaşılan islâm dini ve hazreti muhammed aleyhisselâm anlayışı vardır.
bunlardan birincisi ve yaygın olanına göre:
yukarıda, gökte bir yerde bir “tanri” vardır!. müslümanlar, o tanrının adına “allah” derler!. yukarıdaki o tanri, insanların görüp-bilemediği bir yerlerde “cehennem” ve “cennet” adında iki mekân yaratmıştır.
o tanrı önce cennet denilen yerde, çamuru elleriyle insan suretinde şekillendirip, içine kendi ruhundan “üflemek” suretiyle insanı yaratmış, sonra da onu cennetten dünyaya indirmiştir. zamanla bu insan nesli dünya üzerinde çoğalınca kendisiyle insanlar arasında postacı – aracı türünden bir elçilik yapması için peygamberler seçip, yanındaki cebrail isimli melek aracılığıyla o elçilerine kitaplar yollamıştır. peygamberler de o tanrıdan kendilerine melek aracılığıyla indirilen kitaplara ve getirdikleri vahiylere dayanarak, “gökte allah var, öldükten sonra kıyamet günü o sizin hepinizi diriltecek, sonra karşısına alıp yaptıklarınızdan dolayı hesaba çekecek” diye insanlığı uyarmışlar, buna göre o tanrının emirlerini ve insanlardan neler istediğini tebliğ etmişlerdir. tanrının, bu elçi peygamberleri vasıtasıyla insanlara duyurduğu günahları işlemeyenler ve sevapları yerine getirenler sonuçta cennete gidecekler, buna karşılık peygamberleri dinlemeyip tanrının emirlerine uymayanlar da cehenneme atılacaklardır.
evet, “yukarda allah var ve hazreti muhammed o’nun peygamberidir” diyen dünyadaki önemli çoğunluk ana hatları böyle; detayları ise toplumlara göre farklılık gösteren bir anlayışla yaşamlarını sürdürmektedir. bu anlayışta olanlar genellikle din konu olunca hiç bir kelimeyi sorgulamaz, araştırmaz, kelimelerin anlamını birebir kabul ederler. “biz, bize söylenenlere inanırız ve gerisini araştırmayız; yap denileni yapar ötesini düşünmeyiz. bize inan denmiş; biz de bunlara inanırız, ötesi bizi ilgilendirmez” derler.
buna karşın hazreti muhammed aleyhisselâm ve bildirdiği kurân-ı kerîmi içindeki mecaz ve benzetmeleri deşifre ederek derinliğine anlamaya çalışan hazreti âli ve hazreti ebu bekir gibi o devrin bazı derin anlayışlı kişilerince oluşturulan “derinlikli islâm” anlayışı ise hakikat ehli tarafından (ehlullah), “islâm tasavvufu” adı altında, ana hatları şu olan bir anlayışı günümüze kadar ulaştırmışlardır.
bu hakikat ehli denilen zevatın “islam” anlayışı ise şöyle bir oluşumu anlatır:
ismi “allah” olarak bildirilen, her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal kavramın ötesinde olarak, yalnızca “hu” yani sadece “o” olarak tanımlanır (ki bu boyuta “âlemi lâhut” da tabir edilir).
“hu”, evren içre evrenleri, ilminde, ilmiyle, bir “nokta”dan yaratmıştır!
o “nokta”, “hu” zamiriyle işaret edilenin, ilminde açığa çıkardığı özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu bir çekirdektir (heyûla); “hakikati muhammedî”dir (âlemi ceberûttur)!.
algılanan ve algılanamayan, bilinen ve bilinmeyen her şey, bu şuurlu ve bilinçli “nokta”nın varlığındaki isimlerin işaret ettiği özellikler ile gene ilimde varolmuş “ilmî suret”lerdir.
bu “nokta”nın ilim mertebesinde ilmî açılımı ile “melekût âlemi” meydana gelmiştir ki bu mertebe, evren içre evrenlerin meydana geldiği “salt enerji okyanusu”dur. burada çokluktan, çokluğa ait sayısallıktan ve birimsellikten söz edilemez!.
buraya kadar açıklanan durum, hazreti âli’nin “bu an o an’dır” işaretinin ihtiva ettiği “nokta”dır; ki bu, ezelden ebede böyledir ve hiç değişmez!.
işte bu “nokta” içinde, “nokta”nın varlığındaki allah isimlerinin, değişik bileşimler hâlindeki açığa çıkışları ve bunların yapıları gereği algılamaları, “göreselliği” ve çokluk (kesret) kavramlarını oluşturmuştur (nâsut âlemi).
burada konunun iyi anlaşılabilmesi için, çok önemle dikkat edilmesi zorunlu olan husus şudur:
olay, yukardan aşağı, gökten yere değil; bir tekillikten açılan, gelişen, oluşan, meydana gelen algılamalara dayalı “çokluk” tarzında düşünülmelidir.
her birim, aynı tek’ten (melekût) meydana gelmiştir!. melekût, birimin dışından gelen değil; birimin derûnundan zahirine (bilincine) açığa çıkan, birimin varlığını meydana getiren mertebe anlamındadır!. kurân-ı kerîm’deki “b” sırrı, kişinin hakikatindeki bu mertebeye işaret eder!.
“melekût”, evren içre evrenlerin varlığını meydana getiren şuurlu enerji-kudret sıfatının açığa çıkışıdır!.
evren içre evrenlerde meydana gelen her yapı ve birim, evrensel enerji ve şuurla meydana geldiği için de, aslında cansız ve şuursuz hiç bir şey yoktur evrende!. belki algılama sınırları ötesini inkâr edenler tarafından cansız ve şuursuz yakıştırması yapılır bir kısım yapılara.
tümüyle canlı ve şuurlu olan evren ve içindeki tüm yapılar “sünnetullah” diye isimlendirilmiş olan “evrensel sistem ve düzen” içinde oluşmuştur. ve gene sonsuza dek o sistem içinde yaratanın muradına göre her an yeni bir şan alarak yaşamını sürdürecektir.
insanlık içinde açığa çıkan rasûl ve nebilere gelince...
bu zevât, yukarıda denilen gökteki ve “allah” ismiyle etiketlenen tanrı tasavvurunun seçtiği aracılık işiyle görevli postacılar veya elçiler olmayıp, hakikatlerinden bilinçlerine “nâzil” olmuş, kendi derûnlarındaki isimlerin özelliklerinden kaynaklanan ilmin, şuurlarında açığa çıkmasıyla, hakikate tercüman olan ve o evrensel hakikati dillendiren zevâttır!. “irsâl”, “açığa çıkarma” anlamındadır... “rasûl” ise türkçe karşılığı itibariyle “açığa çıkarılmış yakînî bilgi kaynağı” anlamına gelir. “semâ” yalnızca gök katları anlamına gelmez; bilinç (nefs) mertebeleri anlamını da ihtiva eder!. “nüzul”ün anlamı mekânsallık ifade eden “inme”-“indirilme” değildir. “gök”ten “kitap” inmemiştir!. kurân’da geçen “kitap” kelimesinin türkçe’deki anlam karşılığı “bilgi”dir!.
bunlar gibi pek çok kelime dilimize veya yabancı dillere yanlış anlamlarla çevrildiği için, eciş bücüş bir “din” anlayışı ortaya çıkmakta; o yüzden de pek çok aklıbaşında insan bu anlatımlardan yüz çevirmektedir.
artık bu yanlış anlatımları yeniden sorgulama zamanı gelmiştir!.
vahiy meleği, gökteki bir mekânda yerleşik tanrının katından; rasûl veya nebinin yanına gelmemiştir! varlıklarında bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan melekî özelliğin (ilmin), bilfiil (aktive) oluşudur. beynin algılama mekanizması bu “bilkuvve” olanın “bilfiile” dönüşmesini sanki dışarıda (afakta) meydana gelen bir olay gibi değerlendirmektedir!.
bu suretledir ki, rasûl ve nebîler, evren içre evrenleri yaratanı, hakikatiyle, derûnlarında vahiy denen suretle (özlerinden gelip şuurlarında açığa çıkması suretiyle) yaşamışlardır. bunun sonucu “sünnetullah”ı “oku”muşlar (ikra) ve bu “oku”duklarını insanlara aktarmışlardır!.
onların bize aktardığı bu “oku”nan verilere göre...
bugün yeryüzünde var olan insan sonsuzluk için varolmuş bir yapıdır ve asla “ölüm” ile yok olmayıp yaşamına sonsuza kadar ve de geriye dönüşsüz hep ileriye şekilde devam edecektir. “ölüm” bildiğimiz biyolojik bedenin yaşamının son bulup kişinin ruh adı verilen bedeniyle yaşamına devam etmeye başlamasının adıdır.
yeryüzünde yaşamış o en muhteşem beyin ve sonsuzluğun en muhteşem ruhu’nun, gelmiş geçmiş tüm beyinlerden üstünlük yanı ise öncelikle şudur:
o, hem ismi “allah” olanı en mükemmel ve kapsamlı şekilde anlatmıştır; hem de “sünnetullah”ı bütün incelikleriyle gözlerimizin önüne sermiştir vahyolan kurân-ı kerîm’de!.
o’nun dışında bu açıklamanın değil benzerini yapmak, açıkladıklarının yanına dahi yaklaşamamıştır hiç kimse!.
o’nun bildirip açıkladığı kurân-ı kerîm tümüyle mutlak gerçeği vurgular!.
insanlık, bildirilen bu gerçeğe göre, dünya yaşamından sonra bir başka boyutta yer alacak; herkes, dünyada kendisinden açığa çıkanların kendisine ne getirdiğini veya neler kaybettirdiğini o ortamda görüp sonuçlarını yaşayacak, yaşam mahalli ya azap ve sıkıntı mahalli olacak ya da huzur ve mutluluk ortamı olacaktır.
“sünnetullah”ın bireyi ilgilendiren yönü itibariyle, herkes kendisinden açığa çıkanların sonucunu kesin bir şekilde yaşayacaktır bu dünyada ya da devamı olan boyutta.
“sünnetullah” denilen allah yaratısı sistem ve düzen, her an, varlığını oluşturan allah isimlerinin oluşturduğu özelliklere göre, yeni bir oluşla varolmakta ve evren her an yenilenmekte; yaratış her an değişerek, yenilenerek sonsuza devam etmektedir.
ismi “allah” olarak tanıtılanın, algıladığımız boyuttaki en büyük mucizesi bana göre “beyin”dir!. insanlık henüz bu mucizeyi değerlendirmekten çok uzaktır!. bu konudaki pek çok tesbitlerimizi henüz yazabilme imkânımız yoktur maalesef. zira yirmi otuz yıl önce yazdıklarımız bugün daha yeni yeni konuşulmaya başlanmıştır.
zaman ve mekân esasen insan beyninin algılama sistemine göre vardır!. insan gerçekte salt bir düşünceden ibarettir!. “allah” yaratısı veri tabanının kendisinde açığa çıkarttıklarının sonuçlarını her an yaşamakta olan bir kuldur insan!.
herkes kendisinden açığa çıkanların sonuçlarını âhiretinde kesinlikle yaşayacaktır!. bu çok önemli gerçek dolayısıyla da herkesin “sünnetullah” denilen ve “din” olarak tanımlanmış olan değişmez evrensel sistem ve düzeni, değişmez evrensel yasaları çok iyi öğrenmesi gereklidir, kendi geleceği dolayısıyla.
bu açıklamamızı şu cümleyle noktalayalım:
evrensel gerçekleri ve “allah” ismiyle işaret edileni bize bildiren en muhteşem “beyin” ve sonsuzluğa uzanan o en muhteşem “ruh”u, ne gerekçeyle olursa olsun bu dünyada değerlendiremeyenler, bunun sıkıntı ve acısını sonsuza dek çekeceklerdir.
ahmed hulûsi
25 nisan 2006
north carolina, usa
http://www.ahmedhulusi.org
yeryüzüne gelmiş en muhteşem “beyin” ve sonsuzluğa uzanan en muhteşem “ruh” olan hazreti muhammed aleyhisselâm, acaba bize ne bağışladı?
yaşadığı çağın insanlarının anlayışını hesaba katarak açıkladığı gerçekler, acaba günümüz şartları içinde yetişen insanlık tarafından, ne kadarıyla algılanıp değerlendirilmekte?
insanlığın kıyametine kadar geçerli teklifler ve sonsuza kadar geçerli sistem ipuçları ihtiva eden, değerlendirebilenleri, sonsuz yaşamda mutlu kılacak olan bilgileri kapsayan kurân-ı kerîm, acaba insanlık tarafından ne kadar değerlendirilebiliyor?
çeşitli çevrelerin anlatımımı saptırmaları dolayısıyla, kitaplarımda farklı bölümler hâlinde anlatmaya çalıştığım “islâm” anlayışımı yeniden toplu halde özetle size sunmak mecburiyeti hasıl oldu!.
bilelim ki...
dünya üzerinde, iki ana farklı yapıda anlaşılan islâm dini ve hazreti muhammed aleyhisselâm anlayışı vardır.
bunlardan birincisi ve yaygın olanına göre:
yukarıda, gökte bir yerde bir “tanri” vardır!. müslümanlar, o tanrının adına “allah” derler!. yukarıdaki o tanri, insanların görüp-bilemediği bir yerlerde “cehennem” ve “cennet” adında iki mekân yaratmıştır.
o tanrı önce cennet denilen yerde, çamuru elleriyle insan suretinde şekillendirip, içine kendi ruhundan “üflemek” suretiyle insanı yaratmış, sonra da onu cennetten dünyaya indirmiştir. zamanla bu insan nesli dünya üzerinde çoğalınca kendisiyle insanlar arasında postacı – aracı türünden bir elçilik yapması için peygamberler seçip, yanındaki cebrail isimli melek aracılığıyla o elçilerine kitaplar yollamıştır. peygamberler de o tanrıdan kendilerine melek aracılığıyla indirilen kitaplara ve getirdikleri vahiylere dayanarak, “gökte allah var, öldükten sonra kıyamet günü o sizin hepinizi diriltecek, sonra karşısına alıp yaptıklarınızdan dolayı hesaba çekecek” diye insanlığı uyarmışlar, buna göre o tanrının emirlerini ve insanlardan neler istediğini tebliğ etmişlerdir. tanrının, bu elçi peygamberleri vasıtasıyla insanlara duyurduğu günahları işlemeyenler ve sevapları yerine getirenler sonuçta cennete gidecekler, buna karşılık peygamberleri dinlemeyip tanrının emirlerine uymayanlar da cehenneme atılacaklardır.
evet, “yukarda allah var ve hazreti muhammed o’nun peygamberidir” diyen dünyadaki önemli çoğunluk ana hatları böyle; detayları ise toplumlara göre farklılık gösteren bir anlayışla yaşamlarını sürdürmektedir. bu anlayışta olanlar genellikle din konu olunca hiç bir kelimeyi sorgulamaz, araştırmaz, kelimelerin anlamını birebir kabul ederler. “biz, bize söylenenlere inanırız ve gerisini araştırmayız; yap denileni yapar ötesini düşünmeyiz. bize inan denmiş; biz de bunlara inanırız, ötesi bizi ilgilendirmez” derler.
buna karşın hazreti muhammed aleyhisselâm ve bildirdiği kurân-ı kerîmi içindeki mecaz ve benzetmeleri deşifre ederek derinliğine anlamaya çalışan hazreti âli ve hazreti ebu bekir gibi o devrin bazı derin anlayışlı kişilerince oluşturulan “derinlikli islâm” anlayışı ise hakikat ehli tarafından (ehlullah), “islâm tasavvufu” adı altında, ana hatları şu olan bir anlayışı günümüze kadar ulaştırmışlardır.
bu hakikat ehli denilen zevatın “islam” anlayışı ise şöyle bir oluşumu anlatır:
ismi “allah” olarak bildirilen, her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal kavramın ötesinde olarak, yalnızca “hu” yani sadece “o” olarak tanımlanır (ki bu boyuta “âlemi lâhut” da tabir edilir).
“hu”, evren içre evrenleri, ilminde, ilmiyle, bir “nokta”dan yaratmıştır!
o “nokta”, “hu” zamiriyle işaret edilenin, ilminde açığa çıkardığı özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu bir çekirdektir (heyûla); “hakikati muhammedî”dir (âlemi ceberûttur)!.
algılanan ve algılanamayan, bilinen ve bilinmeyen her şey, bu şuurlu ve bilinçli “nokta”nın varlığındaki isimlerin işaret ettiği özellikler ile gene ilimde varolmuş “ilmî suret”lerdir.
bu “nokta”nın ilim mertebesinde ilmî açılımı ile “melekût âlemi” meydana gelmiştir ki bu mertebe, evren içre evrenlerin meydana geldiği “salt enerji okyanusu”dur. burada çokluktan, çokluğa ait sayısallıktan ve birimsellikten söz edilemez!.
buraya kadar açıklanan durum, hazreti âli’nin “bu an o an’dır” işaretinin ihtiva ettiği “nokta”dır; ki bu, ezelden ebede böyledir ve hiç değişmez!.
işte bu “nokta” içinde, “nokta”nın varlığındaki allah isimlerinin, değişik bileşimler hâlindeki açığa çıkışları ve bunların yapıları gereği algılamaları, “göreselliği” ve çokluk (kesret) kavramlarını oluşturmuştur (nâsut âlemi).
burada konunun iyi anlaşılabilmesi için, çok önemle dikkat edilmesi zorunlu olan husus şudur:
olay, yukardan aşağı, gökten yere değil; bir tekillikten açılan, gelişen, oluşan, meydana gelen algılamalara dayalı “çokluk” tarzında düşünülmelidir.
her birim, aynı tek’ten (melekût) meydana gelmiştir!. melekût, birimin dışından gelen değil; birimin derûnundan zahirine (bilincine) açığa çıkan, birimin varlığını meydana getiren mertebe anlamındadır!. kurân-ı kerîm’deki “b” sırrı, kişinin hakikatindeki bu mertebeye işaret eder!.
“melekût”, evren içre evrenlerin varlığını meydana getiren şuurlu enerji-kudret sıfatının açığa çıkışıdır!.
evren içre evrenlerde meydana gelen her yapı ve birim, evrensel enerji ve şuurla meydana geldiği için de, aslında cansız ve şuursuz hiç bir şey yoktur evrende!. belki algılama sınırları ötesini inkâr edenler tarafından cansız ve şuursuz yakıştırması yapılır bir kısım yapılara.
tümüyle canlı ve şuurlu olan evren ve içindeki tüm yapılar “sünnetullah” diye isimlendirilmiş olan “evrensel sistem ve düzen” içinde oluşmuştur. ve gene sonsuza dek o sistem içinde yaratanın muradına göre her an yeni bir şan alarak yaşamını sürdürecektir.
insanlık içinde açığa çıkan rasûl ve nebilere gelince...
bu zevât, yukarıda denilen gökteki ve “allah” ismiyle etiketlenen tanrı tasavvurunun seçtiği aracılık işiyle görevli postacılar veya elçiler olmayıp, hakikatlerinden bilinçlerine “nâzil” olmuş, kendi derûnlarındaki isimlerin özelliklerinden kaynaklanan ilmin, şuurlarında açığa çıkmasıyla, hakikate tercüman olan ve o evrensel hakikati dillendiren zevâttır!. “irsâl”, “açığa çıkarma” anlamındadır... “rasûl” ise türkçe karşılığı itibariyle “açığa çıkarılmış yakînî bilgi kaynağı” anlamına gelir. “semâ” yalnızca gök katları anlamına gelmez; bilinç (nefs) mertebeleri anlamını da ihtiva eder!. “nüzul”ün anlamı mekânsallık ifade eden “inme”-“indirilme” değildir. “gök”ten “kitap” inmemiştir!. kurân’da geçen “kitap” kelimesinin türkçe’deki anlam karşılığı “bilgi”dir!.
bunlar gibi pek çok kelime dilimize veya yabancı dillere yanlış anlamlarla çevrildiği için, eciş bücüş bir “din” anlayışı ortaya çıkmakta; o yüzden de pek çok aklıbaşında insan bu anlatımlardan yüz çevirmektedir.
artık bu yanlış anlatımları yeniden sorgulama zamanı gelmiştir!.
vahiy meleği, gökteki bir mekânda yerleşik tanrının katından; rasûl veya nebinin yanına gelmemiştir! varlıklarında bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan melekî özelliğin (ilmin), bilfiil (aktive) oluşudur. beynin algılama mekanizması bu “bilkuvve” olanın “bilfiile” dönüşmesini sanki dışarıda (afakta) meydana gelen bir olay gibi değerlendirmektedir!.
bu suretledir ki, rasûl ve nebîler, evren içre evrenleri yaratanı, hakikatiyle, derûnlarında vahiy denen suretle (özlerinden gelip şuurlarında açığa çıkması suretiyle) yaşamışlardır. bunun sonucu “sünnetullah”ı “oku”muşlar (ikra) ve bu “oku”duklarını insanlara aktarmışlardır!.
onların bize aktardığı bu “oku”nan verilere göre...
bugün yeryüzünde var olan insan sonsuzluk için varolmuş bir yapıdır ve asla “ölüm” ile yok olmayıp yaşamına sonsuza kadar ve de geriye dönüşsüz hep ileriye şekilde devam edecektir. “ölüm” bildiğimiz biyolojik bedenin yaşamının son bulup kişinin ruh adı verilen bedeniyle yaşamına devam etmeye başlamasının adıdır.
yeryüzünde yaşamış o en muhteşem beyin ve sonsuzluğun en muhteşem ruhu’nun, gelmiş geçmiş tüm beyinlerden üstünlük yanı ise öncelikle şudur:
o, hem ismi “allah” olanı en mükemmel ve kapsamlı şekilde anlatmıştır; hem de “sünnetullah”ı bütün incelikleriyle gözlerimizin önüne sermiştir vahyolan kurân-ı kerîm’de!.
o’nun dışında bu açıklamanın değil benzerini yapmak, açıkladıklarının yanına dahi yaklaşamamıştır hiç kimse!.
o’nun bildirip açıkladığı kurân-ı kerîm tümüyle mutlak gerçeği vurgular!.
insanlık, bildirilen bu gerçeğe göre, dünya yaşamından sonra bir başka boyutta yer alacak; herkes, dünyada kendisinden açığa çıkanların kendisine ne getirdiğini veya neler kaybettirdiğini o ortamda görüp sonuçlarını yaşayacak, yaşam mahalli ya azap ve sıkıntı mahalli olacak ya da huzur ve mutluluk ortamı olacaktır.
“sünnetullah”ın bireyi ilgilendiren yönü itibariyle, herkes kendisinden açığa çıkanların sonucunu kesin bir şekilde yaşayacaktır bu dünyada ya da devamı olan boyutta.
“sünnetullah” denilen allah yaratısı sistem ve düzen, her an, varlığını oluşturan allah isimlerinin oluşturduğu özelliklere göre, yeni bir oluşla varolmakta ve evren her an yenilenmekte; yaratış her an değişerek, yenilenerek sonsuza devam etmektedir.
ismi “allah” olarak tanıtılanın, algıladığımız boyuttaki en büyük mucizesi bana göre “beyin”dir!. insanlık henüz bu mucizeyi değerlendirmekten çok uzaktır!. bu konudaki pek çok tesbitlerimizi henüz yazabilme imkânımız yoktur maalesef. zira yirmi otuz yıl önce yazdıklarımız bugün daha yeni yeni konuşulmaya başlanmıştır.
zaman ve mekân esasen insan beyninin algılama sistemine göre vardır!. insan gerçekte salt bir düşünceden ibarettir!. “allah” yaratısı veri tabanının kendisinde açığa çıkarttıklarının sonuçlarını her an yaşamakta olan bir kuldur insan!.
herkes kendisinden açığa çıkanların sonuçlarını âhiretinde kesinlikle yaşayacaktır!. bu çok önemli gerçek dolayısıyla da herkesin “sünnetullah” denilen ve “din” olarak tanımlanmış olan değişmez evrensel sistem ve düzeni, değişmez evrensel yasaları çok iyi öğrenmesi gereklidir, kendi geleceği dolayısıyla.
bu açıklamamızı şu cümleyle noktalayalım:
evrensel gerçekleri ve “allah” ismiyle işaret edileni bize bildiren en muhteşem “beyin” ve sonsuzluğa uzanan o en muhteşem “ruh”u, ne gerekçeyle olursa olsun bu dünyada değerlendiremeyenler, bunun sıkıntı ve acısını sonsuza dek çekeceklerdir.
ahmed hulûsi
25 nisan 2006
north carolina, usa
http://www.ahmedhulusi.org
başına ne gelirse gelsin bu senin yaptığının cezası(karşılığı)dır.
evrenin kişiliğini ortaya döken kurallardır, bu kuralların birikimi neticede evrenden birime tepkisel hareket olarak geri döner. bu sebepten dolayı ki bunların öğrenilip, idrak edilip ona göre yaşamın şekillendirilmesinde, evrenin tepkisinin güzelliği hediyesi var. yalnız bu iş çok karmaşık ve zordur. altından ancak insan kalkar.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?