dersim 38`den yani yaşananlardan bir kesit:
dersim dağları da şahidimizdir
yaşananlara ve size anlatacaklarıma, dersim dağları (koê dêsımi) ve munzur baba (muzır bava) şahittir.
yaz ve güz boyunca askerler sürekli bu dağlarda adam avladılar. abdal musanın (evdıl mursa) askerleri kadar çoktular. köylerimizde bize rahat vermediler ve ordularıyla saldırıya geçtiler. onlar saldırınca, biz sarp ve ulaşımı zor ormanlık
tepelere çekiliyorduk. az da olsa, bizim de silahlı adamlarımız vardı. bazen çatışmalar oluyordu. karşımızdakiler de can taşıyor, korkuyorlardı. çok sarp ve ormanlık bölgelere gelemiyorlardı. askerler bazen, özellikle kışın dayanılmaz şartlarında dağlık bölgeleri terk edip, şehirlerdeki kışlalarına çekiliyorlardı.
biz dağlardaki, değişik otlar, meyveler vs. gibi yabani bitkilerden, yiyeceklerden faydalanıyorduk. sürgün edilmeyen ova köylerinden, güvendiğimiz ailelerden bazı geceler gidip yiyecek temin ediyorduk, ama yetmiyordu. yine çok zaman aç
kalıyorduk.
generaller tarafından ilk gündenberi sürekli teslim olun diye bildiriler atılıyor, çağrıları yapılıyordı. biz teslim olmayı düşünmüyorduk. çünkü "yasak mıntıka" olarak ilân edilen bölgelerden ilk teslim olanların hepsini, hiç çoluk çocuk demeden, topluca
kurşuna dizildiklerini biliyorduk. toplu kurşuna dizilen köylerin isimleri bize kadar ulaşıyordu.
ayrıca biz, osmanlı ordusu bile bu dağlarda tutunamadı, dağlarımızı yüzyıllarca kimse işgal edemedi, bu askerler de diğerleri gibi geçip gider, diye düşünüyorduk. ulaşılmaz dağlarımıza güveniyorduk. güze doğru samimi ve dürüst dostlar tarafından
bize artık teslim olanlar kurşuna dizilmiyor, sadece sürgün ediliyorlar, diye haber gönderiliyordu. ama biz güvenemiyorduk.
daha önce, askeri hareket başladığında, iki guruba ayrıldığımızı söylemiştim. koponun (qopo) gurubu bizden ayrılınca, ilk gün ali boğazının büyük
mağarasına gitmiş.
bu mağaranın girişi daracık bir delikti, ama içine iki köy sığardı.
birgün ormanda koponun gurubundan ayrılmış ve yanlız kalmış bir tanış adama rasladık. bu adam ali boğazı mağarasında saklanan yaşlıların, kadınların, çocukların başlarına gelenleri bize anlattı. kendisi de bir gün önce bu mağaradaymış. silahlı
grublar bir gün önceki çatışmada bu mağarayı koruyabilmişler. derin vadide bulunan mağaranın bir yanını, kopo ve arkadaşları, diğer yanını da, akırege köyünden
bizim aşiretten hesen ve uşên adında iki kardeş tutmuş.
kayaların arkasına saklanarak, üst tepeleri ve mağarayı koruma altına almışlar. sonra asker saldıraya geçmiş. ama bizimkiler çok iyi yerlerde mevzilenmiş, silahlarla karşılıklı birbirlerini korumuşlar.
üç saat çatışma olmuş. akşama yakın askerin komutanı vurulmuş. aslında komutanın rütbeleri, yıldızları parladığı için, hedef seçilerek ateş edilmiş. bu komutanı akıreg köyünden hesen vurmuş. morali bozulan asker o bölgeyi terk edip gitmiş.
koponun lider olarak gösterdiği cesaret ve yiğitliği sizlere ilk gün anlatmıştım.
kopo cesur insanları iyi tanırmış, bu iki kardeşe çok güvenirmiş. grupta her insana yetecek kadar silah yokmuş. kopo, çatışma başlamadan önce, silahların en iyilerinden iki tanesini kendi eliyle bu iki kardeşe vermiş.
aslında büyük kardeş hesen seyit rızanın (sey rıza) yanında ruslara karşı da savaşmış. silahı seven biriymiş. küçük kardeş uşên ise alevi kültürüne göre yetiştirilmiş bir alevi hocası ve insancıl biriymiş. ölmemek ve kadınları, çocukları kurtarmak için o gün silah kullanmış.
bu çatışma ile ilgili yıllar sonra yapılan bir ihbarı size aktarmak istiyorum.
gerçek gizlenemez, eninde sonunda açığa çıkar, derler. bu olayı onbeş yıl sonra bir ihbar sonucu öğrenen çemişgezekin sert ve genç bir savcısı heseni ifadeye çağırmış.
savcı hesene ali boğazındaki çatışmada bir komutanı öldürdüğünü, bundan dolayı tutuklanacağını, söylemiş.
hesen savcıya: "begim benden ne soruyorsun. aramızda savaş oldu. siz bizden, biz sizden çok adam öldürdük. ama kirklar şahidimizdir. biz kadınlara, çocuklara kurşun atmadık. askerler binlerce kadını ve çocuğu kurşuna dizdi. birçok köy batıya sürüldü. on yıl sonra af çıktı. biz yine köyümüze döndük. aramızda sulh oldu, sen bana hangi hesabı soruyorsun," demiş. "sen bozan köyünü bilirsin, köydeki vahşeti sana mutlaka anlatmışlardır. bunun gibi yüzlerce köyde kurşuna dizilen binlerce çocuğun ve kadının hesabını kim verecek," diye sormuş. savcı bu yaşlı adamı haklı görmüş ve tutuklamamış, serbest bırakmış.
biz yine grubun genel durmuna geçelim.
koponun grubu o gece bir durum değerlendirmesi yapmış. askerden yeni gelen, bundan dolayı askeri bilgisi fazla olan uşên: "burayı savunamayız. zaten mağaranın arkası çok ince. biz ön tarafı, silahla savunsak bile, göremediğimiz arka tarafını dinamitle patlatırlar," demiş.
"burayı terkedip, küçük guruplara ayrılıp, ormanların içine çekilelim. toplu gezmemiz hepimizin için de daha tehlikelidir, görürlerse hep birlikte öldürülürüz," demiş. uzun tartışmalardan sonra topluca burayı terk etme kararı almışlar. ama yaşlılar, çocuklu kadınlar, "biz kaçacak durumda değiliz, dağlarda kaçak gezecek gücümüz, takadımız yok," demişler. belki askerler bir daha gelmez diye mağarayı terk etmemişler.
bozan köyündeki çığlıklar
uzakta orman içinde bulunan, bu mağarada ve sonra bozan köyünde silahsız sivil halkın başına gelenleri acıklı bir film gibi seyretmiş olan bu adam, olaydan iki gün sonra bize rastadı. gözleriyle gördüğü bu olayı bizim dağdaki guruba aynen şöyle anlattı:
"askerler ikinci gün gelip tekrar mağarayı sardılar. askeri taktiklerle silahlı kimsenin kalmadığını da anladılar. mağarayı arkadan dinamitle patlattılar. arkadan mağaranın içine ateş attılar, kuru odunları yakıp içine atarak, duman verdiler. duman zehirinden dolayı mağaradaki sivil halk, yaşlılar, çocuklar hepsi petekteki tütsü verilmiş arılar gibi can havliyle dışarı kaçtılar."
"askerler bu sivil halkı, yani ihtiyar ve çocukları topluca bozan köyüne, büyük bir düz tarlanın içine götürdüler. ıki yüze yakın insanı burada kurşuna dizdiler.
"bu sahneyi ancak taş yürekli insanlar seyredebilir. dayanabildiğime göre, ben de taş yürekliyim, belki de acıma duygularımı yitirdim.
"kurşunlama başladığı an, bu zavallı insanların acı çığlıkları bir top gibi gidip kırklar dağının kayalıklarına çarpıp geri geliyordu.
"dağlarımızda yankılanan halkımızın bu acı çığlıkları, beynimi patlatıyor, ciğerimi dağlıyordu... benim beynim bu çığlıkları unutamaz. tüm bu dağlardaki evliyalarımız, kirklar ve sultan baba (çewres asperê qelxeri u sultan bava) bu çığlıkları duydular. bu zavallı insanların inilti ve çığlıklarının çarpıp yankılandığı yılan dağının (koê mori) dilsiz sarp kayaları da buna şahittiler," deyip gözyaşlarıyla sözlerini bitirdi.
ben hep kendi kendime düşünürüm. yıllardır inandığımız, güvendimiz evliyalarımız niçin halkımızın, bu zavallı çocuklarımızın, kundaktaki masum bebeklerin imdadına yetişemediler?
niçin bir keramet gösterip, bebeklere kurşun sıkanları taş gibi dondurmadılar?
niçin bu barbarlığı, bu haksızlığı, bu zulmu durduramadılar?
ya bizim hatalarımızdan dolayı evliyalar da bu halka düşman olmuştu, ya da evliyaların kerametleri üzerine dinlediklerimiz, duyduklarımız yanlıştı...
zaten bu mağarayı önceden terkedenlerin çoğuyla sonradan zaman zaman buluştuk. olayları ayrıntılarına kadar konuştuk. onlardan birçoğu da mağarada kalan güçsüz yaşlı ve çocukların başlarına gelen bu acı sonu ormanda saklandıkları yerden üzüntüyle, çaresizlik içinde seyretmişler.
aradan geçen yıllardan sonra, yaşanan acı olayları kıyasladığımda, bu toplu kurşuna dizilme olaylarının silahlı çatışmada ölenlerden daha feci olduğunu düşünüyorum. çünkü buradakilerin çoğu takatı kalmamış yaşlılar ve masum çocuklardı, bebeklerdi... hiç birinin elinde silah yoktu.
binlerce çocuk dağlarımızda, kırlarda kelebeklerle, kuzularla oynayacak yaştayken kurşuna dizildiler.
aslında düşman ordusunun işgali halinde bile, savaş sırasında silahsız sivillerin, yaşlıların, kadınların ve çocukların kurşuna dizilmesi bir insanlık suçudur. umarımki çağdaş insanlık bir daha bu tür katliamlara, acılara müsaade etmez.
umarımki çağdaş insanlık bilinen bütün bu katliam yerlerine birer hatıra anıtları diker.
yakılan insanlardan kalan kemikler
biz dağda kaçak gezerken, kaçmayan bazı köyler daha çok zarar görmüş. biz can derdinde kaçak gezerken, khêwıcler bizim köye yaylaya gelmiş, meşelerden kendilerine holık (gögelik) yapmışlar. güzün sağuğu başlayınca, bırakıp gitmişler. biz artık tapulu malımızı düşünecek halde değildik. bizim aşiretin köylerinin çoğu bomboş kalmıştı.
bir gün belki yiyecek buluruz diye, bılgeç köyüne indik. köyün düz bir yerinde yaz sıcağında kurumuş olan bu holiklerin odunları alana yığılmış ve yakılmış. yangın yeri insan iskeletleriyle dolu. ama insan olduğu belli olan hiçbir iskelet düz durmuyordu.
her iskelet büzülmüş, kafa kemikleri bacak kemiklerinin arasına gelmişti. yanımızdaki büyükler herhalde insan yanınca büzülüyor, dediler.
bu feci manzaraya çok üzüldük. halâ her yangın olayı duyduğumda, bu büzülmüş gibi duran iskeletleri hatırlarım. belkide ateşin verdiği acıyla böyle büzülmüşlerdir, diye düşünürüm. o günden beri her yangın çıktığında yanan insanların geri kalan
kemiklerinin o dağda gördüğüm iskeletler gibi büzüleceğini hayal ederim. o insan kemiklerinin niçin yanıp kül olmadığının, niçin büzülmüş insanlar gibi kaldıklarının
sebebini halâ beynimde çözmüş değilim.
sonradan öğrendikki askerler laçinan köyünden toplayıp, ellerini bağlayarak buraya getirdiği 25e yakın insanı elleri bağlı olarak bu odunların üzerine yatırıp, gaz döküp yakmışlar. laçin aşiretinden birçok insan bu olayı biliyor. askerlerin önünde milis olarak gezenler benim gözlerimle gördüğüm bu iskeletlerin canlı canlı yakılışlarını gözleriyle gördüklerini sürgünden sonra bana da anlattılar. bunlar laçinan köyünün erkekleriymiş.
bir annenin çıkmazı
insanların çektiği acıları anlamanız için size diğer grubumuzda olan bir olayı anlatayım.
koponun gurubunda bulunan genç bir kadının küçücük bebeği sürekli ağlıyor. çocuğun sesinden dolayı yeri tespit edilen bu insanların hepsi öldürülebilir. bu insanların hayatını düşünen anne, bebeğine yalvarıyor: "ağlama yavrum, bağırma yavrum, bak üzerlerimizdeki tepeler askerle çevrili. duyarlarsa sesini, yok ederler bütün yiğitlerimizi." ama bebek bu hiç sözden anlar mı? etrafındaki kadınlar korku ve panik içindeler. bebeğin annesine bağırıyorlar. "bir bebek yüzünden hepimiz öleceğiz, kurşuna dizileceğiz. kirklar aşkına sustur şu bebeği." anne çıkmaz içinde. ya bu bebek susacak, ya da tüm gurup, yüzlerce insan ölecek!
"ya kirklar bağışla beni, ya merdan ali affet günahlarımı," diyor, kaldırıp bebeğini munzur suyuna atıyor. ama annenin ciğeri parçalanıyor, içinden kanlar akıyor. bu sahne unutulmuyor. anne ölene kadar bu derdi içinde taşıyor. şartlar ve acılar o kadar ağır, o kadar dayanılmazdır ki, bir anneyi kendi küçücük yavrusunu suya atarak öldürecek duruma itmiştir.
bu kadar ağır şartlara rağmen bu olayı sonradan duyan kopo : "bundan sonra çocuğunu bırakan veya suya atan kadını kurşunlarım," demiştir. burada esas suçlu olanlar bu savaşa karar veren ve yürütenlerdir. bu anne günahsız, yavrusu da masumdur. bu masum yavrular için söylenmiş zazaca dertli halk türküleri
vardır.
çağımızda televizyonların başında savaşı oyuncak gibi seyredenler, savaşın ortasında kalan sivillerin, annelerin, çocukların ne acılar çektiklerini anlıyamazlar. ben savaşın içinde yaşayan biri olarak biliyorum, savaşın mantığı olmaz. acımasız ve mantıksız savaşın ağır şartları anneyi öz bebeğini boğdurtacak duruma itebilir.
üç yiğit kardeş
lolan tanerinde (tanerê lolu) askerler bütün köyü büyük ve küçüklerle birlikte toplayıp yanyana duran iki evin içine dolduruyorlar.
kuresu aşiretinden budalanın adları sey uşên, sey momıd ve ali ekber olan üç yiğit oğlu da bunların içindeymiş. evlerin kapılarının karşısına makinalı tüfek kurulmuş, tüfeği kullanan asker de başında bekliyor.
evlerin etrafına gaz döküyorlar, açık olan kapıdan askerler tarafından serpilen gazı gören ali ekber, "bizi de diğer köylüler gibi yakacaklar," diyor. kendi dilleriyle fısıldayarak, etrefındakilere anlatıyorlar. onlar yakılacaklarına inanmıyorlar. zaten kurtuluş ta yok. ama bu üç kardeş sessizce anlaşıp kaçmaya karar veriyorlar. "nasıl olsa öleceğiz. başaramasak bile böyle ölümü beklemektense, kaçarken yiğitçe ölürüz," diye düşünüyorlar. "orman çok yakın, belki vurulmadan ulaşabiliriz ve kurtulabiliriz," diyorlar.
genç ve bekâr olan ali ekber: "ya hizir!" diye gürlüyor, yaydan çıkmış bir ok gibi fırlayıp, makinalı tüfeği tutan askerin göğsüne bir yumruk vuruyor. asker makinalıyla beraber devriliyor. diğer erler silahlarına davranana kadar üç kardeş birden ormana doğru kaçıyor. makinalı tüfeği etkisiz hale getiren ali ekber, arkada kaldığı için kaçarken vuruluyor. diğer iki kardeş kaçıp, ormana dalıyorlar ve
kurtuluyorlar. ister mucize, isterse hizir kurtardı deyin, ama bu olay olağan üstüdür...
kaçıp kurtulan bu iki kardeşten başka, lolan taneri köyünün 150ye yakın tüm sakinleri kurşunlanmış ve 25 kişi de anlattığım yerde yakılmıştı.
duyduğuma göre, insanların topluca yakıldığı evde, bir gençte evin bacasının orta yerine tutunarak saklanmış ve kurtulmuş. ama ben bu insanı görmediğim için, bu söylentiye inanamıyorum. bu üç cesur kardeşten sağ kalan ikisi başlarından geçen o olayı, yüzlerce dersimli gibi, bana da anlattılar. bu iki kardeşin çocukları halâ hayattalar.
dersimin birçok köyü, suçsuz oldukları için, ilk başlarda, askerlerden kendilerine zarar gelmiyeceğine inandılar ve kaçmadılar. ama bu kaçmayan köylerden birçoğu çoluk çocukla beraber topluca kurşuna dizildiler. yani kaçan köylerden daha az adam öldü. çünkü hareketin başlarında yakalanan insanlar veya teslim olan birçok köy topluca öldürüldü, geç kalanlara, dağda kaçak gezip teslim olmıyanlara ise
sonradan af çıktı...
silahsız insanları, yaşlıları, çocukları kurşuna dizilme emrini veren ankaradaki hükümet midir? elâzizdeki (xarpêt) olağanüstü hal komutanı abdullah paşa mıdır? cephedeki komutan mıdır? bunu ben halâ bilmiyorum. kesin olan, askeri harekete ankaradaki tüm mebuslar ortak karar vermişler. bu yanlış karar uzun dönem uygulanmış ve halkımıza, yani dersimlilere, hitlerin yahudilere çektirdiği kadar
acılar çektirilmiştir. yaşanmış bir tarih çok kötü ve acı da olsa, öğrenilmesi ve ders çıkarılması gerekir.
benim dağda kaçak gezdiğimi duyanlar, bir çocuk olarak, hep niye devletten kaçtığımı sorarlar. demokrasi ve insan haklarının olduğu normal şartlarda,
insanların, özellikle çocukların, dağa kaçmaması lazım. ama o dönemde bir baba veya bir kardeşin işlediği suç yüzünden tüm akrabalar, hatta tüm köy kurşuna diziliyordu. dersimde insan haklarına dair bir kırıntı bile yoktu. savaş ve zorbalık ortamında hukuktan, adeletten eser kalmamıştı.
1938de benim yaşta olan ve dağa kaçmıyan binlerce çocuk kurşuna dizildiler. bunu savaş bölgesindeki tüm dersim köylüleri biliyorlar. eğer biz dağa kaçmasaydık, milislik ve ihbarcılık yapmadığımız için kurşuna dizilecektik. kaldıki milisler ve ihbarcı
dersimliler de sonradan kurşunlandılar. her dersimli bilirki dağa kaçan ailelerden birçoğunun en az yarısı kurtuldu.
bir söz vardır. "ateş düştüğü yeri yakar." ateşten daha yakıcı olan bu acıları savaş içindeki her dersimli çekti. bir çocuk olarak çektiğim bu olağanüstü çileleri başkalarının kavraması çok zordur. çünkü çektirilen acılar, yapılan gaddarlıklar normal insanların yapacağı şeyler değildir. bu nedenle normal bir insan mantığı, bu yapılanları kavrayamaz. şimdi düşünüyorumda, benim gibi birçok dersimli çocuk,
oyuncaklarla oynayacak yaştayken, asker kurşunlarından korunmak için can derdine düşmüşler. bu anlamsız savaşlar niçin oluyor?
köpek köpeğin etini yemez. maymun maymunu öldürmez. hayvanlar kendi cinsine zarar vermez. bu vahşi yaratık insanlar niçin birbirini, yani kendi cinsini kurşunlar veya boğazlar?
biz insanlara, zavallı küçük yavrucaklara bu kadar acı çektiren savaşın bir mantığı var mı? ınsanlık bu önemli sorunun mantıklı bir cevabını bulmalıdır. savaş vahşetine son vermelidir. son yıllarda dersime yönelik araştırmalarda belli bir artış var. bu elbette öncelikle dersim halkı ve aydınlarının kendi davalarına sahip çıkmalarıyla yakından ilgilidir. ancak, bu artışın olumsuz yönleri de var. dersimin ulusal, dinsel, tarihsel özellikleri inkar edilerek, değiştirilerek yapılan çalışmalar yarardan çok,
zarar veriyor. ınkarcılar siyasal hakimiyet ve ulusal asimilasyon için edebiyat alanında, siyasal alandan geri kalmayan çalışmalar yürütüyorlar. dersim raporları kadar eski olmasa da, bir anlamda raporların devamı olan bu sözüm ona edebiyat çalışmalarını öne çıkan yönleriyle incelemek, hiç değilse kaba yanlış ve tahrifatları açığa çıkarmak gerekiyor. zira, sessizlik dersimlilerin yazılan ve söylenenleri onayladıkları anlamına yorumlanıyor ve sırada bekleyenlerin iştahını kabartıyor.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?