vol 1:
cok guzel · (2)
kasif · (1)
- küstah megaloman gülücük. -
vol 2:
kasif · (1)
aptal kadin · (2)
-ben neyim, ben kimim, ben neredeyim?-
durma artık burada uysal âşık!
aydınlık milinin yatağında.
bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı,
anlayamıyoruz varolduğumuzu gölgesinde
ağırbaşlılığının.
veda geliyor şimdi, öğretmek için
sergilenmeyi, uçuşan geriye dönen
vakitte.
kime, kime gönderiyor incelen yapraklarını
yüzün, kavisin beyaz yanağıyla?
bu aklıkta, minarem mavi benim.
ışığım denize kayıyor, bir sayıklama
izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz
insanlığa!
(bkz: nilgün marmara)
aydınlık milinin yatağında.
bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı,
anlayamıyoruz varolduğumuzu gölgesinde
ağırbaşlılığının.
veda geliyor şimdi, öğretmek için
sergilenmeyi, uçuşan geriye dönen
vakitte.
kime, kime gönderiyor incelen yapraklarını
yüzün, kavisin beyaz yanağıyla?
bu aklıkta, minarem mavi benim.
ışığım denize kayıyor, bir sayıklama
izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz
insanlığa!
(bkz: nilgün marmara)
kimse öldürülmek istemiyor anne; kimse öldürmek de istemiyor. kan çiçeklerinin vazoda güzel durduğunu da iddia etmiyor, kandan beslenmenin basiretsizlik yaratacağını da biliyor aslında çoğu. hemen hepsi ortak düşüncede ve inançta aslında anne, ama politik çıkarlar ve siyasi çatışmalar bunu örtbas ediyor, insanlara maskeleşmiş vaatler eşliğinde armağan tadında sunuluyor. zaferin kazanç ve getirilerini telkin ettikleri çocuklar çok küçük anne; onların yaş ortalaması 17-25. birçoğunun maddi çıkmazı, dışlanmışlığı, hor görüşmüşlüğü hayli fazla. yetmiyor anne, bu kadarı da yetmiyor; işkencede buna perçem tadında ekleniveriyor. devlet diye bellenilen kurum/yönetim onlara hizmet namına, insanca yaşamak namına bir şey götürmediği gibi, eline silah aldığı için yasa dışı suç örgütü-terör diye nitelendiriyor; bu şekilde de dışlıyor. iki arada bir derede kalmak buna denir, çaresizlik budur anne.
vatanın mecburi diye addettiği 15 aylık görev içinde bulunan kuzucuklar da çaresiz anne. onlar içlerinde görevi tamamlama sıkıntısı, vatana bağımlılık yemini, vatanla bütün olmuş, sevgilerinin en derin tarafı ile ölüme gönderiliyor. kardeş kardeşi bir dağın ucunda öldürüyor bir idealizm uğruna.
doğuda bir yerde yaşayan fatma ananın hasan oğluyla, hamit oğlu birbirini gırtlaklıyor, biri bağlı bulunduğu toprağa inanç içinde hizmet ederken, diğeri de ezilmişliğini haykırmak için yanlış politikalara sürüklenmiş kurum içinde yer alırken... biliyor musun; en çok fatma analar kahroluyor, yok oluyor gam, keder uğruna anne, en çok onlar biliyor ateşin düştüğü yeri nasıl yaktığını! onlar biliyor asıl gerçeği, onlar idrak edebiliyor anne.
hayata tek taraflı, benmerkezci bakmak ne yarar getirir? empati kurmadan, içinde bulunulan şartları irdelemeden, araştırmadan, anlamadan yahut anlamak istemeden kişi ya da düşünceyi suçlamak kime ne verir anne?
herkes kendini sınıflandırırken, geride kalanları ötekileştirirken, bunun orta yolu nasıl anlaşılsın, anlatılsın artık insanlara? işin hakikati nasıl idrak edilsin bu kumpaslar içerisinde? herkesin zihniyetinde bir maske, onu nasıl insanlar soyutlayıp aslında içinde neler döndüğünü görebilsin? bir yolu, yöntemi var mı diye düşünmek lazım. artık yarar sağlayacak adımlar atılması lazım, taraflar oluşturulmadan, kutuplaşmalar iyice zıtlaştırılmadan...
vatanını savunan mı yanlış yapıyor? ötekileştirilen, insan olmanın hakkını alamayan mı yoksa? ya da, çıkarlarına hizmet ettirmeyi bilen mi?
söylesene, suç kimde anne?..
vatanın mecburi diye addettiği 15 aylık görev içinde bulunan kuzucuklar da çaresiz anne. onlar içlerinde görevi tamamlama sıkıntısı, vatana bağımlılık yemini, vatanla bütün olmuş, sevgilerinin en derin tarafı ile ölüme gönderiliyor. kardeş kardeşi bir dağın ucunda öldürüyor bir idealizm uğruna.
doğuda bir yerde yaşayan fatma ananın hasan oğluyla, hamit oğlu birbirini gırtlaklıyor, biri bağlı bulunduğu toprağa inanç içinde hizmet ederken, diğeri de ezilmişliğini haykırmak için yanlış politikalara sürüklenmiş kurum içinde yer alırken... biliyor musun; en çok fatma analar kahroluyor, yok oluyor gam, keder uğruna anne, en çok onlar biliyor ateşin düştüğü yeri nasıl yaktığını! onlar biliyor asıl gerçeği, onlar idrak edebiliyor anne.
hayata tek taraflı, benmerkezci bakmak ne yarar getirir? empati kurmadan, içinde bulunulan şartları irdelemeden, araştırmadan, anlamadan yahut anlamak istemeden kişi ya da düşünceyi suçlamak kime ne verir anne?
herkes kendini sınıflandırırken, geride kalanları ötekileştirirken, bunun orta yolu nasıl anlaşılsın, anlatılsın artık insanlara? işin hakikati nasıl idrak edilsin bu kumpaslar içerisinde? herkesin zihniyetinde bir maske, onu nasıl insanlar soyutlayıp aslında içinde neler döndüğünü görebilsin? bir yolu, yöntemi var mı diye düşünmek lazım. artık yarar sağlayacak adımlar atılması lazım, taraflar oluşturulmadan, kutuplaşmalar iyice zıtlaştırılmadan...
vatanını savunan mı yanlış yapıyor? ötekileştirilen, insan olmanın hakkını alamayan mı yoksa? ya da, çıkarlarına hizmet ettirmeyi bilen mi?
söylesene, suç kimde anne?..
aptal kadın yoktur;
aklı bilerek ve adetlerimiz diye uydurulmuş yalanlarla kıt bırakılmış kadın vardır (!)
aptal kadın yoktur;
özgürlüğü elinden alınıp, yörünge altına alınmış kadın vardır (!)
aptal kadın yoktur;
okutulmamış, 13nde el kadar gelişmiş vücudu ve aklı ile hayalleri ve geleceği satılmış ve satın alınmış kadın vardır (!)
aptal kadın yoktur;
erkeğe hizmet etmenin kutsal kitapta ileri gelen ayetlerinde yazdığı gerçeğinin diktesi uygulanmış kadın vardır (!)
aptal kadın yoktur;
yatakta iyi olduğunda, erkeğin özgüven eksikliğinden ötürü orospu yaftası yemiş kadın vardır (!)
aptal kadın yoktur;
annesi eğitimsiz bırakılmış kadının kuşak çatışmasında ağabeylerine ve babasına dövülmesi için kışkırtılma vardır (!)
aptal kadın yoktur;
erkek hayatını yaşamak, amiyane tabir ile gününü gün etmek için bilinçaltında sığınacağı yalanı oluştururken modellediği kadın gibi kadın vardır lakin karşısında akıl gibi kadın, orgazm gibi kadın, anne gibi kadın, insan gibi kadın, hayranlık uyandıracak kadın gibi kadın vardır tam ruhunda, tam arzularında; ama göremediği, farkında olmadığı dünyada (!)
aklı bilerek ve adetlerimiz diye uydurulmuş yalanlarla kıt bırakılmış kadın vardır (!)
aptal kadın yoktur;
özgürlüğü elinden alınıp, yörünge altına alınmış kadın vardır (!)
aptal kadın yoktur;
okutulmamış, 13nde el kadar gelişmiş vücudu ve aklı ile hayalleri ve geleceği satılmış ve satın alınmış kadın vardır (!)
aptal kadın yoktur;
erkeğe hizmet etmenin kutsal kitapta ileri gelen ayetlerinde yazdığı gerçeğinin diktesi uygulanmış kadın vardır (!)
aptal kadın yoktur;
yatakta iyi olduğunda, erkeğin özgüven eksikliğinden ötürü orospu yaftası yemiş kadın vardır (!)
aptal kadın yoktur;
annesi eğitimsiz bırakılmış kadının kuşak çatışmasında ağabeylerine ve babasına dövülmesi için kışkırtılma vardır (!)
aptal kadın yoktur;
erkek hayatını yaşamak, amiyane tabir ile gününü gün etmek için bilinçaltında sığınacağı yalanı oluştururken modellediği kadın gibi kadın vardır lakin karşısında akıl gibi kadın, orgazm gibi kadın, anne gibi kadın, insan gibi kadın, hayranlık uyandıracak kadın gibi kadın vardır tam ruhunda, tam arzularında; ama göremediği, farkında olmadığı dünyada (!)
kimse ahmak değildir, hayal-gezen, hayal-kuran ve hayal kıran olmadığı gibi!
yani kimse hiçbir neden yokken kin tutmaz, nefret bağlamaz yaftalanacak ceper kimliğiyle... canı acıyan bir iç geçirir, eseflenir, incinir, kırılır, aldanır ve belki de kinlenir. bir neden yokken kim incitmek ister aşk yaşadığı ademoğlunu ya da havvakızını?
kin tutmak yeğ midir geçmişin izlerine? ama en çok da rolün öznesine? çok canı acıyanın kanı durur mu? akacak kan başta durur mu? bir de, eskiyi eskide bırakmayıp, onu taze tutana insaf olur mu?
olmaz...
kin bağlar en sakin ve ondan evrilen sakil hisleriniz. durdurulur gibi değil, kontrol altında olacak gibi değil... delişmen ruhunuzla etkiye tepki yapmanız artık size mubah, vicdanınıza da rahatlama adına haktır.
kandırmayalım şimdi kendimizi; kimse masum olan birine kin tutmaz. kimse masum yaşadığı bir şeye husumet biriktirmez. kimse geçmişinin hatırına ve anısına tecavüz etmez; güzel bırakmayı yeğler. dokunulmayan yılan bin yıl yaşar...
yani kimse hiçbir neden yokken kin tutmaz, nefret bağlamaz yaftalanacak ceper kimliğiyle... canı acıyan bir iç geçirir, eseflenir, incinir, kırılır, aldanır ve belki de kinlenir. bir neden yokken kim incitmek ister aşk yaşadığı ademoğlunu ya da havvakızını?
kin tutmak yeğ midir geçmişin izlerine? ama en çok da rolün öznesine? çok canı acıyanın kanı durur mu? akacak kan başta durur mu? bir de, eskiyi eskide bırakmayıp, onu taze tutana insaf olur mu?
olmaz...
kin bağlar en sakin ve ondan evrilen sakil hisleriniz. durdurulur gibi değil, kontrol altında olacak gibi değil... delişmen ruhunuzla etkiye tepki yapmanız artık size mubah, vicdanınıza da rahatlama adına haktır.
kandırmayalım şimdi kendimizi; kimse masum olan birine kin tutmaz. kimse masum yaşadığı bir şeye husumet biriktirmez. kimse geçmişinin hatırına ve anısına tecavüz etmez; güzel bırakmayı yeğler. dokunulmayan yılan bin yıl yaşar...
ensest ilişki sadece türkiyenin değil, dünyanın kanayan yaralarından biridir. baba, ağabey, büyükbaba, hala, yenge, anne; vb. kişilerce bu duruma maruz kalan insanlar var. ve bunların bir kısmı 6 yaş altında olmaktadır.
toplumlar bu konuda bilinçlendirici olmak için neler yapıyor acaba? bu da karşımıza çıkan başka bir soru ve cevap gerektiren bir durum. henüz türkiyede bu olgu yaklaşık 15 ya da 20 yıldır konuşulabiliyor. toplum, ciddi bir tabu olan bu istismar halini, büyük bir günah, kişinin ayıbı olarak saklamaktadır. oysa kişilerin nelere maruz kaldığını, olayın aslında ne boyuttan ileri geldiğini, alt-üst nedenlerinin açılımlarını, psikolojik, sosyolojik nedenlerini bilmeli ki neyle karşılaştığını tam olarak kavrayabilsin, mücadelesi için doğru yerlerden başlayabilsin, bilinçli şekilde aşabilsin.
toplum için en gerekli yaptırım kurumları kanımca sivil toplum örgütleridir. yine o kadar acıdır ki, avrupa ülkelerinde ve abdde oluşan bu sağlıklı, birbiri ile kenetli çalışan, tamamen kurum-kuruluş-devlet yanlılığına değil, kişilerin kendisine hizmet etmek amaçlı kurulan bu örgütlenmeler türkiyede hayli zayıf ve hedefinden çokca sapmıştır. amaçları cepleri doldurmak olan bu örgütlenmeler, mağdur olan insanların sorunlarını ikiye katlayarak, ülke bilincinin zayıf ve fütursuzca, aymaz halde gerilemesine sebebiyet vermektedir.
size aşağıda istatiksel bilgi aktarmak isterim:
" prof. dr. haluk yavuzer , 1986-1992 yılları arasında aile içi cinsel istismar üzerine yapılan bir araştırmada , 31 ensest ilişki vakasından 20 sinin baba veya ağabey tarafından uygulandığının ortaya çıktığını belirtmektedir.
dokuz eylül üniversitesi , hukuk fakültesi öğretim üyesi prof. dr. bahri öztürkün yönetiminde 1997 yılında yapılan kamuoyu araştırması kapsamında türkiye genelinde , çocuk iken aile içinde cinsel tacize uğramış kızların oranını da ortaya çıkarmaktadır. buna göre bu kadınların % 0,82 si çocuk iken babalarından , % 0,77 si erkek kardeşlerinden ve % 1,97 si de yakın akrabalarından cinsel tacize uğradığını beyan etmiştir. bir başka ifade ile , her 100 kız çocuktan yaklaşık 4 u aile bireyleri tarafından veya akrabaları tarafından cinsel tacize uğramaktadır."
dileğim, türkiyede sivil toplum örgütlerinin ehemmiyetinin bir an önce farkına varılması, gelişimi ve yayılması için birey olarak kişilerin üzerlerine düşenleri en layıkınca yapabilmeleridir.
ceplerimizden önce insanlığımızı düşünmeliyiz, ne dersiniz?
toplumlar bu konuda bilinçlendirici olmak için neler yapıyor acaba? bu da karşımıza çıkan başka bir soru ve cevap gerektiren bir durum. henüz türkiyede bu olgu yaklaşık 15 ya da 20 yıldır konuşulabiliyor. toplum, ciddi bir tabu olan bu istismar halini, büyük bir günah, kişinin ayıbı olarak saklamaktadır. oysa kişilerin nelere maruz kaldığını, olayın aslında ne boyuttan ileri geldiğini, alt-üst nedenlerinin açılımlarını, psikolojik, sosyolojik nedenlerini bilmeli ki neyle karşılaştığını tam olarak kavrayabilsin, mücadelesi için doğru yerlerden başlayabilsin, bilinçli şekilde aşabilsin.
toplum için en gerekli yaptırım kurumları kanımca sivil toplum örgütleridir. yine o kadar acıdır ki, avrupa ülkelerinde ve abdde oluşan bu sağlıklı, birbiri ile kenetli çalışan, tamamen kurum-kuruluş-devlet yanlılığına değil, kişilerin kendisine hizmet etmek amaçlı kurulan bu örgütlenmeler türkiyede hayli zayıf ve hedefinden çokca sapmıştır. amaçları cepleri doldurmak olan bu örgütlenmeler, mağdur olan insanların sorunlarını ikiye katlayarak, ülke bilincinin zayıf ve fütursuzca, aymaz halde gerilemesine sebebiyet vermektedir.
size aşağıda istatiksel bilgi aktarmak isterim:
" prof. dr. haluk yavuzer , 1986-1992 yılları arasında aile içi cinsel istismar üzerine yapılan bir araştırmada , 31 ensest ilişki vakasından 20 sinin baba veya ağabey tarafından uygulandığının ortaya çıktığını belirtmektedir.
dokuz eylül üniversitesi , hukuk fakültesi öğretim üyesi prof. dr. bahri öztürkün yönetiminde 1997 yılında yapılan kamuoyu araştırması kapsamında türkiye genelinde , çocuk iken aile içinde cinsel tacize uğramış kızların oranını da ortaya çıkarmaktadır. buna göre bu kadınların % 0,82 si çocuk iken babalarından , % 0,77 si erkek kardeşlerinden ve % 1,97 si de yakın akrabalarından cinsel tacize uğradığını beyan etmiştir. bir başka ifade ile , her 100 kız çocuktan yaklaşık 4 u aile bireyleri tarafından veya akrabaları tarafından cinsel tacize uğramaktadır."
dileğim, türkiyede sivil toplum örgütlerinin ehemmiyetinin bir an önce farkına varılması, gelişimi ve yayılması için birey olarak kişilerin üzerlerine düşenleri en layıkınca yapabilmeleridir.
ceplerimizden önce insanlığımızı düşünmeliyiz, ne dersiniz?
bedelin kaç para senin?
ya kefaretin, özgürlüğüm namına?
ey ihanet,
can yakmalarının canfezalığında,
bini bir para edecek senalığında,
ne istersin yüzüm suyum hürmetine aymazlığıma?
***
ya kefaretin, özgürlüğüm namına?
ey ihanet,
can yakmalarının canfezalığında,
bini bir para edecek senalığında,
ne istersin yüzüm suyum hürmetine aymazlığıma?
***
" bir yağmur birikintisinin başına toplanmış pollyanna okuyordu pelikanlar... "
ve hakk, ikinci şansı yeniden tanıdı ona;
ve hakk, tüm merhamet ve cömertliği ile aldı içine sonsuzluğa dair adem oğlunu, havva kızını;
ve hakk, samimiyet nezdinde açtı cennet kapılarını kullarına;
ve hakk dedi ki: " ölümden sonra dirileceksiniz benim karşımda."
ve hakk, tüm merhamet ve cömertliği ile aldı içine sonsuzluğa dair adem oğlunu, havva kızını;
ve hakk, samimiyet nezdinde açtı cennet kapılarını kullarına;
ve hakk dedi ki: " ölümden sonra dirileceksiniz benim karşımda."
üzerine zimmet bırakılmayacaktır. tek geceliktir, tek hecede söylenecektir, bu yüzden ilişmesi az olup da ilişikliliğinin sorumluluğu yoktur. candır, canandadır.
özgürdür.
iğnenin incecik deliğinden geçirilen ipin derdi tasası yoktur onda. dedik ya, tek geceliktir, tek heceli ve gırtlaktan çıkan tek seslidir.
semadaki tüm yıldızlar ondandır, size sunacaklarının güzelliğine dair.
bir arayış yoktur, daha çok kayboluşları saklar ve sunar bünyesinde.
anaçtır, tersini söyleyen ya da iddia eden önce kendisini kandırır. sizi sımsıkı sarar, sarmalar ve bir gecede verilmesini istediğiniz ne varsa hepsini sunar.
öyle allı-pullu, gergef işlemeli yalanları yoktur. ilişiği az olduğundan sunakları çoktur. o sunaklarda yapılan tören tadında eylemler bergüzâr demdedir. yakacağınız her adak mumunun dileği o geceye dair mutlaka tutacaktır.
sarmaşıktır. ruhun her gediğini öylesine sarıp sarmalar ki, bu doyum sizi süreli ilişkilerinize dair hezeyanlara iter.
o sebeptendir tek gecelik sevgilinin sunduklarının gizemi, efsunu.
tadı damaktadır, damak özlemde, özlem ise doyurulmayı bekleyen nefiste.
önemli olan burada, ne aradığınızı bilmekte...
özgürdür.
iğnenin incecik deliğinden geçirilen ipin derdi tasası yoktur onda. dedik ya, tek geceliktir, tek heceli ve gırtlaktan çıkan tek seslidir.
semadaki tüm yıldızlar ondandır, size sunacaklarının güzelliğine dair.
bir arayış yoktur, daha çok kayboluşları saklar ve sunar bünyesinde.
anaçtır, tersini söyleyen ya da iddia eden önce kendisini kandırır. sizi sımsıkı sarar, sarmalar ve bir gecede verilmesini istediğiniz ne varsa hepsini sunar.
öyle allı-pullu, gergef işlemeli yalanları yoktur. ilişiği az olduğundan sunakları çoktur. o sunaklarda yapılan tören tadında eylemler bergüzâr demdedir. yakacağınız her adak mumunun dileği o geceye dair mutlaka tutacaktır.
sarmaşıktır. ruhun her gediğini öylesine sarıp sarmalar ki, bu doyum sizi süreli ilişkilerinize dair hezeyanlara iter.
o sebeptendir tek gecelik sevgilinin sunduklarının gizemi, efsunu.
tadı damaktadır, damak özlemde, özlem ise doyurulmayı bekleyen nefiste.
önemli olan burada, ne aradığınızı bilmekte...
yılların yorgunluğu idi kadını kamburlaştıran. öyle sanıldığı gibi kalmadı büklümlüğü doğumdan. doğum dedik de, aklına düştü yine rıfatın sarmallığı, onu saran kollarının sıcaklığı. uzun zaman oldu, görmedi kokusunu bırakan adamı. koku iyi, güzel de, özlem fena yakıyor insanı hasılı arınmış avuntulardan.
erkeği gideli çok olmuştu da, anısı kaybolmamıştı. ah bu yanık kadınlar, hem türlü arızalı erkekleri sever, hem de anısına ihanet etmezlerdi. birazcık hayatlarına baksalar, yaşasalardı; ne var canım bunda, fena mı ederlerdi?
bir bardak var, yıkamadığı yıllardan beri. kenarlarında hareliklerinin ıssızlığı ile ruj lekeleri...
günah gecesinden kalan bir bebesi,
bir de yıkanmamış kadehteki ruj izi...
erkeği gideli çok olmuştu da, anısı kaybolmamıştı. ah bu yanık kadınlar, hem türlü arızalı erkekleri sever, hem de anısına ihanet etmezlerdi. birazcık hayatlarına baksalar, yaşasalardı; ne var canım bunda, fena mı ederlerdi?
bir bardak var, yıkamadığı yıllardan beri. kenarlarında hareliklerinin ıssızlığı ile ruj lekeleri...
günah gecesinden kalan bir bebesi,
bir de yıkanmamış kadehteki ruj izi...
" suçu, tanrıyı onda görmüş olmasıydı.
suçu, tanrıyı maşuk(ta) görmesiydi;
"ben tanrıyı x kişisinde gördüm."
tek konuştuğu şey aşktı.
suçu, tüm o ilmine rağmen maşukun eğer âşık olmazsa bu aşkın hakkını yerine getiremeyeceğini iyi bilmiyor olmasıydı. aşk, aşığın benliğine baskın çıkar, maşukun benliğine değil.
ayrışım, maşuk, âşık ve âşık olma arasında yaşanır, âşk ve âşık arasında ise böyle bir ayrışım imkânsızdır. maşuk isterse âşık olabilir isterse olmaz. kendisine âşık olandan haberdar dahi olmayabilir ama bu âşk da değil!
suçu, tanrının maşuk olamayacağını bilmemesiydi. aşığın maşuktan üstün olduğunu hiçbir zaman bilemedi. aynı şekilde âşıklık lezzetinin âşkın lezzettinden daha fazla olduğunu da fark edemedi.
nice maşuklar, aşkın sevdasında olmadıkları için acı çektiler, acı verdiler. oysa bu durum hiçbir âşık için söz konusu olmadı.
tanrının kendisi âşıktır.
hangi maşuk, "yüz kere eğer tövbeni kırdıysan yine gel" diyebilir. bu sözün kendisi âşk değil mi? bu sözün kendisi maşuku için kendini paralayan bir âşığın hâlet-i ruhiyesi değil mi? heyhat ki! o, maşukunu zorlu bri sınavdan geçirmek ve onun amansız bir takibe alabilmek için yüzünü gizleyen hilebaz bir âşıktır.
aşk oyununu hafife alan hamdı. onun ateşine düşmemek için ibrahim olmak gerekir. en son anlarda gözün, dostun cemaliyle münevver olması için talep vadilerin toprağını bir ömür boyu arşınlamak gerekir. işte ancak o zaman gerçek âşık olduğun anlaşılır. orada sen âşık o maşuk, sen maşuk ve o âşık olursunuz. zemin ve zamanda ikinizin bir olması için feryat ederler ve sen haykırırsın: ben oyum, o da ben...
vuslat anı, aşkın, aşığın ve maşukun bir olduğu andır.
( öyle bir anda ) enel-hakk dersin, mest olmuş bir şekilde darağacına koşarsın ve diğerlerinin ne gibi bir işle meşgul oldukları kaygısını taşımazsın.
mansurun yolu tehlikeli bir yoldur. ( o yolda ancak ) mansur olunmalıdır. mansur olmak gerekir.
arzu etmek imkânsız değildir. aşkın yatağında bir olmayı arzulamayı, ana rahmindeyken ruh örtüsü altında bizlere hediye etmişler. hangimiz ruh örtüsü altında bizlere verilen o gizli hediyeyi fark edip de ibrahim ile mansurun yoluna girebilmiş?
can-ı canan ile aşk yaşamayı, koyun pazarındaki alım satımlara dönüştürdük. babadan kalan miras meşgalelerini ana yatağına savurduk ve aynı yataktan hayatın bilinmezliklerine gafilce asıldık!
onun da kendimizin de büsbütün bir nur olduğunu görememek ve kavrayamamak gaflet değil midir?
bu çirkin hicapların ortadan kalkması ve nurların birbirilerine kavuşması için himmet etmek gerek... "
suçu, tanrıyı maşuk(ta) görmesiydi;
"ben tanrıyı x kişisinde gördüm."
tek konuştuğu şey aşktı.
suçu, tüm o ilmine rağmen maşukun eğer âşık olmazsa bu aşkın hakkını yerine getiremeyeceğini iyi bilmiyor olmasıydı. aşk, aşığın benliğine baskın çıkar, maşukun benliğine değil.
ayrışım, maşuk, âşık ve âşık olma arasında yaşanır, âşk ve âşık arasında ise böyle bir ayrışım imkânsızdır. maşuk isterse âşık olabilir isterse olmaz. kendisine âşık olandan haberdar dahi olmayabilir ama bu âşk da değil!
suçu, tanrının maşuk olamayacağını bilmemesiydi. aşığın maşuktan üstün olduğunu hiçbir zaman bilemedi. aynı şekilde âşıklık lezzetinin âşkın lezzettinden daha fazla olduğunu da fark edemedi.
nice maşuklar, aşkın sevdasında olmadıkları için acı çektiler, acı verdiler. oysa bu durum hiçbir âşık için söz konusu olmadı.
tanrının kendisi âşıktır.
hangi maşuk, "yüz kere eğer tövbeni kırdıysan yine gel" diyebilir. bu sözün kendisi âşk değil mi? bu sözün kendisi maşuku için kendini paralayan bir âşığın hâlet-i ruhiyesi değil mi? heyhat ki! o, maşukunu zorlu bri sınavdan geçirmek ve onun amansız bir takibe alabilmek için yüzünü gizleyen hilebaz bir âşıktır.
aşk oyununu hafife alan hamdı. onun ateşine düşmemek için ibrahim olmak gerekir. en son anlarda gözün, dostun cemaliyle münevver olması için talep vadilerin toprağını bir ömür boyu arşınlamak gerekir. işte ancak o zaman gerçek âşık olduğun anlaşılır. orada sen âşık o maşuk, sen maşuk ve o âşık olursunuz. zemin ve zamanda ikinizin bir olması için feryat ederler ve sen haykırırsın: ben oyum, o da ben...
vuslat anı, aşkın, aşığın ve maşukun bir olduğu andır.
( öyle bir anda ) enel-hakk dersin, mest olmuş bir şekilde darağacına koşarsın ve diğerlerinin ne gibi bir işle meşgul oldukları kaygısını taşımazsın.
mansurun yolu tehlikeli bir yoldur. ( o yolda ancak ) mansur olunmalıdır. mansur olmak gerekir.
arzu etmek imkânsız değildir. aşkın yatağında bir olmayı arzulamayı, ana rahmindeyken ruh örtüsü altında bizlere hediye etmişler. hangimiz ruh örtüsü altında bizlere verilen o gizli hediyeyi fark edip de ibrahim ile mansurun yoluna girebilmiş?
can-ı canan ile aşk yaşamayı, koyun pazarındaki alım satımlara dönüştürdük. babadan kalan miras meşgalelerini ana yatağına savurduk ve aynı yataktan hayatın bilinmezliklerine gafilce asıldık!
onun da kendimizin de büsbütün bir nur olduğunu görememek ve kavrayamamak gaflet değil midir?
bu çirkin hicapların ortadan kalkması ve nurların birbirilerine kavuşması için himmet etmek gerek... "
geçirgenlikleri ne gerektiği gibidir, ne çoktur, ne de azdır. kıvamı aslında ölçüsüzlüğünden, çıkarcılığından ve tutarsızlığından alır. ama yine de toplum olarak biz onlara orta halli, yarı iletken demekteyiz.
ne mi yapar bu orta halliler? bu yarı iletkenler? ne yapmazlar ki? bir kere profesyonel hayatın tripotlarıdır. yani şirketin dengeleyici destekleridir. ayak işleri, gammazcı, yönetimin bir numara yalakaları, ezikliklerini maskeleyip ahkam kesen akıl ile yüzeysellik arasındaki mengeneye sıkışmış minik mandaldır bu tip kişiler. mengene öyle bir sıkmıştır ki bunları, ezilip büzüldükleri için şekil şemal kalmamış, o düzensiz görüntüde bir çarpık düzen oluşturup, kendi varlıkları için çirkef yollar ile ayakta kalmaya, hayata dair tutunmaya çalışmaktadırlar. genelde çalışkan ve verimli olanların ayaklarını bu yarı iletken kımıl zararlıları kaydırır.
gündelik hayatın kesimsel tarafında da; bir parça akıl vardır lakin ezbercilikten, kulaktan dolma bilgilerden, beynin yarı iletkenliğinde ne kadarı algıladığı ve anladığı tartışılır gözlem ve tespitten mütevellit hayat kurmaya ve idame ettirmeye çalışır kendi çapında. akılda ara ara serpilmiştir bazı kararlarına ve uygulamalarına ama ekseriya çıkar kokar buram buram. haa, bu çap bazen kendiliğin sınırını aşar, tehlikeli bölgelere sıçrar, işte o zaman civardakiler hapı yutmuştur. hele hele civardakiler orta yolda, kendi seviyesinde değil de iki ayrı uçta ise * *o zaman yıkımlar ya da basitlik kaçınılmaz olur. zeka tarafındakiler zaten kaçacak delik ararlar, muhatap olmazlar çokca, kendi kabuklarına sığınırlar; hezeyan dolu cahillik ile yarı iletkenlerin çatışması olur en gerçeği; ki günümüzde sıkça rastlanan budur, biri bir şekilde şansında yardımı ile zaferi ele alır!
efendim türkiyede sıkça görürsünüz bu yari iletkenleri. otobüste yanınızda oturur, apartmanda sağ ya da üst ya da alt katınızda ikamet ediyordur, iş yerinizde çapraz masanızda iş arkadaşınızdır, ^toplumsal eylemlerde yanınızda bulunan yoldaştır, * markette beraber gazete aldığınız kişidir, minibüste parayı uzattığınız şöfordür, haydi ileriye gidelim; hayatınızın her cm karesini bilen yakın dostunuzdur, vs, vs... her yerde olabilir bu geçirgen sorunlular.
yarım da olsa iletkenliklerini yazıktır ki doğru yere isabetlice aktaramazlar. öylece donuverir, donuk oldukları gibi. hep alırlar, vermesini bir türlü bilemezler. adları gibi verdikleri de yarımdır, o da zaten çıkar doludur vesselam!..
ne mi yapar bu orta halliler? bu yarı iletkenler? ne yapmazlar ki? bir kere profesyonel hayatın tripotlarıdır. yani şirketin dengeleyici destekleridir. ayak işleri, gammazcı, yönetimin bir numara yalakaları, ezikliklerini maskeleyip ahkam kesen akıl ile yüzeysellik arasındaki mengeneye sıkışmış minik mandaldır bu tip kişiler. mengene öyle bir sıkmıştır ki bunları, ezilip büzüldükleri için şekil şemal kalmamış, o düzensiz görüntüde bir çarpık düzen oluşturup, kendi varlıkları için çirkef yollar ile ayakta kalmaya, hayata dair tutunmaya çalışmaktadırlar. genelde çalışkan ve verimli olanların ayaklarını bu yarı iletken kımıl zararlıları kaydırır.
gündelik hayatın kesimsel tarafında da; bir parça akıl vardır lakin ezbercilikten, kulaktan dolma bilgilerden, beynin yarı iletkenliğinde ne kadarı algıladığı ve anladığı tartışılır gözlem ve tespitten mütevellit hayat kurmaya ve idame ettirmeye çalışır kendi çapında. akılda ara ara serpilmiştir bazı kararlarına ve uygulamalarına ama ekseriya çıkar kokar buram buram. haa, bu çap bazen kendiliğin sınırını aşar, tehlikeli bölgelere sıçrar, işte o zaman civardakiler hapı yutmuştur. hele hele civardakiler orta yolda, kendi seviyesinde değil de iki ayrı uçta ise * *o zaman yıkımlar ya da basitlik kaçınılmaz olur. zeka tarafındakiler zaten kaçacak delik ararlar, muhatap olmazlar çokca, kendi kabuklarına sığınırlar; hezeyan dolu cahillik ile yarı iletkenlerin çatışması olur en gerçeği; ki günümüzde sıkça rastlanan budur, biri bir şekilde şansında yardımı ile zaferi ele alır!
efendim türkiyede sıkça görürsünüz bu yari iletkenleri. otobüste yanınızda oturur, apartmanda sağ ya da üst ya da alt katınızda ikamet ediyordur, iş yerinizde çapraz masanızda iş arkadaşınızdır, ^toplumsal eylemlerde yanınızda bulunan yoldaştır, * markette beraber gazete aldığınız kişidir, minibüste parayı uzattığınız şöfordür, haydi ileriye gidelim; hayatınızın her cm karesini bilen yakın dostunuzdur, vs, vs... her yerde olabilir bu geçirgen sorunlular.
yarım da olsa iletkenliklerini yazıktır ki doğru yere isabetlice aktaramazlar. öylece donuverir, donuk oldukları gibi. hep alırlar, vermesini bir türlü bilemezler. adları gibi verdikleri de yarımdır, o da zaten çıkar doludur vesselam!..
taksim’de, şiddete ve güce tapınan erkekleri yeren bir sivil toplum eylemin sloganı! bu sesli eylemi dillendiren ve yapan da erkekler üstelik, ne güzel...
***
yaşadığımız gezegen ve topraklar bir kudret bahşetti bize, onunla kutsanarak başladık yaşamaya.
’ erkeklik ’.
işte tanrı’nın en büyük armağanı idi; kudret namına, tahakküm adına, özgürlük kelamına, barış hanedanlığına...
yani her şeyin egemenliğine dair.
kurallar benim gücüme istinaden şekillenecekti. öyle değil miydi zira ilk çağdan, yakın çağa kadar uzanan bunca uzun uzun asırların tek egemen cinsiyeti bendim!
istediğimi yonttum, biçtim, icat ettim, geliştirdim, çağa damgamı vurdum. o gücümdür ki, kadın denilen kimliği bir şekilde bastırdım, etkiledim, susturdum. bakmayın siz onların o kadar güzel ve masum göründüğüne! ne şeytanlıklar yatmakta damarlarının ince ayarlarında! o yüzden susturulmakta, baskı altında tutulmakta...
kıskancım ben; güce ve güzelliğe imrenirim. istediğimi de bu yüzden elde ederim. elde edemediğime de tecavüz ederim. hem yasal haklar, hem insanlık, hem fiziki açıdan...
öyle tek taraflı ve yanlı da değil yani! hahaha... görüyorsunuz ya, her koldan güçlü ve etkenim ben. edilgen olanı özenle seçer, üzerinde istediğimi yaparım.
he he heeyyttt! ben bir kere hayatın en büyük kozunu ele geçirmişim. toplum denilen gücü kendi tekelimde parsellemişim. ikamet için her şeyin bedelini ödetmişim. hem kendi cinsime, hem de karşı cinsime.
şimdilerde de kendi bilmezler çıkmış; güce tapınan, kendini bilmez diye adlandırdığı sosyal beşere hakaret etmekte. ulan, bu yazdıklarımdan olmayan, erkek olur mu? erkek olmayan da, bizden olur mu hiç ?... de git işine allah’ın aşkına!..
***
yaşadığımız gezegen ve topraklar bir kudret bahşetti bize, onunla kutsanarak başladık yaşamaya.
’ erkeklik ’.
işte tanrı’nın en büyük armağanı idi; kudret namına, tahakküm adına, özgürlük kelamına, barış hanedanlığına...
yani her şeyin egemenliğine dair.
kurallar benim gücüme istinaden şekillenecekti. öyle değil miydi zira ilk çağdan, yakın çağa kadar uzanan bunca uzun uzun asırların tek egemen cinsiyeti bendim!
istediğimi yonttum, biçtim, icat ettim, geliştirdim, çağa damgamı vurdum. o gücümdür ki, kadın denilen kimliği bir şekilde bastırdım, etkiledim, susturdum. bakmayın siz onların o kadar güzel ve masum göründüğüne! ne şeytanlıklar yatmakta damarlarının ince ayarlarında! o yüzden susturulmakta, baskı altında tutulmakta...
kıskancım ben; güce ve güzelliğe imrenirim. istediğimi de bu yüzden elde ederim. elde edemediğime de tecavüz ederim. hem yasal haklar, hem insanlık, hem fiziki açıdan...
öyle tek taraflı ve yanlı da değil yani! hahaha... görüyorsunuz ya, her koldan güçlü ve etkenim ben. edilgen olanı özenle seçer, üzerinde istediğimi yaparım.
he he heeyyttt! ben bir kere hayatın en büyük kozunu ele geçirmişim. toplum denilen gücü kendi tekelimde parsellemişim. ikamet için her şeyin bedelini ödetmişim. hem kendi cinsime, hem de karşı cinsime.
şimdilerde de kendi bilmezler çıkmış; güce tapınan, kendini bilmez diye adlandırdığı sosyal beşere hakaret etmekte. ulan, bu yazdıklarımdan olmayan, erkek olur mu? erkek olmayan da, bizden olur mu hiç ?... de git işine allah’ın aşkına!..
her zaman keyif değildir sizi buna icilire gark eyleyen.
her daim neşe ve umut olmaz içmenin anlamı, ruhu içki ile taçlandırmanın şerefi. hep heyecanlar bir parça gönlünüzü ve aklınızı çelmez, o zaman da koşa koşa içmeye gitmezsiniz bundan dolayı.
işıl ışıl bir gelecek ya da hayatınızda köklü bir değişimin mutluluğu kadehi kaldırmanıza neden değildir: "buna içilir azizim" dedirten değildir son tahlilde...
olmuştur, olmamalıdır ama olmuştur ya hani; aldatmıştır insanoğlunu sevgilisi...
inanılmaz, inanılması çok zordur ama; ölmüştür hayatının en özel insanı...
hep hazırlıklıdır kişi ama zamanı değildir aslında; fakat çıkarılmıştır işinden gücünden...
şu zor hayatın en büyük anlamıdır, canı ve kanı ile o dostudur kişinin en önemlisiden, özelinden; en güzel kazığı da yemiştir can-ı gönülden!
pürü pak neşe doludur; bir bakmıştır ki depresyonların en diplerinde geziniveriyordur.
haydi dostlar, kaldıralım kadehleri:
bakın, işte buna içilir!
her daim neşe ve umut olmaz içmenin anlamı, ruhu içki ile taçlandırmanın şerefi. hep heyecanlar bir parça gönlünüzü ve aklınızı çelmez, o zaman da koşa koşa içmeye gitmezsiniz bundan dolayı.
işıl ışıl bir gelecek ya da hayatınızda köklü bir değişimin mutluluğu kadehi kaldırmanıza neden değildir: "buna içilir azizim" dedirten değildir son tahlilde...
olmuştur, olmamalıdır ama olmuştur ya hani; aldatmıştır insanoğlunu sevgilisi...
inanılmaz, inanılması çok zordur ama; ölmüştür hayatının en özel insanı...
hep hazırlıklıdır kişi ama zamanı değildir aslında; fakat çıkarılmıştır işinden gücünden...
şu zor hayatın en büyük anlamıdır, canı ve kanı ile o dostudur kişinin en önemlisiden, özelinden; en güzel kazığı da yemiştir can-ı gönülden!
pürü pak neşe doludur; bir bakmıştır ki depresyonların en diplerinde geziniveriyordur.
haydi dostlar, kaldıralım kadehleri:
bakın, işte buna içilir!
i. çat, pat, gümmm...
--------
ii. aahh, oofff, anam anammmm, dur rıfat, gözünün çapağını yiyim vurma yiğidim...
--------
iii. ellerin kırılsın ziya. allah seni taş etsin. verdiğim emekler, uğrunda tükettiğim yıllarım sana haram olsun. allah belanı versin ziyaaa!..
--------
iv. baba nolur yapma, vurma anneme baba! baba duuurr, yalvarırım duuurrr... öhüü ööhhüüüü...
--------
***
evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; cahilliği ile nam salmış ülkelerde, eğitimin kıt olduğu kentlerde, kendini geliştirememiş insanların yaşadığı semtlerde; erkekler egosu ve ezikliğiyle, kadınlar sindiirlmiş silikliği ve hak aramazlığından bihaberliğiyle, yaşar giderlermiş ağlaya, güle....
bu öyle bir yaşamakmış ki; erkekler gün içinde iş hayatlarında yahut sosyal hayatlarında başarısızlıklarının faturalarını evlerinde karılarına ve dahi çocuklarına çıkarır, evdeki kadında kocasının bu hallerinin aymazlığından başına gelenlere ekonomik veya sosyolojik dayatmalar hasebiyle gıkını çıkaramaz, "başa gelen çekilir bacım" kaderciliği ile içine ata ata yaşarmış.
sonrası mı ne olurmuş?
özgüveni eksik toplum, gelecek kuşakların sağlıksız yetişmesi, balta vurulmuş bir eğitim seviyesi, kişisel gelişimin önünün kesilmesi, kadın-erkek ilişkisinin çarpıklıkları ve pek tabii bardak ile dinlenen komşu duvarlarının masalsı hikayelerinin kağıda dökülmesi anam babam...
sonrası iyilik, güzellik be bacım!
--------
ii. aahh, oofff, anam anammmm, dur rıfat, gözünün çapağını yiyim vurma yiğidim...
--------
iii. ellerin kırılsın ziya. allah seni taş etsin. verdiğim emekler, uğrunda tükettiğim yıllarım sana haram olsun. allah belanı versin ziyaaa!..
--------
iv. baba nolur yapma, vurma anneme baba! baba duuurr, yalvarırım duuurrr... öhüü ööhhüüüü...
--------
***
evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; cahilliği ile nam salmış ülkelerde, eğitimin kıt olduğu kentlerde, kendini geliştirememiş insanların yaşadığı semtlerde; erkekler egosu ve ezikliğiyle, kadınlar sindiirlmiş silikliği ve hak aramazlığından bihaberliğiyle, yaşar giderlermiş ağlaya, güle....
bu öyle bir yaşamakmış ki; erkekler gün içinde iş hayatlarında yahut sosyal hayatlarında başarısızlıklarının faturalarını evlerinde karılarına ve dahi çocuklarına çıkarır, evdeki kadında kocasının bu hallerinin aymazlığından başına gelenlere ekonomik veya sosyolojik dayatmalar hasebiyle gıkını çıkaramaz, "başa gelen çekilir bacım" kaderciliği ile içine ata ata yaşarmış.
sonrası mı ne olurmuş?
özgüveni eksik toplum, gelecek kuşakların sağlıksız yetişmesi, balta vurulmuş bir eğitim seviyesi, kişisel gelişimin önünün kesilmesi, kadın-erkek ilişkisinin çarpıklıkları ve pek tabii bardak ile dinlenen komşu duvarlarının masalsı hikayelerinin kağıda dökülmesi anam babam...
sonrası iyilik, güzellik be bacım!
ilk okulun ilk yılıdır. öğretmen sırasında sessiz sakin, biraz tembel, biraz asosyal, diğer öğrencilerdinden biraz uyumsuz ve tırnaklarının içi pislikle dolmuş aliyi bir gün dayanamaz ve matematik dersinde çarpım tablosundan basit bir soru namına sözlüye kaldırır:
- evetttt; iki kere iki, kaç eder ali?
ali durur, düşünür, şekilden şekile girer, kaş ayrı oynar, göz ayrı oynar, parmaklar vücuttan tamamen bağımsız devinim halindedir. çok gecikmeli ve şaşırtmalı cevap sonunda gelir:
- iki kere iki, beş eder öğretmenim. ama kimine göre üç de olabilir. ama illa ki dört değildir.
sınıf nefesini tutar, öğretmen allak bullak olur...
***
hayatın içinde var olan bizler hayata klişeler, ezberlerle baktığımız sürece çok detay kaçırır, çok yanılsamalı gerçeklere değmeden geçer, kişilerin doğrusunu doğru sayar, özgünlüğümüzü ve dahi özgürlüğümüzü yitirir, birer kopyadan ibaret oluruz. her sorulan sorunun yanıtı, bilinenlerden ya da görünenlerden ibaret değildir.
- evetttt; iki kere iki, kaç eder ali?
ali durur, düşünür, şekilden şekile girer, kaş ayrı oynar, göz ayrı oynar, parmaklar vücuttan tamamen bağımsız devinim halindedir. çok gecikmeli ve şaşırtmalı cevap sonunda gelir:
- iki kere iki, beş eder öğretmenim. ama kimine göre üç de olabilir. ama illa ki dört değildir.
sınıf nefesini tutar, öğretmen allak bullak olur...
***
hayatın içinde var olan bizler hayata klişeler, ezberlerle baktığımız sürece çok detay kaçırır, çok yanılsamalı gerçeklere değmeden geçer, kişilerin doğrusunu doğru sayar, özgünlüğümüzü ve dahi özgürlüğümüzü yitirir, birer kopyadan ibaret oluruz. her sorulan sorunun yanıtı, bilinenlerden ya da görünenlerden ibaret değildir.
farz et hiç ayrılmamışız;
boğaza nazır çaylarımızı yudumluyormuşuz ve o boğazın serin havasına rağmen, sıcaklığı ile usulca akıp kaydığı gırtlağımızı yakıyormuş inadına inadına… ve biz baharın verdiği sevişken rehavetle birbirimizin kiraz dudaklarına yumuluyormuşuz.
baharın serin havasına, çayın sıcak hülyasına latifen…
aslında bırakmamış birbirine kenetlenen ellerimiz birbirini, parmak uçlarına varıncaya kadar olan bir bütünlüğü bozmamaya dair.
asılı kalan yeminlere yenilmemişiz de biz, en çok kendimize inancımız ve güvenimizle tutmuşuz biri diğerinin olan ama en az onun kadar ‘benim olan’ ellerimizi…
kandırmamışız yani o müphem olan hisleri.
inadına inadına doğru yolda ilerlemişiz… misaline yani.
farz et ki,
beşiktaş yolundan çıkıp da sarıyer’e kadar boşuna yürüdüğümüzü düşünmemişiz hiç.
o yolları arşınlarken asılında hep geleceğimize, birlikte olacağımız yıllara ilerlediğimizi düşünmüşüz hep. yoksa biz inandıktan sonra kim derdi ki: “onca yolu boşuna kat etmişsiniz, bir yorgunluğun heyulası sarmış sizi evvelinde”, diye.
bana hayran olduğun bir şairin şiirini okuyorsun farz et:
“ şimdi sen kalkıp gidiyorsun.
git.
gözlerin durur mu?
onlar da gidiyorlar.
gitsinler.
oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin…
… "
ve biz farz ediyoruz ki, hiç ayrılmıyoruz. ne sen benim gözlerimsiz kalıyorsun, ne de ben senin boğaz manzaralı, çay sohbetli öpüşlerinin kıtlığını çekiyorum, hayallerinde yaşıyorum.
yalansız bir dünyanın çocukları oluyoruz farz-ı misal seninle ben.
benim çocukluğum mardukda geçiyor, senin gençliğinse kaf dağının çok artlarında… yani o kadar zor bir dönem seninki, o kadar hayal alemli benimki…
bu zıtlığa rağmen kavuşuyormuş bizim gönüller sahra çöllerinde, sulara kavuşturuyormuş uçsuz bucaksız kum tepelerini…
öyle çocukça fantastik, öyle ergence gerçekten uzak işte.
farz et ki hiç ayrılmamışız;
bir çocuk sen yapmışsın benden, bir çocuk da ben yapmışım, çok sevdiğim senden.
ve biz “hümanist dünya” adlı devrime koç gibi iki akl-ı selim yetiştirmişiz düzene isyan eden çok sesli iç sesimizin yansıması ile…
farz et ki hiç ayrılmadık ve etrafımızdaki ayrılıkları anlayamadık bu yüzden.
sevgililerin içlerindeki o çeşni renkliliği ve heyecanı göremedikleri için eseflendik ve çoğu geceler bunları konuştuk uzanmış yatağımızda, ayak baş parmakları birbirine değen iki vücut içinde aslında tek olan biz.
onları birbirinden koparan ne diye sorup da, anlayamamaya güldük uzun uzun kahkalarla…
aslında, güldüğümüz olaydan çok dostlarımızdı da, onları bu durumda düşünme utancını da ikimiz birbirimize hissettirmeme saflığı ile yapıyorduk bunu çokça.
ve farz et ki;
ikimizden biri bu satırları yazarken aslında biz ‘hiç ayrılmış’ olmasaydık. onca deneme-yanılmaları katilce birbirimizde denemeseydik.
sen kaf dağın ardından gelen zor ergenlik dönemi yaşayan kahramanım, bense mardukda yaşayan iyilik perisi bir kız; tüm bu zıtlığa rağmen kaynaşabilen ve birbirini tamamlayan iki sevgili olabilseydik ve belki de kalabilseydik, farz et ki!..
boğaza nazır çaylarımızı yudumluyormuşuz ve o boğazın serin havasına rağmen, sıcaklığı ile usulca akıp kaydığı gırtlağımızı yakıyormuş inadına inadına… ve biz baharın verdiği sevişken rehavetle birbirimizin kiraz dudaklarına yumuluyormuşuz.
baharın serin havasına, çayın sıcak hülyasına latifen…
aslında bırakmamış birbirine kenetlenen ellerimiz birbirini, parmak uçlarına varıncaya kadar olan bir bütünlüğü bozmamaya dair.
asılı kalan yeminlere yenilmemişiz de biz, en çok kendimize inancımız ve güvenimizle tutmuşuz biri diğerinin olan ama en az onun kadar ‘benim olan’ ellerimizi…
kandırmamışız yani o müphem olan hisleri.
inadına inadına doğru yolda ilerlemişiz… misaline yani.
farz et ki,
beşiktaş yolundan çıkıp da sarıyer’e kadar boşuna yürüdüğümüzü düşünmemişiz hiç.
o yolları arşınlarken asılında hep geleceğimize, birlikte olacağımız yıllara ilerlediğimizi düşünmüşüz hep. yoksa biz inandıktan sonra kim derdi ki: “onca yolu boşuna kat etmişsiniz, bir yorgunluğun heyulası sarmış sizi evvelinde”, diye.
bana hayran olduğun bir şairin şiirini okuyorsun farz et:
“ şimdi sen kalkıp gidiyorsun.
git.
gözlerin durur mu?
onlar da gidiyorlar.
gitsinler.
oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin…
… "
ve biz farz ediyoruz ki, hiç ayrılmıyoruz. ne sen benim gözlerimsiz kalıyorsun, ne de ben senin boğaz manzaralı, çay sohbetli öpüşlerinin kıtlığını çekiyorum, hayallerinde yaşıyorum.
yalansız bir dünyanın çocukları oluyoruz farz-ı misal seninle ben.
benim çocukluğum mardukda geçiyor, senin gençliğinse kaf dağının çok artlarında… yani o kadar zor bir dönem seninki, o kadar hayal alemli benimki…
bu zıtlığa rağmen kavuşuyormuş bizim gönüller sahra çöllerinde, sulara kavuşturuyormuş uçsuz bucaksız kum tepelerini…
öyle çocukça fantastik, öyle ergence gerçekten uzak işte.
farz et ki hiç ayrılmamışız;
bir çocuk sen yapmışsın benden, bir çocuk da ben yapmışım, çok sevdiğim senden.
ve biz “hümanist dünya” adlı devrime koç gibi iki akl-ı selim yetiştirmişiz düzene isyan eden çok sesli iç sesimizin yansıması ile…
farz et ki hiç ayrılmadık ve etrafımızdaki ayrılıkları anlayamadık bu yüzden.
sevgililerin içlerindeki o çeşni renkliliği ve heyecanı göremedikleri için eseflendik ve çoğu geceler bunları konuştuk uzanmış yatağımızda, ayak baş parmakları birbirine değen iki vücut içinde aslında tek olan biz.
onları birbirinden koparan ne diye sorup da, anlayamamaya güldük uzun uzun kahkalarla…
aslında, güldüğümüz olaydan çok dostlarımızdı da, onları bu durumda düşünme utancını da ikimiz birbirimize hissettirmeme saflığı ile yapıyorduk bunu çokça.
ve farz et ki;
ikimizden biri bu satırları yazarken aslında biz ‘hiç ayrılmış’ olmasaydık. onca deneme-yanılmaları katilce birbirimizde denemeseydik.
sen kaf dağın ardından gelen zor ergenlik dönemi yaşayan kahramanım, bense mardukda yaşayan iyilik perisi bir kız; tüm bu zıtlığa rağmen kaynaşabilen ve birbirini tamamlayan iki sevgili olabilseydik ve belki de kalabilseydik, farz et ki!..
o din kötüdür, kuralları çürümüştür lafazanlığı yapmayacağım. zaten taraf olmak bana göre değildir. zira benim gözümde üç büyük semavi dinin hepsi aynı.
çıkış noktalarına bakarsanız, hepsi birbirine benzer ve bir şekilde birbirinden beslenir!
üç büyük semavi din, kadını her zaman ikinci planda görmüştür. eşitlikten ziyade taraflı(!) adaleti uygun görmüştür.
ne zaman ki, sanayi toplumunda gelişme büyük derecede değer kazandı, on dokuzuncu yüzyılın mihenk taşı oldu, işte o zaman kadın gerçek anlamda bağımsızlığını kazanabildi ve içinde bulunduğu absürt, artık kokuşmuş sistemden sıyrılabildi.
tabii bu, birinci sınıf ve artık modern ve postmodern ülkelerin cevher hanesinde olmuştur. zira ekonomik alandan sanatsal alana kadar her şeyde ciddi devrimler oldu. bu da insanların görüşünde ciddi değişimler yarattı.
bu yüzyılda üretimin ve onun ilerlemesinde ciddi payı olan aletlerin gelişimi ile, kadının aile içindeki yardımcı-yönetici faaliyetinin ekonomik temelini yok etti, bu dâhilde dışarıdaki yaşamda kadına bir alan yaratmış oldu.
hâlâ doğulu ülkelerde kadın din kurallarına uygun şekilde algılanmakta ve kullanılmaktadır.
bu da din ile toplumsal hayatın tümden iç içe ( içre ) geçmişliğinin göstergesi.
haa, elbette her ülkede din ile devlet işlerini bir arada götürmeyi savunan şovenist ve çıkarcı partizanlar ve gruplar yok değil; ancak dengeyi ayarda tutabilmek meselesi sanırım onları biraz daha galip kılan, gelişmekte hâlâ doğum sancıları çeken ülkelere nazaran.
sanırım sorun dinlerden çok, ülkenin politik-ekonomik-sanatsal zincirlemelerine bakış açısında ne gibi revizeler yapabildiği ile alakalıdır, ne dersiniz?
size üç büyük semavi dinin kadına bakış açısını kısacık ayetler ile özetleyen paragrafları ileteyim:
kur’an-ı kerim’den:
“kadınların haklarını yerine getirme husûsunda allâh’tan korkunuz! zîrâ siz onları allâh’ın bir emâneti olarak aldınız."
kitab-ı mukaddes’ten:
“ey kadınlar, kendi kocalarınıza rabbe tabi olur gibi tabi olun. çünkü bedenin kurtarıcı mesih, kilisenin başı olduğu gibi erkek de kadının başıdır. fakat kilise mesih’e tabi olduğu gibi kadınlar da böylece her şeyde kocalarını tabi olsunlar.” (efesoslulara, 5:22-24.)
tevrat’tan:
“yaratılış gayesine aykırı olarak kadın hz.adem’i yanıltıp suça teşvik etmiş, yasak meyveyi yemesini sağlayarak cennetten çıkılmasına sebep olmuştur. bu durum insanoğlunun ömrü boyunca sıkıntı ile yaşamasının nedenlerinden sayılmıştır. tanrının emrine itaatsizliği ve suça teşviki dolayısıyla kadının cezasız kalmaması gerekmektedir. kadına ceza olarak kocasına tabi olması,kocasının kendisine hâkim olması ve ağrı ile çocuk dünyaya getirmesi takdir edilmiştir(bkz.tekvin,3:1-24”)
anlayacağınız, sorun islamda ya da diğer dinlerde değil, algılanışında ve inatla revize edilememesindedir!
çıkış noktalarına bakarsanız, hepsi birbirine benzer ve bir şekilde birbirinden beslenir!
üç büyük semavi din, kadını her zaman ikinci planda görmüştür. eşitlikten ziyade taraflı(!) adaleti uygun görmüştür.
ne zaman ki, sanayi toplumunda gelişme büyük derecede değer kazandı, on dokuzuncu yüzyılın mihenk taşı oldu, işte o zaman kadın gerçek anlamda bağımsızlığını kazanabildi ve içinde bulunduğu absürt, artık kokuşmuş sistemden sıyrılabildi.
tabii bu, birinci sınıf ve artık modern ve postmodern ülkelerin cevher hanesinde olmuştur. zira ekonomik alandan sanatsal alana kadar her şeyde ciddi devrimler oldu. bu da insanların görüşünde ciddi değişimler yarattı.
bu yüzyılda üretimin ve onun ilerlemesinde ciddi payı olan aletlerin gelişimi ile, kadının aile içindeki yardımcı-yönetici faaliyetinin ekonomik temelini yok etti, bu dâhilde dışarıdaki yaşamda kadına bir alan yaratmış oldu.
hâlâ doğulu ülkelerde kadın din kurallarına uygun şekilde algılanmakta ve kullanılmaktadır.
bu da din ile toplumsal hayatın tümden iç içe ( içre ) geçmişliğinin göstergesi.
haa, elbette her ülkede din ile devlet işlerini bir arada götürmeyi savunan şovenist ve çıkarcı partizanlar ve gruplar yok değil; ancak dengeyi ayarda tutabilmek meselesi sanırım onları biraz daha galip kılan, gelişmekte hâlâ doğum sancıları çeken ülkelere nazaran.
sanırım sorun dinlerden çok, ülkenin politik-ekonomik-sanatsal zincirlemelerine bakış açısında ne gibi revizeler yapabildiği ile alakalıdır, ne dersiniz?
size üç büyük semavi dinin kadına bakış açısını kısacık ayetler ile özetleyen paragrafları ileteyim:
kur’an-ı kerim’den:
“kadınların haklarını yerine getirme husûsunda allâh’tan korkunuz! zîrâ siz onları allâh’ın bir emâneti olarak aldınız."
kitab-ı mukaddes’ten:
“ey kadınlar, kendi kocalarınıza rabbe tabi olur gibi tabi olun. çünkü bedenin kurtarıcı mesih, kilisenin başı olduğu gibi erkek de kadının başıdır. fakat kilise mesih’e tabi olduğu gibi kadınlar da böylece her şeyde kocalarını tabi olsunlar.” (efesoslulara, 5:22-24.)
tevrat’tan:
“yaratılış gayesine aykırı olarak kadın hz.adem’i yanıltıp suça teşvik etmiş, yasak meyveyi yemesini sağlayarak cennetten çıkılmasına sebep olmuştur. bu durum insanoğlunun ömrü boyunca sıkıntı ile yaşamasının nedenlerinden sayılmıştır. tanrının emrine itaatsizliği ve suça teşviki dolayısıyla kadının cezasız kalmaması gerekmektedir. kadına ceza olarak kocasına tabi olması,kocasının kendisine hâkim olması ve ağrı ile çocuk dünyaya getirmesi takdir edilmiştir(bkz.tekvin,3:1-24”)
anlayacağınız, sorun islamda ya da diğer dinlerde değil, algılanışında ve inatla revize edilememesindedir!
(bkz: kabil ve habil).
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?