korkunç yavuz´un, ismail´e şah çektiği tarih kenara yazılsın ve hatırlansın: osmanlı – pers savaşının galibi yavuz sultan selim, tek kale uzatmaları, istila alanlarında kızılbaşları kese biçe sürdürür. bu sınırsız katliamdan kurtulabilenler, munzur ve mercan sıra dağlarını kendilerine siper tutabilenler olur. o tarihten beridir dersim, sınırları içinde hep mesafeli durur osmanlıya.
kuzey afrika´dan yemen´e, viyana önlerinden kafkasya´ya uzanan osmanlı imparatorluğu, 1514´de çaldıran savaşı´yla sınırlarına dahil ettiği ve ancak egemenliğini tesis edemediği dersim´i, beş yüz sonra, enkazının saklısında tuttuğu nur topu gibi bir sorun olarak, türkiye cumhuriyeti´ne miras bırakır! ne halifeliğin şeriatına, ne padişah hükmüne boyun eğmemiş dersim ahalisi, kemalist iktidara da sarık - şapka çıkarmaz; geleneğine uygun dikbaşlılığıyla, sınırlarına dahil olduğu merkezi otoriteye ne asker verir, ne vergi.
enleşe, genleşe sınırsızlığa hüküm salacak osmanlı imparatorluğu´nun tecrit çemberi içinde, dersimlinin kendine hükümran yaşayışının bir bedeli vardı. dağlarını kendine siper tutan dersimliler, dıştan gelen her saldırı dalgasını, ilerlediği yerde hırpalayıp dışına kusan yabanıl bir bağışıklıkla efsunluydular adeta. geçitlerin elverdiği boşluklardan sızan seferi orduların nal selleri işitildiğinde, aşiretler çoluk çocuğunu ayak altından kaldırıp, yamaçlara heyelan düşüren bir hengame içinde, çete düzeni alıyorlardı o hızla. mercan geçidi, ali boğazı ve pülümür kanyonu gibi dıştan gelen saldırılara geçit kapısı gibi görünen yerler, hanibal´in filler sürüsüyle alplerin eteklerinden po ovası´na yürürken yaşadığına benzer telef oluşlar, yamaçlara tutunan kayaları harekete geçiren görünmez, yabanıl doğal tuzaklar taşıyordu. patikaların uzandığı uçurumları, gedikleri, geçit vermez meşelikleri, derin, engebeli koyakları, taşkın dereleri ve yaban hayatıyla uyumlu yaşayan dersim aşiretlerinden yana taraflıydı doğa. çeperde, içerlerde yekdiğerine eklenerek yaşanan çatışmalar, seferler azdan az, çoktan çok bir minval üzere sürüp gider.
imparatorluğun gelip geçen askeri ulemaları, her yenibahar döndüğünde, bir önceki güz mevsiminden yarım bırakılmış dersim seferini tamamlamaya; yeni ordular dizmeyi adet edinirler. ve böylelikle mevsimler yıllara, yıllar yüzyıllara akar; nice sultanlar gelip geçer, kimler nice sınarlarsa da egemenlik hükmünü, nafile! talih, bir türlü seferi ordulardan yana dönmez; dersim´in fatihi olmak hiçbir paşaya, sultana nasip olmaz!.
iki sefer arası boşluklar, arapkir´den bayburt´a, egin´den, erzincan´a çarsancak´tan çemişgezek, harput ve maden´e, dersim´i çevreleyen ilçelerin uleması, sancak beyleri ve mirlerin divân-ı hümâyun´a sundukları şikayet dilekçeleriyle doludur. ´idare-i şahanelerinin´ şeriat hükmünün bölgede bir an önce tesis edilmesi dilekleri, boşluğu kapamaya yetmez. bu uzun tekerrür tarihinin özeti şudur: timurlenk´i ve korkunç yavuz´u mercan ve munzur sıra dağlarının öte yüzünde, kamah kalesinin yamaçlarında eğleyen dersimliler, onları izleyen dolu dizgin taburlara daha çokça nal döktürüp, çarık eskittirirler; kuşaklar boyu ödedikleri bedele karşılık!..
birbirini izleyen saldırı ve seferlerin yerleşik hayatı tahrif ede geldiği, ekili tarlanın biçilemediği, harmanın kaldırılamadığı, tohumun topraktan geri dönmediği açlığın, kıtlığın, çekirge sürülerinin aman vermediği bir kıstırılmışlık içindeki aşiretler çareyi, çevre madenleri ve ticaret tekelini elinde bulunduran uzak yakın kasaba merkezlerine, kervan yollarına kol atmakta ararlar. depolara, ambarlara, taşınabilir mallara tamah, toplumsal bir ihtiyaçtan geliyordu. kenar kasaba merkezlerine kurulmuş mülki idare konaklarına, askeri garnizonlara, bulduğu her fırsatta kol atıp taciz etmek de vardı bu karşı saldırılarda. inançlarına ve varlıklarına yönelmiş tehdidi savmak, imparatorluk düzeni içinde kendilerince tutturulmuş düzeni korumak istiyorlardı. dersimin kadim yerlileri qalmem ve sıx hesenoğulları ve aynı ayrıksı inançlarla ortak bir yazgıya bağlanmış boy ve aşiretler, kendilerince bir cemaatler hukuku ve mülkiyet tarzı oluşturmuşlardı...
söz konusu bu mülkiyet tarzında, miri beyine, sultana ve allah´ın yeryüzü zabitlerine zırnık yoktu! meralar, sürüler, ekinler; derelerin suyu ve dönen değirmenler, ulu ceviz ağaçları ve damarlarında evvel zamanların özsuyunu dolaştıran dutluklar aşiretin ortak malıydı; çobanın ve aşiret reisinin aynı sofraya bağdaş kurduğu ilkel ortaklığın kavim kardeşlik payıydı. dört dağ arasına birikmiş aşiretlerin kapalı devre mülkiyet düzenine, ortaklık hukukuna, birbirleriyle ilişkilerinin düzenleyicisi ekabirler topluluğuna, töresine, eskil tanrılarına, duasına, niyazına, diline hâlel gelmesin isteyen dersimliler, bu moral inanışla onara gelirler bin parçalanmışlıklarını. yazısız, kitapsız, hesapsız, bir toplum yaşayışıdır bu. kurumsal, organik devlet düzenlerinin nüfuz edemediği kendine özgü bir toplumsal düzendi her şeye karşın, eski dersimli´nin kırmanciya beleke (alaca - renkli- kırmançiye çağı) diye adlandırdığı kapalı devre hükümranlığı.
daralan osmanlı, kanayan doğu
kuzey afrika, balkanlar ve kafkasya´da birbiri ardına egemenlik sahalarını yitiren osmanlının, doğu´da egemenliğini pekiştirme çabaları dersim havzasında boşluğa düşer. tanzimat yıllarından başlayarak dersim´e ardı arkası kesilmez seferler, yüzyıl döndüğünde, daha da hız kazanır. bu başarısız seferlerin sonrasındadır ki, dersim´in karakteristiğini özetleyen şu vecize tarihe geçer:
´dersime sefer olur zafer olmaz!´
olmazı olduran tarihi koşulların tecellisi gerekliydi belki de. 1877´den 1930´lara gelindiğinde irili ufaklı sayısız müdahalelerin yanı sıra, dersim aşiretlerini ısla ve imha amaçlı 11 kapsamlı askeri seferin tarih kayıtlarına geçtiği görülür.
anadolu´da tüm taşların yerinden oynadığı 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, azınlıklara bir bir pay edilecek büyük kırımlara, lanetli bir kapı aralanır. azınlıkları azınlıklara kırdırma politikası daha sistemli, planlı, kapsamlı bir yürürlük bulur yeni dönemle. sultan abdulmecit´in şâfii kürt aşiretlerinden devşirdiği ´hamidiye alayları´, doğu´da gayri - müslimlerin imhası için hareketlendirilir. idris-i bitlisi´nin mirasına varis sayılan hamidiye alayları, koçgiri üzerinden dersim kızılbaşlarına yöneltilir. dersim´e yönelik 1908 saldırısında ve 1916´da ovacık´a taşınan erzincan şurası´nın dağıtılmasında, cibranlı halit komutasındaki hamidiye alayları öne çıkar. bunu takip eden yıllarda, hamidiye alyları´na benzer bir karakter taşıyan çerkes alayları´nın pertek üzerinden pilvenk dolaylarına yangın ve talan taşımanın yarışına katıldıkları görülür.
yavuz selim ve bağdaşığı, idris-i bitlisi´den beridir ki, dersimlilerin inançları kökleşmiş egemen yargıyla sapık, din - dışı bir batıllığı ifade etmektedir. ol sebeple dökülecek kanları, talan edilecek malları helâl sayılır. derme çatma ordulara verilmiş bu ruhani gerekçe, bölge insanına karşı acımasızlığın ve yağma duygusunun kamçısı olur. 1938 soykırımında başı çekecek olan hozat alayı´nda subay olarak görev yapmış ve dersim olaylarını kurgusal bir keyfiyet içinde cemo, ve memo adlı romanlarına konu yapmış romancı kemal bilbaşar bu kitaplarına referans aldığı anılarında, sürgünler alayı olarak nitelendirdiği hozat alayının ipten kazıktan kırmış, iflah olmaz suçlulardan oluşturulduğunu dile getirirken; siyasi – askeri kurmaylığı ve basınıyla üstten organize, planlı bir kırımı açıklamaya çalışır kendince. yine de bununla, kök tutmuş bir geleneği açığa vurmuş olur: azınlıkların imhasında kullanılan ´suçlular alayı´, aşiret erleri, devşirmeler, derin devletçi, teşkilatı mahsusa´cı araç ve metotlardaki sistemli bir politikaya işaret eder.
koçgiriden bu yana
1921´de batı dersim - koçgiri bölgesine merkezi ordu ve topal osman´ın yönlendirdiği paramiliter güçlerle girişilen yığınsal katliam, dersim´de derin yaralar açar. yenilgiye uğratılan koçgiri ayaklanmacılarının önderi alişer, iç-dersime çekilir. aralıklarla pülümür, nazimiye, mazgirt, pertek üzerinden gelen saldırı dalgalarına paralel geçen sonraki yıllar, dersim sorununun köklü olarak halledilmesi için plan ve hazırlıklarla geçer.
osmanlı´da olduğu gibi, türkiye cumhuriyeti´nin ilanından sonra da, devlet sınırları içinde egemenliğin tesis edilemediği bir bölge olarak durmaktadır dersim. ankara hükümeti için halledilmesi gereken temel bir sorundur bu. şıx sait ve ağrı ayaklanmacılarının bastırılması, piran, çevlik ve zilan katliamının sonrasında, nihai hedef olarak dersim´e yönelmenin zamanı geldiği ilan edilir. ağrı isyanı´nın bastırılmasının zafer sarhoşluğuyla dönen ordular, o hızla dersim´e yönelir. fakat dersim sorunu için daha köklü bir seferberlik planı ve hazırlığının gereğini anlamış olarak; alaylar hırpalanmış bir şekilde geri çekilir.
bunu takip eden yıllarda, dönemin meclis tutanakları ve gazeteleri incelendiğinde, dersim ahalisine karşı hararetli bir kampanya dikkat çeker. toplu kırım ve tehcirin zorunluluğuna işaret etmektedir raportörler. gazete yazarları, cedlerden saklı kalmış dersim sorununun gelecek kuşaklara bırakılmadan köklü olarak halledilmesine dair cesaret telkinleri yapmakta, yetkilileri genel seferberlik düzenine çağırmaktadır. yetkenin düşündüğü de budur zaten!
25 aralık 1935´de çıkarılan tunceli kanunu, bölgeye, olağan üstü yetkilerle donatılmış bir genel valinin tayinini öngörmektedir. buna paralel çıkarılan tehcir ve iskan kanunu, dersim ahalisine dönük kapsamlı bir kırım planını da saklı tutmaktadır satır aralarında.
anadoluda son ´koloni´ seferi
bu ara başlıkta dikkat çekecek ´koloni´ sözcüğünü jandarma genel komutanlığı´nın dersim raporundan alıyoruz. anlatının ilerleyen seyri içinde başlığın askıda kalmayacağı görülecektir. 2 ocak 1936 yılında dördüncü genel müfettişlik ünvanı ve sömürge valisi statüsüyle korgeneral abdullah alpdoğan elazığ´daki görevine başlar. bakanlar kurulunun 4 mayıs 1937´de çıkardığı ´tedip´ (uslandırma, terbiye etme) kararıyla öngörülen kitlesel kıyım çanları çalınmaya başlar!
bölge valisi, erzincan´a karargah kurmuş kurmaylık kadrosu ve ankara hükümeti´nin koordineli yürüttüğü son büyük dersim seferi, 1937 yılının bahar aylarında başlar. harekatın birinci yılı, dersim´in hava bombardımanı altında tutulması, seyit rıza, use seydi, fındık ağa, cebrail ağa, qemer ağa gibi ileri gelenlerin yakalanıp idam edilmeleri (15-16kasım 1937), aliye qax gibi diğer sayılı isimlerin zindanlara doldurulmaları, ailelerinin toplu kırımdan geçirilmeleri ve bu tehdit altında bölgenin önemli ölçüde silahsızlandırılması gibi önemli olaylarla yüklüdür. bölgeye egemen kılınan bu ölümcül tehdit altında kimi aşiret adamlarının izci olarak katliam birliklerinin önüne düşürüldüğü 1938 yılında, dersimi kırıp geçirecek asıl büyük soykırım yaşanır.
kılıçartığı eski dersimlilerin ´tertele philo pyen´ ´son büyük köklü kırım´ diye andıkları o lanetli yıla geçmeden, elazığ buğday pazarında ipte sallanan seyit rıza ve uşênê seidi´nin, gök boşluğunda yankısız kalan sözlerinin hatırlanması gerekiyor burada:
1931 ya da 32 yılı olmalıdır. seyit rıza, tuz yüklü elli katıra eşlik eden elli adamıyla pülümür tuzlaklarından dönmektedir. pulur önlerinden geçerlerken, adamlarıyla davet edildiği karakolda çay, yemek, ikramla oyalandırılırken, telgraflarla ayaklandırılmış hozat süvari birliği´nin tecrit karakolunun imdadına yetişmesi beklenmektedir. kurulu tuzak fark edilir. murdar edilmiş sofra dağılır. seyit rıza adamlarıyla bir biçimde karakolu terk eder. emanet bırakılmış yerde duran silahlarına ulaşır. o arada oğlu şıx hesen ve bir adamı karakolda rehin kalmıştır. yetişen süvari birliğiyle yaşanan çatışmanın kansız bitmesine iki taraf da özen göstermektedir. seyit rıza karakolda rehin kalmış oğlundan dolayı, süvari birliği komutanı ise, müstahkem mevkii tutmuş hasmının şerriyle çekincelidir. karavan atışlarla danışıklı süren çatışma, velhasıl kan dökülmeden bitirilir.
çatışmanın sonrasında axdat´ta doğru, yoluna devem eden seyit rıza´nın yoluna qasımoğli dedikleri beyazdonlu bir dersimli çıkar: ´-rızoo! rızoo ! hona ki xeleşina? tı sere xo wena, sere maki piya!..´ (rıza, rıza!.. senin kurtuluşun yok! bu gidişle sen başını yiyeceksin, bizimkini de birlikte!)
bu sataşmaya karşılık seyit rıza, hayli içerlemiş, nemli gözleriyle şu yanıtı verir: « -kheko! va mıradê sıma bıbo. koê dêsımi de kemere ke gına kemere, sıma vanê so taxalet be. bızane ke taxelet biyaina mına sıma nêxeleşine, ıhı jü êwro ez sona taxelet bena. êwro roca mına, meste sırayena sıma. yine ke teselia xo mıra gurete, ez zê namê xo zana mına mırd nêbenê. »
(varsın sizin muradınız olsun kardeşim! dersim´de taşa değen taş, varsın benden bilinsin. bilsem ki, onlar benim kellemi alarak sizin yakanızdan düşerler, hemen şimdi gidip vereyim kellemi onu isteyenlere. ama korkum odur ki, bugün bizim yarın sizin sıranızdır. adım gibi biliyorum ki, onlar bizim başımızı aldıktan sonra, zürriyetimizi kesip biçmeye doymayacaklar!)´
bu konuşmanın tanıklarından hesene aliye rosto´nun anlatımlarına konu olan bu sözlerde öngörülen, başa gelecektir ne yazık ki. şeyit rıza´nın küçük oğlu hüseyin, hava bombardımanından aldığı bir yarayı taşıyarak bedeninde, elazığ´da yargılanmakta olan babasını ziyarete gitme gafletinde bulunur, çocukça bir saflıkla. ´ziyaretçi´ oracıkta derdest edilip idam mahkumlarına dahil edilir. seyit rıza´nın infaz yetkililerinden son ve tek isteği oğlunu kendisinden sonra asmalarıdır. ama infazcılar son isteğinin tersini yaparlar. gözleri önünde ailesinden hayatta kalmış son çocuğunu da idam ederler kendisinden önce. böylelikle, ölümünden sonra da tüm kavmini kaybedeceğini öngörmüş seyit rıza´nın yüzünde ki acının baremini test eder infazcılar kendilerince. iinfaza memur edilmişlerden biri olan ihsan sabri çağlayangil´in, ´tüylerini diken diken eden´ de bu pervasızlıktır biraz da:
´findik hafiz’’’’in idamı bitti. seyit rıza´yı meydana çıkardık. hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. ama seyit rıza meydan insan doluymuş gibi, sessizliğe ve boşluğa hitabetti.
- evlade kerbelayime, be - gunayime, ayıbo, zulumo, cinayeto. (evlad-i kerbelayız, günahsızız, ayıptırr, zülümdür, cinayettir.) dedi. benim tüylerim diken diken oldu. bu yaslı adam rap - rap yürüdü. çingeneyi itti. ipi boynuna geçirdi. sandalyeye ayağıyla tekme vurdu. kendi infazını yaptı.´
seyit rıza idam sehpasında ´suçsuz ve günahsızız´ diye haykırırken, dersim gerçeğine de bir anlam vermiş oluyordu. etnik varlıklarına, dillerine, kültürlerine, ayrıksı inançlarına hiçbir varolus şansı ve başka bir hal tarzı tanınmamış; ´koloni valisi´ yetkileriyle bölgeye atanmış apdullah alpdoğan´ların insafına ve keyfiyetine kalmış sahte bir yargılanmanın kurbanlarıdır onlar gerçekte. ne savunmanları vardı, ne de yasalar karşısında tutunabilecekleri hakları... iddianamelerini okuyan savcının, kararlarını veren mahkemenin dilini bilmiyorlardı. (çağlıyangil´in anıları´nda, yargılandığı mahkemenin dilini bilmezliğin, infaz kararının ´idam tune´ olarak anlaşılması gibi, dalgası geçilen bir hikayesi de vardır.)
son dersim isyanı, başkaldırısı, ayaklanması dedikleri de, aslında savunmaya dönük bir direniştir sadece. yıllar süren hazırlıkla gelen organize, planlı bir imha hareketine karşı, seyit rıza ve bazı aşiret liderlerinin çoluk çocuğunu toplu imhadan kurtarma, can havliyle bir şeyler yapabilme çabasından başka bir şey değildir, idamlara gerekçe sayılan ´isyan´. dönemin canlı tanıkları dersim yaşlıların ezici çoğunluğu, bunu böyle bilir böyle anlatırlar. bu kimlerince naif bir değerlendirme olarak görülse de, dersimliler, olanca hareketli tarihlerine karşın, varlıklarını, ata toprağını korumanın ötesinde bir amaç taşımadılar. özgürlüğüne ve bağımsızlığına tutkun bir halk olarak öne çıkıyorlardı ama, devlet ve devletleşme arzusunu bir başkaldırı düzeyinde ortaya koymadılar. devlet, doğalarına, kültürlerine aykırıydı onların. gelip geçen devletler karşında hep bir savunma çizgisinde kaldılar. kendileri gibi yaşayan aborijinler, kızılderililer, ve diğer heterodox (ayrıksı) halklarının yazgılarını paylaşmaktan kurtulamadılar bu yüzden de. örgütlü, kurumsal devlet saldırıları karşısında geleneksel doğaçlama olanaklarıyla tutunamazlardı elbette.
sadece seyit rıza seceresi izlendiğinde dersim´in trajik yazgısına örnek sayılabilecek makus bir tarih gerçeği çıkar ortaya. seyit´in büyük büyük dedesinden torununa uzanan seceresinde, eceliyle ölebilen tek kişi babası seyit ibrahim´dir. misafir çağrıldığı karakolda rehin alınıp, yıllarını zindanda geçiren oğul sıx hesen, sakatlanmış olarak salıverildiği 1937 yılında, 42 kişilik aile efradıyla topluca yok edilenler arasındadır. iş, seyit rıza ailesinin yok edilmesiyle kalmayacaktır.
1937 yılında anafatma köprüsü´nde yakalanıp elazığ´da yargılanıp asılanlar arasında yer alan kureşan aşireti liderlerinden uşênê seidi´nin, şêğank köylüleriyle vedalaşırken ettiği şu sözler, seyit rıza´nın uyarısına benzer bir kaygıyı ifade etmektedir:
´xatır ve sıma qomo! ez zanen ke, yê ma lao, yê sıma ki qelfeo! naynu ke teseliya xo mara gurete nafa ki cêrenê ‘ra sıma ser, mevazê ke ağlerê dêrsımi ke eşti dare ma xeleşime.´
(´ahali, hepinize elveda! biliyorum ki bizimkisi iptir, sizinkisi kafile!.. onlar bizden kurtulduklarından emin olduklarında, kafile, kafile hepinizi yok etmeye dönecekler!´)
dersim yaşlılarının aktarımlarından kayda alınmış bu sözler keşke, boş birer kehanet olarak kalsaydı. öngörülmüş olan, olanca sınırsızlığıyla gerçekleşir ne yazık ki. kırımdan geçirilenler, aşiret liderlerinin aileleri de olmayacaktır sadece. darağaçlarından indirilenlerin bedenleri şimdi nerede yatıyor bilinmez ama, dersimin her bir deresi, değirmeni, mağarası, kuytusu, her dağ ardının, üstüste yığılıp gaz yağlarıyla tutuşturulan toplu cesetlerin külleriyle örtülü olduğunu bilir, ölülerin altından sağ çıkanlar.
alê qaymakami, yemen savaşı´na katılmış ve tüm tertibini çöllerde yitirip 15 yıl sonra yurduna dönebilmiş, savaş malulü, yaşlıca bir dersimlidir. çevre köylerden, mezralardan toplanan ahali, rosto değirmeni yakınındaki ´çhelengi´(topalgil)in tarlası´na, süngü zoruyla sürülmektedir kafile kafile. bu hengamenin ortasında, dokunulmaz bir edayla, harman savurmaktadır alê qaymakami. çok geçmeden bir gurup asker gelir, harmana kibriti çakar, onu da palas pandıras katarlar önlerine. ve çok geçmeden urganlar, kalın sicimlerle birbirlerine bağlanmış, ağır makineliler önünde bekletilen kalabalığın arasında bulur kendini madalyalı savaş malulü!
alê qaymakami, türkçe´yi iyi bilmektedir. bir biçimiyle sesini komutana ulaştırmayı başarır, bağlı bulunduğu kalabalığın arasında. ´bizi öldürmesine öldüreceksiniz komutan beg, der, bari izin ver, bir adağım var gidip onu dağıtayım, öldüreceğiniz bu masum çocuklar adına!´
komutan, bu beklenmedik çıkış karşısında itiraz edemez: ´buyur, git dağıt adağını, kime dağıtacaksan! buradan gözüm üzerinde olacak!´
alê qaymakami istediği izini alır. evine doğru yürür. ev damından kuyruk yağı yüklü bir siniyle açık yere çekilir. ölümü bekleyen kafile, kafileyi çepeçevre sarmış askerler hep birlikte o yöne yüz çevirmiş kurban törenini izlemektedir.
alê qaymakami´nin adağını adarken ettiği dua, yaşamış kırımının sınırsızlığını özetler niteliktedir:
´haqo, medağê tuyo ! qulı butu qırr kerdê. kês çinoke qırva boro ! medağê tuyo ! mı sarebırno, kutıke borê »
(ey haq bu senin ölü yemeğindir ! kul bırakılmadılar ki adağımı dağıtayım. ey haq bu kurban senin niyazındır. kedine, köpeğine bırakıp gidiyorum! »)
hüseyin çağlayan, cemal taş, hüseyin ayrılmaz, hawar tornecengi, munzur cem, metin kahraman gibi pek insanın derlediği döneme dair tanıklıklar, buna benzer tüyler ürpertici detaylarla yüklüdür.
yolda kalan elçi
son büyük kırım´ı dünyaya duyuracak bir tek elçileri vardı dersimlilerin felaket yıllarında. beş altı dil bilen ve dersim aşiretleri arsında birliğe ve dayanışmaya son yıllarını hasretmiş koçgiri aşiretlerinin önderi alişer´di seçilmiş bu elçi. dört dağ arasında yaşananları, yaşanacakları dış dünyaya duyurmasına, dersim cemaati tarafından tayin edilmişti bu elçi. kırım yıllarının en düşkün siması olarak anılan rayber eliyle, sovyetler birliğine geçmek için yola çıkacağı günün öncesi kafası kesilir aliser´in de. o gün bugündür elçi yollarda kalmış, yaşananlar gereğince anlatılamamış, lanetlenmesi gereken, tarihi bir haksızlık olarak kalmıştır geride ´hiriso hest´!
onbinlerin kırımı içinde bireylerin trajedisini kayıtsız geçiyor tarih. yüklü utançtan, insanı insanlığından eden herzelerini saklı tutuyor karanlık yüzünde resmi tarihçiler. ama ölülerin altından sağ kurtulan o çocuk ki, şimdi yaşlı bir dededir torunlarına korku masalları anlatmaya çekinceli olsa da, mırıldanır gerçeği, göğün yankısız boşluğuna:
´çemişgezek´e 14 kilometre uzaklıkta, aliboğazı´nın girişinde, üç köy ve mezralarından toplanmış çocuklar ve kadınlardan oluşan bin kişilik bir kafileyi uskéx köyünde, bir koyun ağılına tepeleme doldurdular. üzerine gazyağı dökülüp ateşe verilmiş boğayı ağıla saldılar. hareket etmekte zorlanan kalabalığın ortasına dalan. boğa can havliyle ezip geçti önüne geleni, anneler kucaklarındaki bebekleri düşürdü ayak altına, o izdiham içinde ağılın çeperi patladı. çeperden taşan, savrulan kalabalığın üzerine ağır makineliler kusmaya başladı. o kurşun yağmuru altında ne kadar zaman geçti bilmiyorum. tekini sağ bırakmadılar. ölü yaralı kim varsa süngülerle deşip, biçip üst üste yığdılar. ayaklarına dolanan sabi çocukları yığının üzerine süngü uçlarına takarak savurdular. sonra da, gözlerimizin önünde gaz döküp ölü çocuklarımızdan, kadınlarımızdan yığını ateşe verdiler.´
bir kıyıda, elleri kolları birbirlerine urganlarla bağlı, kadın ve çocuklarının vahşice öldürülmelerine seyirci kılınmış ve sonra da kendileri de bir başka kafileyle birleştirilerek benzer bir kıyıma uğramış erkekler kafilesinden sağ kurtulabilmiş bir uskéx köylüsünün bu tanıklığı, boğaları, gem vurulmaz yabanıl hayvanları bile dehşete düşüren katliamcıların marifetlerinden birine işaret etmektedir sadece. dizinin kenar sütunlarında türkçe çevirisini okuyacağınız seyit rıza torunu cemila´nın yaşadıklarına benzer vahşet, ciltlere sığmaz yığınla anlatıdan biridir sadece.
kitlesel katliam ve öldürümlerin metotları, ve sivil savunmasız kurbanlara uygulanan ve yaşayanların ifade etmeye beis duyduğu türlü insanlık suçlarını merak edenler, necip fazıl kisakürek´in « son devrin din mazlumları » (büyük doğu yayınları) adlı kitabının ´doğu faciası´ bölümüne göz atabilirler. soykırımı izleyen yıllarda diyarbakır´da yedek subay olarak görev almış kısakürek, katliama katılmış uzatmalı devre arkadaşlarının anlatımlarından yola çıkarak, 50 000 rakamından söz eder. müslüman bir halka uygulanan yüzyılın tüyler ürpertici mezalimine, akılalmaz insanlık suçlarına dikkat çeker. yığınsal kırımın siyasal, askeri kurmayları ve icracı erki, dünyalarını değiştirdikleri güne değin, insanlık sucu yüklü mazileriyle yüzleşmeye çekinmiş, suskunluklarını sürdüre gelmişlerdir. 1937-38 yıllarının dersim´inden şağ çıkanlarsa, uzun yıllar sürecek ölüm sessizliği ve sürgün tecridi içinde, akıp giden munzur´un sularına yazdılar, in ve halbori kayalıklarının derinliğinde yankısı kaybolan binlerin çığlığını. ünlü laç deresi, adıyla, ona uzak yakın duran herkese hatırlattığı bir şey vardır yine de.
1938 yılının sonuna değin sürecek ve giderek bir soykırıma dönüşecek bu yığınsal kıyım hareketinde, kimi kaynaklara göre yüz bine varan çocuk, genç yaşlı hayatını kaybeder. bahtiyarlar, demenanlar, haydaranlar gibi dağlarına çoluk çocuğuyla çekilmiş silahlı bir kaç aşiretin kıyımıysa sonraki yıllara yayılmış olarak sürer. 1943 yılına kadar, dağlarda ele geçirilmiş dersimlilerin kellelerine, 25 kuruş değer biçilerek askeri garnizonlara taşınması, 38 kırımının devamı olarak sürer.
hep yarım bırakılmış sayılan dersim seferi, bu kez nihaiyi başarısına taşınmış ve böylelikle yüzyılların öcü alınmış olur! mustafa kemal atatürk, ölümünden çok kısa bir süre önce, 1 kasım 1938´de meclisin beşinci dönem açılış konuşmasında, dersim zaferini ilan eder!
´uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman gergin bir şekil alan tunceli´deki toplu haydutluk olayları, belli bir program içindeki çalışmalar sonucu, kısa bir sürede ortadan kaldırılmış, bölgede bu gibi olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır.´
gelibolu savaşlarının gediklileri, mareşal fevzi çakmak, korgeneral abdullah alpdoğan, ismet inönü, ve mustafa kemal´lerin maharetli kurmaylığı söz konusudur, elbette sözü edilen bu tarihsel zaferde. evet, bu bir zaferdir, dersim´den ganimet yükünü alıp üsküdar´a konaklayanlar için! ölülerin koynundan çalınmış altınlarla ardahan´dan karaköy´e iş hanları kurarak ortaya çıkan ´dersim zenginleri´ni iyi tanırlar rahmet olası kuranın tertipleri.
dersim´de namı yürümüş haydutluklar konusu tarihsel ve sosyolojik açıdan incelenmeye değer bir konudur sahiden de. ne ki, yüzyıllarca dört dağ arasında tecrit içinde yaşamak zorunda bırakılmış; daracık bir coğrafyada kendi üzerine çoğalmış, anadolu´nun dara düşen tüm mazlumlarına kapılarını aralık tutmuş; tuz ekmek hakkı, kirvelik, mısayıplık diyerek ötekini kendine kavim kardeş bilmiş ayrıksı bir halkın, anne karnından süngülerle gün yüzüne çıkarılan ölü bebeklerine sorulsun isterdik önce: ´haydutluk´ dedikleri nedir, diye?!.
haydutlukları resmi tarihçe tescillenmiş dersimliler, topraklarına sığınmış 36 000 ermeni´yi, askeri üniformalarından soyunmuş ittihatçıların, simko´nun aşiret erleri ve topal osman çetecilerinin tuttuğu ölüm koridorlarından geçirmediler. derviş toprağı dedikleri diyarlarına sığınmış hiçbir mazlumu onlara vaadedilmiş altınlara, ödüllere değişmediler. böyleyken, dersim´de taş üstünde taş bırakılmayan o büyük ´tertele´ günlerinde, insan kanı munzur´un berrak sularını bulandırırken, buna paralel zamanda, yüzbinlerce büyük ve küçükbaş hayvanın ve ganimet yüklü katır kervanların, yük araçlarının carsançak ve pertek üzerinden nerelere taşındığını iyi biliyor olmalı haydutluklar tarihi´ni yazanlar.
toplama kampı ya da blok havuzlar
hiçbir moral çekince, hukuk, toplumsal kural, uluslararası caydırıcılık ve yaptırım korkusu taşımaksızın; silahsızlandırılmış dersim´de, sivil savunmasız halk, yığınsal kıyımdan geçirilirken, savaş urbalarını kuşanmış müttefik almanya, toplama kampı inşaatlarıyla meşgul; fırınlara ateş taşıyor, yüzyılın yüzkarası sayılacak yığınsal ölüm endüstrisinin çarklarını montaj ediyordu! hitler, toplama kampları projesinde kimi öncül modeli aldı bilmiyoruz ama, dersimin ´imhası ve ıslahı´ seferinde askerlerin kılavuz aldığı kaynaklarda yer alan, ´dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınması´ ve ´icap eden yerlerde blok havuzlar yapılması´ (jandarma genel komutanlığı´nın raporu, kaynak yayınları, s. 185) önerisi, ve buna karşılık gelen uygulamalar ibretlik benzerlikler taşıyordu nazilerle. sözü edilen bu ´blok havuzlar´dan biri beyaz dağ´ın arka yüzünde hopik (havuz) denilen bir bölgedir. yöre insanının hala aynı adla andığı hopik´te, xeçê, zımek, qerneğe, zarguvut, sırzê ve diğer çevre köy ve mezralardan toplanmış sivil savunmasız insanların kemikleri yığılıdır. toplu öldürümlerin histerik gösterilere dönüşmesi, akıl almaz işkenceler, türlü deneyler nazilerdeki gibi ´bilimsel´ (!) amaçlar taşımıyordu ama, vahşetin dayandırılabileceği sınırlar test edildi dersim´de. dönemin tanıklarının sözlü anlatımlarından derlenmiş kaynaklara bakılırsa, izmir ve dolaylarındaki hapishanelere taşınmış üç bin tutsaktan, savaş sonrası yıllarda, geriye dönebilenler bir elin parmaklarını geçmemektedir. ikinci büyük savaşın hengamesine denk gelen yıllar içinde zindanlarda kaybolup giden binlerce dersimlinin akıbeti, ´tertele tarihi´ içinde meçhule karışan detaylardan biridir. dersimlilerin zindanlarda yaşadıklarından çok az tanıklıklar kaldı geriye. dünyanın oluk oluk kan kaybettiği o yıllarda dersimli tutsakların kanları şişelenir, posaları istiflenir oradan sağ çıkabilmiş üç beş canlı tanığın anlatımlarına bakılırsa. (bu konuda, kırmanci dilinde derlenmiş kaynaklarından biri, dr. hüseyin çağlayan´ın, 38 ra jü pelge (tertele dersimi) adlı, vejirayisi tiji yayınları arasında çıkan kitabıdır.) cezaevlerinden sağ çıkabilen söz konusu o bir kaç kişi de, salıverildiklerinden kısa bir süre sonra hayatlarını kaybederler. onların anlattıkları, yakınlarının belleğinde yer ederek gelir bugünlere.
nazi uygulamalarıyla daha başka benzerlik kurmayalım istiyoruz da, akla katliam artığı dersimlilerin yaşadığı sürgün öyküleri geliyor bu kez de. kendisi de çocuk yaşta ailesiyle dersim sürgün kafileleri içinde yer almış olan şair cemal süreya´nın ana başlık altına aldığımız şiirini sonuça bağlamanın yeridir burası. bu şiirin imge örgüsüne gizlenen gerçeklik, kıyım sonrası yılların uzayıp giden trajedisine işaret etmektedir. kamyonlara, vagonlara tıka basa doldurulan; uzun, çileli yolculuklardan geçirilip, hayatta kalmış aile bireylerinin her birini ayrı bir bucağa savuran zorunlu göçün; saçı - başı kazınmış kadını erkeğiyle, onları yabancılayan bir tecrit çemberi içinde ´iskanın´ acımasız gerçeğidir ´tarihöncesi köpekleri ayaklandıran´ .
1937- 38 yıllarında katliama paralel yürürlüğe konan sürgün, sonraki on yıl boyunca devam eder. 1948 yılına kadar köylerine inemeden dağlarda mahsur kalan demenan ve haydaran aşiretlerinden zaman içinde teslim alınanlar, sürgün kafilerine en son eklenenler arasındadır. sürgün, iç dersim´le de sınırlı kalmaz, erzincan´ın ova köylerinden koçgiri´ye; uzak yakın tüm dersim aşiretlerine uzanır. ölüm sessizliği içinde bırakılan merkez dolayındaki pek çok yerleşim alanı, ´yasak bölge´ ilan edilerek, yıllar yılı bölge insanına kapalı tutulur.
1950 yılların başında çıkarılan affın sonrasındadır ki, soykırım artığı sürgünler, topraklarına dönebilmeye hak kazanır. böyleyken, sürgünlerin pek çoğu yerleştirildikleri yerlerde aidiyetlerini gizleyerek zamanın sisleri arasında dağılıp kaybolurlar.
final anektodu
yıllar yılı ‘unitaire´ ulus - devlet yaratma adına, kıyımdan katliama koşanlar, bu ceberut tarihi hep öteleyerek, gizleyerek, külleyerek, inkar gelerek, tabularına dokunulmaz bir düzen tuttular. bünyesindeki tüm farklı renkleri, kültürleri, dilleri, otantik değerleri ve özgün aidiyetleriyle ortak bir anayasal güvenceyi öngören; ve birliğini oluşturan tüm halklar arasında eşit ve adil dengeler gözetmeyi oluşumuna prensip sayan avrupa birliği´ne, aday üyeliğin zorlandığı şu yıllarda bile, yerleşik ulusal ayrıcalıkların kurbanı sayılıyor, bin kırımdan geçip gelmiş anadolu´nun kadim kavimleri. o büyük yığınsal kıyım ve ölümcün tehdidin sonrasındadır ki, dersim yaşadıklarıyla kalmadı, harabeler içinde bırakılan köyleri bin yıllık adlarından soyunduruldu; o büyük yangın ve yağmayı izleyen asimilasyon seferberliği içinde, özgün tarihinin tüm şeceresini; dilini ve kimliğini yitirmekle yüz yüze geldi.
20. yüzyılın ilk yarısına yayılan büyük katliamlar tarihi içinde çığlığı yankısız kalan bir yerde duruyor dersim hâlâ. tabular ve resmi tarihin yasak duvarlarına çarparak döne dursun çığlık, beri yana dönüp son bir soru:
yüceltilen, kutsanan resmi tarihlerin dokunulmazlığında, sözlü, rivayetler tarihlerine tutuna gelenlerin ya hiç mi payı yok!?..
kaynakça:
dr. hüşeyin çağlayan, 38 ra jü pelge (tertele dersimi), vecirayisi tiji, 2003, estemol
m. nuri dersimi, kürdistan tarihinde dersim, doz yayın 1997, dilan yay. 1992, ist
dersim, jandarma genel komutanlığı´nın raporu no : 35058&61533;, kaynak yayınları, 1998, ist.
kalman, m., belge ve tanıklarıyla dersim direnişleri, nûjen yay., 1995. ist.
erdal gezik, alevi kürtler, kalan yayınları, nisan 2004, ank.
osmanli belgeleri’’’’nde dersim tarihi : osmanlıca-türkçe 50 orijinal belge / osmanlıca’’’’dan çeviri ahmet hezarfen ; yayına hazırlayan cemal sener, etik, 2003 ist.
kemal bilbaşar, memo, tekin yayınevi, istanbul 1969, 5. baskı can yayınları, istanbul 2003
ihsan sabri caglayangil’’’’in anıları, aktaran kaynak. m. ali brand, apo ve pkk, 1992, milliyet yayinlari, s. 56-60
faik bulut: belgelerle dersim raporları, yön, 1991. ist
ismail beşikçi: tunceli kanunu (1935) ve dersim jenosidi, ankara: yurt, 1992 (1990). ank.
kahraman aytaç, halk anlatışlarına göre dersim, kalan yayınları, 2002, ank.
suat akgül: yakin tarihimizde dersim isyanları ve gerçekler, boğaziçi yayınları, 1992. ist.
nasit hakkı ulug, derebeyi ve dersim, ankara: hakimiyeti milliye matbaası, 1931
cemal taş, hüseyin ayrılmaz, hawar tornecengi gibi araştırmacıların derlediği dersim yaşlılarıyla yapılmış; yayımlanmamış röportajlar.,
yaşlılarla kişisel dinlemelerimden kayda aldığım notlar.
dersim isyanı
devletin tepkisi aşırı olmuştur bu isyan sonrası. sabiha gökçen bu şehri bombalamıştır. doğrudur acılar çekilmiştir. ama devletin bir isyanı bastırmamasını istemek de tam anlamıyla aptalcadır. ne yani bir devlet kendini yıkılmaya terk mi edecekti? nasıl bir fantezi dünyasında yaşıyorsunuz anlayamıyorum.
son donemde yine dillendirilen konu. kimisi devletin katliami der bu olaya kimisi ise isyan.
tarihi bilmek elbet faydali ancak tarihi ogrenme arzusu ile tarihten intikam alma arzusu farklidir. tarihin o donemi ile alakali her belge $effafla$ti diyelim, meclis tutanaklari acildi ve herkes ne nedir ne degildir ogrendi. tamam bu guzel bir $ey ama bu donemin intikamini almak icin pek cok insan olmadik $eyler yapmayacak mi bu sefer de?
gecmi$ten intikam almaktansa gelecekte ayni hatalarin ya$anmamasi adina caba sarf etmek daha faydalidir.
tarihi bilmek elbet faydali ancak tarihi ogrenme arzusu ile tarihten intikam alma arzusu farklidir. tarihin o donemi ile alakali her belge $effafla$ti diyelim, meclis tutanaklari acildi ve herkes ne nedir ne degildir ogrendi. tamam bu guzel bir $ey ama bu donemin intikamini almak icin pek cok insan olmadik $eyler yapmayacak mi bu sefer de?
gecmi$ten intikam almaktansa gelecekte ayni hatalarin ya$anmamasi adina caba sarf etmek daha faydalidir.
dersim 38`den yani yaşananlardan bir kesit:
dersim dağları da şahidimizdir
yaşananlara ve size anlatacaklarıma, dersim dağları (koê dêsımi) ve munzur baba (muzır bava) şahittir.
yaz ve güz boyunca askerler sürekli bu dağlarda adam avladılar. abdal musanın (evdıl mursa) askerleri kadar çoktular. köylerimizde bize rahat vermediler ve ordularıyla saldırıya geçtiler. onlar saldırınca, biz sarp ve ulaşımı zor ormanlık
tepelere çekiliyorduk. az da olsa, bizim de silahlı adamlarımız vardı. bazen çatışmalar oluyordu. karşımızdakiler de can taşıyor, korkuyorlardı. çok sarp ve ormanlık bölgelere gelemiyorlardı. askerler bazen, özellikle kışın dayanılmaz şartlarında dağlık bölgeleri terk edip, şehirlerdeki kışlalarına çekiliyorlardı.
biz dağlardaki, değişik otlar, meyveler vs. gibi yabani bitkilerden, yiyeceklerden faydalanıyorduk. sürgün edilmeyen ova köylerinden, güvendiğimiz ailelerden bazı geceler gidip yiyecek temin ediyorduk, ama yetmiyordu. yine çok zaman aç
kalıyorduk.
generaller tarafından ilk gündenberi sürekli teslim olun diye bildiriler atılıyor, çağrıları yapılıyordı. biz teslim olmayı düşünmüyorduk. çünkü "yasak mıntıka" olarak ilân edilen bölgelerden ilk teslim olanların hepsini, hiç çoluk çocuk demeden, topluca
kurşuna dizildiklerini biliyorduk. toplu kurşuna dizilen köylerin isimleri bize kadar ulaşıyordu.
ayrıca biz, osmanlı ordusu bile bu dağlarda tutunamadı, dağlarımızı yüzyıllarca kimse işgal edemedi, bu askerler de diğerleri gibi geçip gider, diye düşünüyorduk. ulaşılmaz dağlarımıza güveniyorduk. güze doğru samimi ve dürüst dostlar tarafından
bize artık teslim olanlar kurşuna dizilmiyor, sadece sürgün ediliyorlar, diye haber gönderiliyordu. ama biz güvenemiyorduk.
daha önce, askeri hareket başladığında, iki guruba ayrıldığımızı söylemiştim. koponun (qopo) gurubu bizden ayrılınca, ilk gün ali boğazının büyük
mağarasına gitmiş.
bu mağaranın girişi daracık bir delikti, ama içine iki köy sığardı.
birgün ormanda koponun gurubundan ayrılmış ve yanlız kalmış bir tanış adama rasladık. bu adam ali boğazı mağarasında saklanan yaşlıların, kadınların, çocukların başlarına gelenleri bize anlattı. kendisi de bir gün önce bu mağaradaymış. silahlı
grublar bir gün önceki çatışmada bu mağarayı koruyabilmişler. derin vadide bulunan mağaranın bir yanını, kopo ve arkadaşları, diğer yanını da, akırege köyünden
bizim aşiretten hesen ve uşên adında iki kardeş tutmuş.
kayaların arkasına saklanarak, üst tepeleri ve mağarayı koruma altına almışlar. sonra asker saldıraya geçmiş. ama bizimkiler çok iyi yerlerde mevzilenmiş, silahlarla karşılıklı birbirlerini korumuşlar.
üç saat çatışma olmuş. akşama yakın askerin komutanı vurulmuş. aslında komutanın rütbeleri, yıldızları parladığı için, hedef seçilerek ateş edilmiş. bu komutanı akıreg köyünden hesen vurmuş. morali bozulan asker o bölgeyi terk edip gitmiş.
koponun lider olarak gösterdiği cesaret ve yiğitliği sizlere ilk gün anlatmıştım.
kopo cesur insanları iyi tanırmış, bu iki kardeşe çok güvenirmiş. grupta her insana yetecek kadar silah yokmuş. kopo, çatışma başlamadan önce, silahların en iyilerinden iki tanesini kendi eliyle bu iki kardeşe vermiş.
aslında büyük kardeş hesen seyit rızanın (sey rıza) yanında ruslara karşı da savaşmış. silahı seven biriymiş. küçük kardeş uşên ise alevi kültürüne göre yetiştirilmiş bir alevi hocası ve insancıl biriymiş. ölmemek ve kadınları, çocukları kurtarmak için o gün silah kullanmış.
bu çatışma ile ilgili yıllar sonra yapılan bir ihbarı size aktarmak istiyorum.
gerçek gizlenemez, eninde sonunda açığa çıkar, derler. bu olayı onbeş yıl sonra bir ihbar sonucu öğrenen çemişgezekin sert ve genç bir savcısı heseni ifadeye çağırmış.
savcı hesene ali boğazındaki çatışmada bir komutanı öldürdüğünü, bundan dolayı tutuklanacağını, söylemiş.
hesen savcıya: "begim benden ne soruyorsun. aramızda savaş oldu. siz bizden, biz sizden çok adam öldürdük. ama kirklar şahidimizdir. biz kadınlara, çocuklara kurşun atmadık. askerler binlerce kadını ve çocuğu kurşuna dizdi. birçok köy batıya sürüldü. on yıl sonra af çıktı. biz yine köyümüze döndük. aramızda sulh oldu, sen bana hangi hesabı soruyorsun," demiş. "sen bozan köyünü bilirsin, köydeki vahşeti sana mutlaka anlatmışlardır. bunun gibi yüzlerce köyde kurşuna dizilen binlerce çocuğun ve kadının hesabını kim verecek," diye sormuş. savcı bu yaşlı adamı haklı görmüş ve tutuklamamış, serbest bırakmış.
biz yine grubun genel durmuna geçelim.
koponun grubu o gece bir durum değerlendirmesi yapmış. askerden yeni gelen, bundan dolayı askeri bilgisi fazla olan uşên: "burayı savunamayız. zaten mağaranın arkası çok ince. biz ön tarafı, silahla savunsak bile, göremediğimiz arka tarafını dinamitle patlatırlar," demiş.
"burayı terkedip, küçük guruplara ayrılıp, ormanların içine çekilelim. toplu gezmemiz hepimizin için de daha tehlikelidir, görürlerse hep birlikte öldürülürüz," demiş. uzun tartışmalardan sonra topluca burayı terk etme kararı almışlar. ama yaşlılar, çocuklu kadınlar, "biz kaçacak durumda değiliz, dağlarda kaçak gezecek gücümüz, takadımız yok," demişler. belki askerler bir daha gelmez diye mağarayı terk etmemişler.
bozan köyündeki çığlıklar
uzakta orman içinde bulunan, bu mağarada ve sonra bozan köyünde silahsız sivil halkın başına gelenleri acıklı bir film gibi seyretmiş olan bu adam, olaydan iki gün sonra bize rastadı. gözleriyle gördüğü bu olayı bizim dağdaki guruba aynen şöyle anlattı:
"askerler ikinci gün gelip tekrar mağarayı sardılar. askeri taktiklerle silahlı kimsenin kalmadığını da anladılar. mağarayı arkadan dinamitle patlattılar. arkadan mağaranın içine ateş attılar, kuru odunları yakıp içine atarak, duman verdiler. duman zehirinden dolayı mağaradaki sivil halk, yaşlılar, çocuklar hepsi petekteki tütsü verilmiş arılar gibi can havliyle dışarı kaçtılar."
"askerler bu sivil halkı, yani ihtiyar ve çocukları topluca bozan köyüne, büyük bir düz tarlanın içine götürdüler. ıki yüze yakın insanı burada kurşuna dizdiler.
"bu sahneyi ancak taş yürekli insanlar seyredebilir. dayanabildiğime göre, ben de taş yürekliyim, belki de acıma duygularımı yitirdim.
"kurşunlama başladığı an, bu zavallı insanların acı çığlıkları bir top gibi gidip kırklar dağının kayalıklarına çarpıp geri geliyordu.
"dağlarımızda yankılanan halkımızın bu acı çığlıkları, beynimi patlatıyor, ciğerimi dağlıyordu... benim beynim bu çığlıkları unutamaz. tüm bu dağlardaki evliyalarımız, kirklar ve sultan baba (çewres asperê qelxeri u sultan bava) bu çığlıkları duydular. bu zavallı insanların inilti ve çığlıklarının çarpıp yankılandığı yılan dağının (koê mori) dilsiz sarp kayaları da buna şahittiler," deyip gözyaşlarıyla sözlerini bitirdi.
ben hep kendi kendime düşünürüm. yıllardır inandığımız, güvendimiz evliyalarımız niçin halkımızın, bu zavallı çocuklarımızın, kundaktaki masum bebeklerin imdadına yetişemediler?
niçin bir keramet gösterip, bebeklere kurşun sıkanları taş gibi dondurmadılar?
niçin bu barbarlığı, bu haksızlığı, bu zulmu durduramadılar?
ya bizim hatalarımızdan dolayı evliyalar da bu halka düşman olmuştu, ya da evliyaların kerametleri üzerine dinlediklerimiz, duyduklarımız yanlıştı...
zaten bu mağarayı önceden terkedenlerin çoğuyla sonradan zaman zaman buluştuk. olayları ayrıntılarına kadar konuştuk. onlardan birçoğu da mağarada kalan güçsüz yaşlı ve çocukların başlarına gelen bu acı sonu ormanda saklandıkları yerden üzüntüyle, çaresizlik içinde seyretmişler.
aradan geçen yıllardan sonra, yaşanan acı olayları kıyasladığımda, bu toplu kurşuna dizilme olaylarının silahlı çatışmada ölenlerden daha feci olduğunu düşünüyorum. çünkü buradakilerin çoğu takatı kalmamış yaşlılar ve masum çocuklardı, bebeklerdi... hiç birinin elinde silah yoktu.
binlerce çocuk dağlarımızda, kırlarda kelebeklerle, kuzularla oynayacak yaştayken kurşuna dizildiler.
aslında düşman ordusunun işgali halinde bile, savaş sırasında silahsız sivillerin, yaşlıların, kadınların ve çocukların kurşuna dizilmesi bir insanlık suçudur. umarımki çağdaş insanlık bir daha bu tür katliamlara, acılara müsaade etmez.
umarımki çağdaş insanlık bilinen bütün bu katliam yerlerine birer hatıra anıtları diker.
yakılan insanlardan kalan kemikler
biz dağda kaçak gezerken, kaçmayan bazı köyler daha çok zarar görmüş. biz can derdinde kaçak gezerken, khêwıcler bizim köye yaylaya gelmiş, meşelerden kendilerine holık (gögelik) yapmışlar. güzün sağuğu başlayınca, bırakıp gitmişler. biz artık tapulu malımızı düşünecek halde değildik. bizim aşiretin köylerinin çoğu bomboş kalmıştı.
bir gün belki yiyecek buluruz diye, bılgeç köyüne indik. köyün düz bir yerinde yaz sıcağında kurumuş olan bu holiklerin odunları alana yığılmış ve yakılmış. yangın yeri insan iskeletleriyle dolu. ama insan olduğu belli olan hiçbir iskelet düz durmuyordu.
her iskelet büzülmüş, kafa kemikleri bacak kemiklerinin arasına gelmişti. yanımızdaki büyükler herhalde insan yanınca büzülüyor, dediler.
bu feci manzaraya çok üzüldük. halâ her yangın olayı duyduğumda, bu büzülmüş gibi duran iskeletleri hatırlarım. belkide ateşin verdiği acıyla böyle büzülmüşlerdir, diye düşünürüm. o günden beri her yangın çıktığında yanan insanların geri kalan
kemiklerinin o dağda gördüğüm iskeletler gibi büzüleceğini hayal ederim. o insan kemiklerinin niçin yanıp kül olmadığının, niçin büzülmüş insanlar gibi kaldıklarının
sebebini halâ beynimde çözmüş değilim.
sonradan öğrendikki askerler laçinan köyünden toplayıp, ellerini bağlayarak buraya getirdiği 25e yakın insanı elleri bağlı olarak bu odunların üzerine yatırıp, gaz döküp yakmışlar. laçin aşiretinden birçok insan bu olayı biliyor. askerlerin önünde milis olarak gezenler benim gözlerimle gördüğüm bu iskeletlerin canlı canlı yakılışlarını gözleriyle gördüklerini sürgünden sonra bana da anlattılar. bunlar laçinan köyünün erkekleriymiş.
bir annenin çıkmazı
insanların çektiği acıları anlamanız için size diğer grubumuzda olan bir olayı anlatayım.
koponun gurubunda bulunan genç bir kadının küçücük bebeği sürekli ağlıyor. çocuğun sesinden dolayı yeri tespit edilen bu insanların hepsi öldürülebilir. bu insanların hayatını düşünen anne, bebeğine yalvarıyor: "ağlama yavrum, bağırma yavrum, bak üzerlerimizdeki tepeler askerle çevrili. duyarlarsa sesini, yok ederler bütün yiğitlerimizi." ama bebek bu hiç sözden anlar mı? etrafındaki kadınlar korku ve panik içindeler. bebeğin annesine bağırıyorlar. "bir bebek yüzünden hepimiz öleceğiz, kurşuna dizileceğiz. kirklar aşkına sustur şu bebeği." anne çıkmaz içinde. ya bu bebek susacak, ya da tüm gurup, yüzlerce insan ölecek!
"ya kirklar bağışla beni, ya merdan ali affet günahlarımı," diyor, kaldırıp bebeğini munzur suyuna atıyor. ama annenin ciğeri parçalanıyor, içinden kanlar akıyor. bu sahne unutulmuyor. anne ölene kadar bu derdi içinde taşıyor. şartlar ve acılar o kadar ağır, o kadar dayanılmazdır ki, bir anneyi kendi küçücük yavrusunu suya atarak öldürecek duruma itmiştir.
bu kadar ağır şartlara rağmen bu olayı sonradan duyan kopo : "bundan sonra çocuğunu bırakan veya suya atan kadını kurşunlarım," demiştir. burada esas suçlu olanlar bu savaşa karar veren ve yürütenlerdir. bu anne günahsız, yavrusu da masumdur. bu masum yavrular için söylenmiş zazaca dertli halk türküleri
vardır.
çağımızda televizyonların başında savaşı oyuncak gibi seyredenler, savaşın ortasında kalan sivillerin, annelerin, çocukların ne acılar çektiklerini anlıyamazlar. ben savaşın içinde yaşayan biri olarak biliyorum, savaşın mantığı olmaz. acımasız ve mantıksız savaşın ağır şartları anneyi öz bebeğini boğdurtacak duruma itebilir.
üç yiğit kardeş
lolan tanerinde (tanerê lolu) askerler bütün köyü büyük ve küçüklerle birlikte toplayıp yanyana duran iki evin içine dolduruyorlar.
kuresu aşiretinden budalanın adları sey uşên, sey momıd ve ali ekber olan üç yiğit oğlu da bunların içindeymiş. evlerin kapılarının karşısına makinalı tüfek kurulmuş, tüfeği kullanan asker de başında bekliyor.
evlerin etrafına gaz döküyorlar, açık olan kapıdan askerler tarafından serpilen gazı gören ali ekber, "bizi de diğer köylüler gibi yakacaklar," diyor. kendi dilleriyle fısıldayarak, etrefındakilere anlatıyorlar. onlar yakılacaklarına inanmıyorlar. zaten kurtuluş ta yok. ama bu üç kardeş sessizce anlaşıp kaçmaya karar veriyorlar. "nasıl olsa öleceğiz. başaramasak bile böyle ölümü beklemektense, kaçarken yiğitçe ölürüz," diye düşünüyorlar. "orman çok yakın, belki vurulmadan ulaşabiliriz ve kurtulabiliriz," diyorlar.
genç ve bekâr olan ali ekber: "ya hizir!" diye gürlüyor, yaydan çıkmış bir ok gibi fırlayıp, makinalı tüfeği tutan askerin göğsüne bir yumruk vuruyor. asker makinalıyla beraber devriliyor. diğer erler silahlarına davranana kadar üç kardeş birden ormana doğru kaçıyor. makinalı tüfeği etkisiz hale getiren ali ekber, arkada kaldığı için kaçarken vuruluyor. diğer iki kardeş kaçıp, ormana dalıyorlar ve
kurtuluyorlar. ister mucize, isterse hizir kurtardı deyin, ama bu olay olağan üstüdür...
kaçıp kurtulan bu iki kardeşten başka, lolan taneri köyünün 150ye yakın tüm sakinleri kurşunlanmış ve 25 kişi de anlattığım yerde yakılmıştı.
duyduğuma göre, insanların topluca yakıldığı evde, bir gençte evin bacasının orta yerine tutunarak saklanmış ve kurtulmuş. ama ben bu insanı görmediğim için, bu söylentiye inanamıyorum. bu üç cesur kardeşten sağ kalan ikisi başlarından geçen o olayı, yüzlerce dersimli gibi, bana da anlattılar. bu iki kardeşin çocukları halâ hayattalar.
dersimin birçok köyü, suçsuz oldukları için, ilk başlarda, askerlerden kendilerine zarar gelmiyeceğine inandılar ve kaçmadılar. ama bu kaçmayan köylerden birçoğu çoluk çocukla beraber topluca kurşuna dizildiler. yani kaçan köylerden daha az adam öldü. çünkü hareketin başlarında yakalanan insanlar veya teslim olan birçok köy topluca öldürüldü, geç kalanlara, dağda kaçak gezip teslim olmıyanlara ise
sonradan af çıktı...
silahsız insanları, yaşlıları, çocukları kurşuna dizilme emrini veren ankaradaki hükümet midir? elâzizdeki (xarpêt) olağanüstü hal komutanı abdullah paşa mıdır? cephedeki komutan mıdır? bunu ben halâ bilmiyorum. kesin olan, askeri harekete ankaradaki tüm mebuslar ortak karar vermişler. bu yanlış karar uzun dönem uygulanmış ve halkımıza, yani dersimlilere, hitlerin yahudilere çektirdiği kadar
acılar çektirilmiştir. yaşanmış bir tarih çok kötü ve acı da olsa, öğrenilmesi ve ders çıkarılması gerekir.
benim dağda kaçak gezdiğimi duyanlar, bir çocuk olarak, hep niye devletten kaçtığımı sorarlar. demokrasi ve insan haklarının olduğu normal şartlarda,
insanların, özellikle çocukların, dağa kaçmaması lazım. ama o dönemde bir baba veya bir kardeşin işlediği suç yüzünden tüm akrabalar, hatta tüm köy kurşuna diziliyordu. dersimde insan haklarına dair bir kırıntı bile yoktu. savaş ve zorbalık ortamında hukuktan, adeletten eser kalmamıştı.
1938de benim yaşta olan ve dağa kaçmıyan binlerce çocuk kurşuna dizildiler. bunu savaş bölgesindeki tüm dersim köylüleri biliyorlar. eğer biz dağa kaçmasaydık, milislik ve ihbarcılık yapmadığımız için kurşuna dizilecektik. kaldıki milisler ve ihbarcı
dersimliler de sonradan kurşunlandılar. her dersimli bilirki dağa kaçan ailelerden birçoğunun en az yarısı kurtuldu.
bir söz vardır. "ateş düştüğü yeri yakar." ateşten daha yakıcı olan bu acıları savaş içindeki her dersimli çekti. bir çocuk olarak çektiğim bu olağanüstü çileleri başkalarının kavraması çok zordur. çünkü çektirilen acılar, yapılan gaddarlıklar normal insanların yapacağı şeyler değildir. bu nedenle normal bir insan mantığı, bu yapılanları kavrayamaz. şimdi düşünüyorumda, benim gibi birçok dersimli çocuk,
oyuncaklarla oynayacak yaştayken, asker kurşunlarından korunmak için can derdine düşmüşler. bu anlamsız savaşlar niçin oluyor?
köpek köpeğin etini yemez. maymun maymunu öldürmez. hayvanlar kendi cinsine zarar vermez. bu vahşi yaratık insanlar niçin birbirini, yani kendi cinsini kurşunlar veya boğazlar?
biz insanlara, zavallı küçük yavrucaklara bu kadar acı çektiren savaşın bir mantığı var mı? ınsanlık bu önemli sorunun mantıklı bir cevabını bulmalıdır. savaş vahşetine son vermelidir. son yıllarda dersime yönelik araştırmalarda belli bir artış var. bu elbette öncelikle dersim halkı ve aydınlarının kendi davalarına sahip çıkmalarıyla yakından ilgilidir. ancak, bu artışın olumsuz yönleri de var. dersimin ulusal, dinsel, tarihsel özellikleri inkar edilerek, değiştirilerek yapılan çalışmalar yarardan çok,
zarar veriyor. ınkarcılar siyasal hakimiyet ve ulusal asimilasyon için edebiyat alanında, siyasal alandan geri kalmayan çalışmalar yürütüyorlar. dersim raporları kadar eski olmasa da, bir anlamda raporların devamı olan bu sözüm ona edebiyat çalışmalarını öne çıkan yönleriyle incelemek, hiç değilse kaba yanlış ve tahrifatları açığa çıkarmak gerekiyor. zira, sessizlik dersimlilerin yazılan ve söylenenleri onayladıkları anlamına yorumlanıyor ve sırada bekleyenlerin iştahını kabartıyor.
dersim dağları da şahidimizdir
yaşananlara ve size anlatacaklarıma, dersim dağları (koê dêsımi) ve munzur baba (muzır bava) şahittir.
yaz ve güz boyunca askerler sürekli bu dağlarda adam avladılar. abdal musanın (evdıl mursa) askerleri kadar çoktular. köylerimizde bize rahat vermediler ve ordularıyla saldırıya geçtiler. onlar saldırınca, biz sarp ve ulaşımı zor ormanlık
tepelere çekiliyorduk. az da olsa, bizim de silahlı adamlarımız vardı. bazen çatışmalar oluyordu. karşımızdakiler de can taşıyor, korkuyorlardı. çok sarp ve ormanlık bölgelere gelemiyorlardı. askerler bazen, özellikle kışın dayanılmaz şartlarında dağlık bölgeleri terk edip, şehirlerdeki kışlalarına çekiliyorlardı.
biz dağlardaki, değişik otlar, meyveler vs. gibi yabani bitkilerden, yiyeceklerden faydalanıyorduk. sürgün edilmeyen ova köylerinden, güvendiğimiz ailelerden bazı geceler gidip yiyecek temin ediyorduk, ama yetmiyordu. yine çok zaman aç
kalıyorduk.
generaller tarafından ilk gündenberi sürekli teslim olun diye bildiriler atılıyor, çağrıları yapılıyordı. biz teslim olmayı düşünmüyorduk. çünkü "yasak mıntıka" olarak ilân edilen bölgelerden ilk teslim olanların hepsini, hiç çoluk çocuk demeden, topluca
kurşuna dizildiklerini biliyorduk. toplu kurşuna dizilen köylerin isimleri bize kadar ulaşıyordu.
ayrıca biz, osmanlı ordusu bile bu dağlarda tutunamadı, dağlarımızı yüzyıllarca kimse işgal edemedi, bu askerler de diğerleri gibi geçip gider, diye düşünüyorduk. ulaşılmaz dağlarımıza güveniyorduk. güze doğru samimi ve dürüst dostlar tarafından
bize artık teslim olanlar kurşuna dizilmiyor, sadece sürgün ediliyorlar, diye haber gönderiliyordu. ama biz güvenemiyorduk.
daha önce, askeri hareket başladığında, iki guruba ayrıldığımızı söylemiştim. koponun (qopo) gurubu bizden ayrılınca, ilk gün ali boğazının büyük
mağarasına gitmiş.
bu mağaranın girişi daracık bir delikti, ama içine iki köy sığardı.
birgün ormanda koponun gurubundan ayrılmış ve yanlız kalmış bir tanış adama rasladık. bu adam ali boğazı mağarasında saklanan yaşlıların, kadınların, çocukların başlarına gelenleri bize anlattı. kendisi de bir gün önce bu mağaradaymış. silahlı
grublar bir gün önceki çatışmada bu mağarayı koruyabilmişler. derin vadide bulunan mağaranın bir yanını, kopo ve arkadaşları, diğer yanını da, akırege köyünden
bizim aşiretten hesen ve uşên adında iki kardeş tutmuş.
kayaların arkasına saklanarak, üst tepeleri ve mağarayı koruma altına almışlar. sonra asker saldıraya geçmiş. ama bizimkiler çok iyi yerlerde mevzilenmiş, silahlarla karşılıklı birbirlerini korumuşlar.
üç saat çatışma olmuş. akşama yakın askerin komutanı vurulmuş. aslında komutanın rütbeleri, yıldızları parladığı için, hedef seçilerek ateş edilmiş. bu komutanı akıreg köyünden hesen vurmuş. morali bozulan asker o bölgeyi terk edip gitmiş.
koponun lider olarak gösterdiği cesaret ve yiğitliği sizlere ilk gün anlatmıştım.
kopo cesur insanları iyi tanırmış, bu iki kardeşe çok güvenirmiş. grupta her insana yetecek kadar silah yokmuş. kopo, çatışma başlamadan önce, silahların en iyilerinden iki tanesini kendi eliyle bu iki kardeşe vermiş.
aslında büyük kardeş hesen seyit rızanın (sey rıza) yanında ruslara karşı da savaşmış. silahı seven biriymiş. küçük kardeş uşên ise alevi kültürüne göre yetiştirilmiş bir alevi hocası ve insancıl biriymiş. ölmemek ve kadınları, çocukları kurtarmak için o gün silah kullanmış.
bu çatışma ile ilgili yıllar sonra yapılan bir ihbarı size aktarmak istiyorum.
gerçek gizlenemez, eninde sonunda açığa çıkar, derler. bu olayı onbeş yıl sonra bir ihbar sonucu öğrenen çemişgezekin sert ve genç bir savcısı heseni ifadeye çağırmış.
savcı hesene ali boğazındaki çatışmada bir komutanı öldürdüğünü, bundan dolayı tutuklanacağını, söylemiş.
hesen savcıya: "begim benden ne soruyorsun. aramızda savaş oldu. siz bizden, biz sizden çok adam öldürdük. ama kirklar şahidimizdir. biz kadınlara, çocuklara kurşun atmadık. askerler binlerce kadını ve çocuğu kurşuna dizdi. birçok köy batıya sürüldü. on yıl sonra af çıktı. biz yine köyümüze döndük. aramızda sulh oldu, sen bana hangi hesabı soruyorsun," demiş. "sen bozan köyünü bilirsin, köydeki vahşeti sana mutlaka anlatmışlardır. bunun gibi yüzlerce köyde kurşuna dizilen binlerce çocuğun ve kadının hesabını kim verecek," diye sormuş. savcı bu yaşlı adamı haklı görmüş ve tutuklamamış, serbest bırakmış.
biz yine grubun genel durmuna geçelim.
koponun grubu o gece bir durum değerlendirmesi yapmış. askerden yeni gelen, bundan dolayı askeri bilgisi fazla olan uşên: "burayı savunamayız. zaten mağaranın arkası çok ince. biz ön tarafı, silahla savunsak bile, göremediğimiz arka tarafını dinamitle patlatırlar," demiş.
"burayı terkedip, küçük guruplara ayrılıp, ormanların içine çekilelim. toplu gezmemiz hepimizin için de daha tehlikelidir, görürlerse hep birlikte öldürülürüz," demiş. uzun tartışmalardan sonra topluca burayı terk etme kararı almışlar. ama yaşlılar, çocuklu kadınlar, "biz kaçacak durumda değiliz, dağlarda kaçak gezecek gücümüz, takadımız yok," demişler. belki askerler bir daha gelmez diye mağarayı terk etmemişler.
bozan köyündeki çığlıklar
uzakta orman içinde bulunan, bu mağarada ve sonra bozan köyünde silahsız sivil halkın başına gelenleri acıklı bir film gibi seyretmiş olan bu adam, olaydan iki gün sonra bize rastadı. gözleriyle gördüğü bu olayı bizim dağdaki guruba aynen şöyle anlattı:
"askerler ikinci gün gelip tekrar mağarayı sardılar. askeri taktiklerle silahlı kimsenin kalmadığını da anladılar. mağarayı arkadan dinamitle patlattılar. arkadan mağaranın içine ateş attılar, kuru odunları yakıp içine atarak, duman verdiler. duman zehirinden dolayı mağaradaki sivil halk, yaşlılar, çocuklar hepsi petekteki tütsü verilmiş arılar gibi can havliyle dışarı kaçtılar."
"askerler bu sivil halkı, yani ihtiyar ve çocukları topluca bozan köyüne, büyük bir düz tarlanın içine götürdüler. ıki yüze yakın insanı burada kurşuna dizdiler.
"bu sahneyi ancak taş yürekli insanlar seyredebilir. dayanabildiğime göre, ben de taş yürekliyim, belki de acıma duygularımı yitirdim.
"kurşunlama başladığı an, bu zavallı insanların acı çığlıkları bir top gibi gidip kırklar dağının kayalıklarına çarpıp geri geliyordu.
"dağlarımızda yankılanan halkımızın bu acı çığlıkları, beynimi patlatıyor, ciğerimi dağlıyordu... benim beynim bu çığlıkları unutamaz. tüm bu dağlardaki evliyalarımız, kirklar ve sultan baba (çewres asperê qelxeri u sultan bava) bu çığlıkları duydular. bu zavallı insanların inilti ve çığlıklarının çarpıp yankılandığı yılan dağının (koê mori) dilsiz sarp kayaları da buna şahittiler," deyip gözyaşlarıyla sözlerini bitirdi.
ben hep kendi kendime düşünürüm. yıllardır inandığımız, güvendimiz evliyalarımız niçin halkımızın, bu zavallı çocuklarımızın, kundaktaki masum bebeklerin imdadına yetişemediler?
niçin bir keramet gösterip, bebeklere kurşun sıkanları taş gibi dondurmadılar?
niçin bu barbarlığı, bu haksızlığı, bu zulmu durduramadılar?
ya bizim hatalarımızdan dolayı evliyalar da bu halka düşman olmuştu, ya da evliyaların kerametleri üzerine dinlediklerimiz, duyduklarımız yanlıştı...
zaten bu mağarayı önceden terkedenlerin çoğuyla sonradan zaman zaman buluştuk. olayları ayrıntılarına kadar konuştuk. onlardan birçoğu da mağarada kalan güçsüz yaşlı ve çocukların başlarına gelen bu acı sonu ormanda saklandıkları yerden üzüntüyle, çaresizlik içinde seyretmişler.
aradan geçen yıllardan sonra, yaşanan acı olayları kıyasladığımda, bu toplu kurşuna dizilme olaylarının silahlı çatışmada ölenlerden daha feci olduğunu düşünüyorum. çünkü buradakilerin çoğu takatı kalmamış yaşlılar ve masum çocuklardı, bebeklerdi... hiç birinin elinde silah yoktu.
binlerce çocuk dağlarımızda, kırlarda kelebeklerle, kuzularla oynayacak yaştayken kurşuna dizildiler.
aslında düşman ordusunun işgali halinde bile, savaş sırasında silahsız sivillerin, yaşlıların, kadınların ve çocukların kurşuna dizilmesi bir insanlık suçudur. umarımki çağdaş insanlık bir daha bu tür katliamlara, acılara müsaade etmez.
umarımki çağdaş insanlık bilinen bütün bu katliam yerlerine birer hatıra anıtları diker.
yakılan insanlardan kalan kemikler
biz dağda kaçak gezerken, kaçmayan bazı köyler daha çok zarar görmüş. biz can derdinde kaçak gezerken, khêwıcler bizim köye yaylaya gelmiş, meşelerden kendilerine holık (gögelik) yapmışlar. güzün sağuğu başlayınca, bırakıp gitmişler. biz artık tapulu malımızı düşünecek halde değildik. bizim aşiretin köylerinin çoğu bomboş kalmıştı.
bir gün belki yiyecek buluruz diye, bılgeç köyüne indik. köyün düz bir yerinde yaz sıcağında kurumuş olan bu holiklerin odunları alana yığılmış ve yakılmış. yangın yeri insan iskeletleriyle dolu. ama insan olduğu belli olan hiçbir iskelet düz durmuyordu.
her iskelet büzülmüş, kafa kemikleri bacak kemiklerinin arasına gelmişti. yanımızdaki büyükler herhalde insan yanınca büzülüyor, dediler.
bu feci manzaraya çok üzüldük. halâ her yangın olayı duyduğumda, bu büzülmüş gibi duran iskeletleri hatırlarım. belkide ateşin verdiği acıyla böyle büzülmüşlerdir, diye düşünürüm. o günden beri her yangın çıktığında yanan insanların geri kalan
kemiklerinin o dağda gördüğüm iskeletler gibi büzüleceğini hayal ederim. o insan kemiklerinin niçin yanıp kül olmadığının, niçin büzülmüş insanlar gibi kaldıklarının
sebebini halâ beynimde çözmüş değilim.
sonradan öğrendikki askerler laçinan köyünden toplayıp, ellerini bağlayarak buraya getirdiği 25e yakın insanı elleri bağlı olarak bu odunların üzerine yatırıp, gaz döküp yakmışlar. laçin aşiretinden birçok insan bu olayı biliyor. askerlerin önünde milis olarak gezenler benim gözlerimle gördüğüm bu iskeletlerin canlı canlı yakılışlarını gözleriyle gördüklerini sürgünden sonra bana da anlattılar. bunlar laçinan köyünün erkekleriymiş.
bir annenin çıkmazı
insanların çektiği acıları anlamanız için size diğer grubumuzda olan bir olayı anlatayım.
koponun gurubunda bulunan genç bir kadının küçücük bebeği sürekli ağlıyor. çocuğun sesinden dolayı yeri tespit edilen bu insanların hepsi öldürülebilir. bu insanların hayatını düşünen anne, bebeğine yalvarıyor: "ağlama yavrum, bağırma yavrum, bak üzerlerimizdeki tepeler askerle çevrili. duyarlarsa sesini, yok ederler bütün yiğitlerimizi." ama bebek bu hiç sözden anlar mı? etrafındaki kadınlar korku ve panik içindeler. bebeğin annesine bağırıyorlar. "bir bebek yüzünden hepimiz öleceğiz, kurşuna dizileceğiz. kirklar aşkına sustur şu bebeği." anne çıkmaz içinde. ya bu bebek susacak, ya da tüm gurup, yüzlerce insan ölecek!
"ya kirklar bağışla beni, ya merdan ali affet günahlarımı," diyor, kaldırıp bebeğini munzur suyuna atıyor. ama annenin ciğeri parçalanıyor, içinden kanlar akıyor. bu sahne unutulmuyor. anne ölene kadar bu derdi içinde taşıyor. şartlar ve acılar o kadar ağır, o kadar dayanılmazdır ki, bir anneyi kendi küçücük yavrusunu suya atarak öldürecek duruma itmiştir.
bu kadar ağır şartlara rağmen bu olayı sonradan duyan kopo : "bundan sonra çocuğunu bırakan veya suya atan kadını kurşunlarım," demiştir. burada esas suçlu olanlar bu savaşa karar veren ve yürütenlerdir. bu anne günahsız, yavrusu da masumdur. bu masum yavrular için söylenmiş zazaca dertli halk türküleri
vardır.
çağımızda televizyonların başında savaşı oyuncak gibi seyredenler, savaşın ortasında kalan sivillerin, annelerin, çocukların ne acılar çektiklerini anlıyamazlar. ben savaşın içinde yaşayan biri olarak biliyorum, savaşın mantığı olmaz. acımasız ve mantıksız savaşın ağır şartları anneyi öz bebeğini boğdurtacak duruma itebilir.
üç yiğit kardeş
lolan tanerinde (tanerê lolu) askerler bütün köyü büyük ve küçüklerle birlikte toplayıp yanyana duran iki evin içine dolduruyorlar.
kuresu aşiretinden budalanın adları sey uşên, sey momıd ve ali ekber olan üç yiğit oğlu da bunların içindeymiş. evlerin kapılarının karşısına makinalı tüfek kurulmuş, tüfeği kullanan asker de başında bekliyor.
evlerin etrafına gaz döküyorlar, açık olan kapıdan askerler tarafından serpilen gazı gören ali ekber, "bizi de diğer köylüler gibi yakacaklar," diyor. kendi dilleriyle fısıldayarak, etrefındakilere anlatıyorlar. onlar yakılacaklarına inanmıyorlar. zaten kurtuluş ta yok. ama bu üç kardeş sessizce anlaşıp kaçmaya karar veriyorlar. "nasıl olsa öleceğiz. başaramasak bile böyle ölümü beklemektense, kaçarken yiğitçe ölürüz," diye düşünüyorlar. "orman çok yakın, belki vurulmadan ulaşabiliriz ve kurtulabiliriz," diyorlar.
genç ve bekâr olan ali ekber: "ya hizir!" diye gürlüyor, yaydan çıkmış bir ok gibi fırlayıp, makinalı tüfeği tutan askerin göğsüne bir yumruk vuruyor. asker makinalıyla beraber devriliyor. diğer erler silahlarına davranana kadar üç kardeş birden ormana doğru kaçıyor. makinalı tüfeği etkisiz hale getiren ali ekber, arkada kaldığı için kaçarken vuruluyor. diğer iki kardeş kaçıp, ormana dalıyorlar ve
kurtuluyorlar. ister mucize, isterse hizir kurtardı deyin, ama bu olay olağan üstüdür...
kaçıp kurtulan bu iki kardeşten başka, lolan taneri köyünün 150ye yakın tüm sakinleri kurşunlanmış ve 25 kişi de anlattığım yerde yakılmıştı.
duyduğuma göre, insanların topluca yakıldığı evde, bir gençte evin bacasının orta yerine tutunarak saklanmış ve kurtulmuş. ama ben bu insanı görmediğim için, bu söylentiye inanamıyorum. bu üç cesur kardeşten sağ kalan ikisi başlarından geçen o olayı, yüzlerce dersimli gibi, bana da anlattılar. bu iki kardeşin çocukları halâ hayattalar.
dersimin birçok köyü, suçsuz oldukları için, ilk başlarda, askerlerden kendilerine zarar gelmiyeceğine inandılar ve kaçmadılar. ama bu kaçmayan köylerden birçoğu çoluk çocukla beraber topluca kurşuna dizildiler. yani kaçan köylerden daha az adam öldü. çünkü hareketin başlarında yakalanan insanlar veya teslim olan birçok köy topluca öldürüldü, geç kalanlara, dağda kaçak gezip teslim olmıyanlara ise
sonradan af çıktı...
silahsız insanları, yaşlıları, çocukları kurşuna dizilme emrini veren ankaradaki hükümet midir? elâzizdeki (xarpêt) olağanüstü hal komutanı abdullah paşa mıdır? cephedeki komutan mıdır? bunu ben halâ bilmiyorum. kesin olan, askeri harekete ankaradaki tüm mebuslar ortak karar vermişler. bu yanlış karar uzun dönem uygulanmış ve halkımıza, yani dersimlilere, hitlerin yahudilere çektirdiği kadar
acılar çektirilmiştir. yaşanmış bir tarih çok kötü ve acı da olsa, öğrenilmesi ve ders çıkarılması gerekir.
benim dağda kaçak gezdiğimi duyanlar, bir çocuk olarak, hep niye devletten kaçtığımı sorarlar. demokrasi ve insan haklarının olduğu normal şartlarda,
insanların, özellikle çocukların, dağa kaçmaması lazım. ama o dönemde bir baba veya bir kardeşin işlediği suç yüzünden tüm akrabalar, hatta tüm köy kurşuna diziliyordu. dersimde insan haklarına dair bir kırıntı bile yoktu. savaş ve zorbalık ortamında hukuktan, adeletten eser kalmamıştı.
1938de benim yaşta olan ve dağa kaçmıyan binlerce çocuk kurşuna dizildiler. bunu savaş bölgesindeki tüm dersim köylüleri biliyorlar. eğer biz dağa kaçmasaydık, milislik ve ihbarcılık yapmadığımız için kurşuna dizilecektik. kaldıki milisler ve ihbarcı
dersimliler de sonradan kurşunlandılar. her dersimli bilirki dağa kaçan ailelerden birçoğunun en az yarısı kurtuldu.
bir söz vardır. "ateş düştüğü yeri yakar." ateşten daha yakıcı olan bu acıları savaş içindeki her dersimli çekti. bir çocuk olarak çektiğim bu olağanüstü çileleri başkalarının kavraması çok zordur. çünkü çektirilen acılar, yapılan gaddarlıklar normal insanların yapacağı şeyler değildir. bu nedenle normal bir insan mantığı, bu yapılanları kavrayamaz. şimdi düşünüyorumda, benim gibi birçok dersimli çocuk,
oyuncaklarla oynayacak yaştayken, asker kurşunlarından korunmak için can derdine düşmüşler. bu anlamsız savaşlar niçin oluyor?
köpek köpeğin etini yemez. maymun maymunu öldürmez. hayvanlar kendi cinsine zarar vermez. bu vahşi yaratık insanlar niçin birbirini, yani kendi cinsini kurşunlar veya boğazlar?
biz insanlara, zavallı küçük yavrucaklara bu kadar acı çektiren savaşın bir mantığı var mı? ınsanlık bu önemli sorunun mantıklı bir cevabını bulmalıdır. savaş vahşetine son vermelidir. son yıllarda dersime yönelik araştırmalarda belli bir artış var. bu elbette öncelikle dersim halkı ve aydınlarının kendi davalarına sahip çıkmalarıyla yakından ilgilidir. ancak, bu artışın olumsuz yönleri de var. dersimin ulusal, dinsel, tarihsel özellikleri inkar edilerek, değiştirilerek yapılan çalışmalar yarardan çok,
zarar veriyor. ınkarcılar siyasal hakimiyet ve ulusal asimilasyon için edebiyat alanında, siyasal alandan geri kalmayan çalışmalar yürütüyorlar. dersim raporları kadar eski olmasa da, bir anlamda raporların devamı olan bu sözüm ona edebiyat çalışmalarını öne çıkan yönleriyle incelemek, hiç değilse kaba yanlış ve tahrifatları açığa çıkarmak gerekiyor. zira, sessizlik dersimlilerin yazılan ve söylenenleri onayladıkları anlamına yorumlanıyor ve sırada bekleyenlerin iştahını kabartıyor.
bir de dersim isyani dönemin askerlerinden olan hacı ibrahim hulusi yahyagil`in ağzından kaleme alınmıştır ve bu kaleme alınan yazı olayın taraflarından yani asker devlet politikası taraftarı bir askerin ağzından birebir yazılmazı bir çok gerçeği ortaya koymaktadır. insanlar dersim adını duyunca hele ki dersim isyani söz konusu olduğunda biz dersimlilere aşağılık insanlar gibi bakması ben ve benim gibi dersimli oluşundan gurur duyan insanları böylesine acımasız ve bilinçsizce yargılaması acıdan da öte olsa gerek.
öncelikler hacı ibrahim hulusi yahyagil kimdir? evet hacı ibrahim hulusi yahyagil, 1895`te elazığ harput`ta dünyaya geldi. birinci dünya harbinde, kafkas ve çanakkale muharebelerinde bulundu. 1925 senesinde harbiyeye girdi.
1950 senesinde albay rütbesiyle emekliye ayrıldı. bediüzzaman`ın ilk talebelerindendir. 25 temmuz 1986`da elazığ`da vefat etti..
şimdi onun ağzından kaleme alınan dersim isyanına gelelim:
1938`de bizi dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. isyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. bize verilen emir ise tek kelime idi: `imha!...`
"canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın ve saire."
"bunların çoğu rafızî idi. fakat bu tarz bir muamele ile, bunlar salâh mı bulacaklardı? ben kıt`a komutanı idim. en çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler.
"sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir` dediler.
"müthiş bir hüzün ve ızrıdap içinde idim. hz. üstad benim bu hüznümü hissetmiş. bu durumu kendisine yazıp soramadım. nasıl yazabilirdim? bu ızdırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim? tam merhum pederimle vedalaştım. hayvana bindim gidiyordum. bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi. elime bir mektup verdi. mektubu açtım. mektubu üstad kastamonu`dan ürgüp müftüsü olan kardeşi abdülmecid vasıtasiyle gönderiyordu:
"hulusi`nin bir gailesi var, diye hissediyorum. merak etmesin. risale-i nur`un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerekir. hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz." [bk: kastamonu lahikası, s. 10.]
"az sonra isyân olan bölgeye gittik. döndük dolaştık. o bölgesi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. rahmet-i ilâhîye yardımımıza yetişti. elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.
kaynak: hacı ibrahim hulusi yahyagil - son şahitler bediüzzaman said nursi`yi anlatıyor (necmeddin şahiner - yeni asya yayınları 1.cild s. 318)
öncelikler hacı ibrahim hulusi yahyagil kimdir? evet hacı ibrahim hulusi yahyagil, 1895`te elazığ harput`ta dünyaya geldi. birinci dünya harbinde, kafkas ve çanakkale muharebelerinde bulundu. 1925 senesinde harbiyeye girdi.
1950 senesinde albay rütbesiyle emekliye ayrıldı. bediüzzaman`ın ilk talebelerindendir. 25 temmuz 1986`da elazığ`da vefat etti..
şimdi onun ağzından kaleme alınan dersim isyanına gelelim:
1938`de bizi dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. isyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. bize verilen emir ise tek kelime idi: `imha!...`
"canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın ve saire."
"bunların çoğu rafızî idi. fakat bu tarz bir muamele ile, bunlar salâh mı bulacaklardı? ben kıt`a komutanı idim. en çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler.
"sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir` dediler.
"müthiş bir hüzün ve ızrıdap içinde idim. hz. üstad benim bu hüznümü hissetmiş. bu durumu kendisine yazıp soramadım. nasıl yazabilirdim? bu ızdırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim? tam merhum pederimle vedalaştım. hayvana bindim gidiyordum. bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi. elime bir mektup verdi. mektubu açtım. mektubu üstad kastamonu`dan ürgüp müftüsü olan kardeşi abdülmecid vasıtasiyle gönderiyordu:
"hulusi`nin bir gailesi var, diye hissediyorum. merak etmesin. risale-i nur`un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerekir. hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz." [bk: kastamonu lahikası, s. 10.]
"az sonra isyân olan bölgeye gittik. döndük dolaştık. o bölgesi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. rahmet-i ilâhîye yardımımıza yetişti. elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.
kaynak: hacı ibrahim hulusi yahyagil - son şahitler bediüzzaman said nursi`yi anlatıyor (necmeddin şahiner - yeni asya yayınları 1.cild s. 318)
öncelikle (bkz: resmi tarih)
baktıysanız sonra hatırlayınız ki "tarihi güçlüler ve galipler yazar." hele ki yeni kurulmuş bir devlet, kendi milli tarihini oluşturma çabası içerisindeyse devlet politikası temeli oturtulurken bazı husuların hiç yaşanmamış gibi geçiştirilmesi de doğaldır. fakat bu ancak o zaman dilimi içerisinde o anın şartlarında kabul edilebilir bir olgudur. bir militar devletten fazlası haline geloebildiysek bu durumd akendimizle de yüzleşebilmemiz gerekir. sonuçta bir reel gerçek ve bu gerçeğin iki tarafı vardır. bu taraflar, gerçekleri kendi bakış açılarından sunacaklardır. konunun tarafı olmayan bireylere ise körükörüne bir tarafın fanatiği olmaksızın öne sürülen argüman neyse onu okuyup kendine uygun düşen fikre katılmasıdır...
baktıysanız sonra hatırlayınız ki "tarihi güçlüler ve galipler yazar." hele ki yeni kurulmuş bir devlet, kendi milli tarihini oluşturma çabası içerisindeyse devlet politikası temeli oturtulurken bazı husuların hiç yaşanmamış gibi geçiştirilmesi de doğaldır. fakat bu ancak o zaman dilimi içerisinde o anın şartlarında kabul edilebilir bir olgudur. bir militar devletten fazlası haline geloebildiysek bu durumd akendimizle de yüzleşebilmemiz gerekir. sonuçta bir reel gerçek ve bu gerçeğin iki tarafı vardır. bu taraflar, gerçekleri kendi bakış açılarından sunacaklardır. konunun tarafı olmayan bireylere ise körükörüne bir tarafın fanatiği olmaksızın öne sürülen argüman neyse onu okuyup kendine uygun düşen fikre katılmasıdır...
ahmet kayanın bir şarkısına konu olmuştur: "burası dersimdir babam,zulmedene vardır kavgam"
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?