amerikalı insaniyetler california deme şekli zira california demekle bitmiyor zira arnold bu yüzden vali olmayacaktı birde aksanlı tonlamak lazım.
bu programın yapıldığı cali
adresi.
nbc studios (stage 9)
3000 west alameda avenue
burbank, ca
new yorkta ise :
nbc studio (ny) & rockefeller center
adresi açık yazmadım new yorkta rockefeller ceneterı herkesler bulur körler bile.
adresi.
nbc studios (stage 9)
3000 west alameda avenue
burbank, ca
new yorkta ise :
nbc studio (ny) & rockefeller center
adresi açık yazmadım new yorkta rockefeller ceneterı herkesler bulur körler bile.
şarkı bu gün kü körüne milliyetçiliği körükleyen bir olgu gözüksede aslında amerikan rüyasını dibine kadar eleştiren bir şarkıdır. springsteen denilen alemlerin kralının körüne milliyetçiliklere karnı toktur. şarkı bu gün ben amerikanyalıyım diyen herkese kapak olmalıdır.
tüm gezegenin beslenebilceği kadar ürün varken bazılarının aç gözlülğünden ortaya çıkan sınır. günde iki dolardan az kazanan insanlar hangi sınırda olduklarını bilmiyorlardır herhalde.
bu ülkede son bir yıldır oynanan bir yarışma. bir tarafta fransız devrimlerine dayanarak ortaya çıkmış toplumu batı eksenine oturtmuş az ya da çok demokrasiyi hakim kılmış jakoben anlayış. beri yandan iran ile malezya karışı bir rejime doğru sürükleyen iktidar onun etrafında demokrat diye yıllardır bağrımıza bastığımız isimler. yarışma şu an tam ortada sağduyu ile hareket eden bir kitle henüz yarışmaya dahil olmadı demokrasiyi gerçek sahiplerine teslim etmeyi hedeflemiş bu kitle yarışmaya dahil olduğunda taraflar ne yapacaklar bekliyoruz. bir gece ansızın gelebiliriz.
birleşik krallık içersinde en önemli gazetedir. inanırlığı ve güveni sonsuz kendisini sol kanatta tanımlayabileceğimiz bir gazetedir. bir yıldır iddianamesi hazır olmayan ergenekon davası hakkında taraf ve ekibi de dahil olmak üzere sözde darbe karşıtlarına bir güzel giydirmiştir. gavur bizi daha iyi anlıyor.
amerikalıların wto ya yapılan saldırılara taktıkları isim.
berlin duvarının çatırdağı tarihtir. tarihi biraz daha dikkatli okuyun evet rakamlar aa o da ne bu bir 9/11. umudun bir anlık karanfil gibi koktuğu tarihtir sonrası mı hala yaşıyoruz...
her şeyi dine bağlayarak köşe dönmeye çalışan yurdum satıcısı repliğidir. benzerleri olarak uzun don giymek sünnettir misfak kullanmak sünnettir denilebilir. hatta misfak özlü macun bile çıkratılıp para kırılabilir.
günümüzde kapitalizm karşıtı olsun olmasın her insanın okuması gereken kitap. doğru okursanız iyi bir kapitalist olmanın yolunuda anlatır.
marka giymenin bir özentilik yansıması mı yoksa bilinçli bir tüketici tercihi mi olup olduğunun anlaşılamadığı ülkemizde marka giymenin bir eleştiri unsuru olduğunu söylemek ne kadar öznel ve objektiftir tartışılır.
markalı ürünler kullanmanın iki tür karşılığı var ülkemizde. birinci türde markalı ürünün dayanıklılığı, uzun süreli kullanılması, sağlamlığı göz önüne alınıyor. bilinçli tüketici olma çabasında, daha çok değil daha uzun süreli kullanma peşinde olan bu türe sözümüz yok. ikinci tür ise o markayı reklamlarındaki hayat biçimine ait olabilmek adına kullanıyor. marka giyince bir new yorker olabildiğini zannediyor bu tür. markalar marka olabilmek için artık üründen ziyade yaşam biçimleri satıyorlar. entelektüel birikimi yüksekmiş gibi görünmek adına dockers’tan giyinip ikea’dan ev döşeyebiliyoruz. converse giyip yıpratılmış yada batik pantolonlarla bohem ruhumuzu ortaya serebiliyoruz. yani seyreltilmiş, kendimize ait olmayan ama trend olan tarzları kabullenmiş, onlara uymuş oluyoruz. batılılaşma ise daha başka bir fantezi. batının yolu markalardan geçseydi naomi klein “no logo” gibi bir yapıtı kaleme alır mıydı, 99 seattle gösterilerinde hayatı yaşanmaz kılan logolara saldırılar bu kadar çok olur muydu? batı toplumu logo çağını tartışmaya açmışken logoların batılılaşma yolu olduğunu söylemek ne kadar akılcıdır, bu da bambaşka bir yazı, film hatta roman olur. toplumsal eleştirinin, bireyin devletinin şekillendiği 68 kuşağı ve çevresinde gelişen olaylar bu gün marka olarak satılıyor. yani burada şunu anlıyoruz ki 68 kuşağı marka giymedi marka oldu. arabesk muhalefetin merkantalizmi, oligopolleri bir kurtuluş yolu olarak satması yeni milenyum ile başladı. kapitalizmin bile var olmakta zorlandığı, feodalizm uzantısı anlayışın yeniden hortladığı yüzyılımıza mahsus bir olay. george monbiot’nun manifestosunda da vurguladığı gibi kapitalizmin ahlaklı olabileceği kanısına varmış insanlar, logolar ve markalar çağını kapamaya çalışırken, oligopollerin ekmeğine yağ süren marka başkaldırısı gibi reklam haberler ülkemiz için yeni olsa da batıda uzunca bir zamandır uygulanıyor. tüketim ve marka toplumunun küresel ısınma gibi açmazlar için herhangi bir çözüm önerisi yok, stand by’da sıfır elektrik tüketen tv’ler üretmek dışında. yani “siz hala yerinizden kalkıp düğmeye basmayın, biz sizin yerinize hallettik” yalanları dışında pek açık bir öneri yok. öte taraftan gençlerin gazetesinde marka başkaldırısı. ironiler diyarı, batılılaşmayı daha çok tüketmeye bağlamış, arabesk kelimesinin iyi yaşandığı, aslında anası babası belli olmayan çocuklara söylenen o kelime kültürü ile dolu bir ülke batı mantığı felsefesini marka ile satın alma düşüncesi ile yoğrulan gençler. sonuç ne mi? kapitalizm için bile berbat bir tüketici yığını, sahte ürünler, korsan ürünler, kalite yerine sahte logolara verilen milyarlar, kayıt dışı ekonomi ve çöküş. burası türkiye. sebep ne bilmem ama sonuç ortada.
markalı ürünler kullanmanın iki tür karşılığı var ülkemizde. birinci türde markalı ürünün dayanıklılığı, uzun süreli kullanılması, sağlamlığı göz önüne alınıyor. bilinçli tüketici olma çabasında, daha çok değil daha uzun süreli kullanma peşinde olan bu türe sözümüz yok. ikinci tür ise o markayı reklamlarındaki hayat biçimine ait olabilmek adına kullanıyor. marka giyince bir new yorker olabildiğini zannediyor bu tür. markalar marka olabilmek için artık üründen ziyade yaşam biçimleri satıyorlar. entelektüel birikimi yüksekmiş gibi görünmek adına dockers’tan giyinip ikea’dan ev döşeyebiliyoruz. converse giyip yıpratılmış yada batik pantolonlarla bohem ruhumuzu ortaya serebiliyoruz. yani seyreltilmiş, kendimize ait olmayan ama trend olan tarzları kabullenmiş, onlara uymuş oluyoruz. batılılaşma ise daha başka bir fantezi. batının yolu markalardan geçseydi naomi klein “no logo” gibi bir yapıtı kaleme alır mıydı, 99 seattle gösterilerinde hayatı yaşanmaz kılan logolara saldırılar bu kadar çok olur muydu? batı toplumu logo çağını tartışmaya açmışken logoların batılılaşma yolu olduğunu söylemek ne kadar akılcıdır, bu da bambaşka bir yazı, film hatta roman olur. toplumsal eleştirinin, bireyin devletinin şekillendiği 68 kuşağı ve çevresinde gelişen olaylar bu gün marka olarak satılıyor. yani burada şunu anlıyoruz ki 68 kuşağı marka giymedi marka oldu. arabesk muhalefetin merkantalizmi, oligopolleri bir kurtuluş yolu olarak satması yeni milenyum ile başladı. kapitalizmin bile var olmakta zorlandığı, feodalizm uzantısı anlayışın yeniden hortladığı yüzyılımıza mahsus bir olay. george monbiot’nun manifestosunda da vurguladığı gibi kapitalizmin ahlaklı olabileceği kanısına varmış insanlar, logolar ve markalar çağını kapamaya çalışırken, oligopollerin ekmeğine yağ süren marka başkaldırısı gibi reklam haberler ülkemiz için yeni olsa da batıda uzunca bir zamandır uygulanıyor. tüketim ve marka toplumunun küresel ısınma gibi açmazlar için herhangi bir çözüm önerisi yok, stand by’da sıfır elektrik tüketen tv’ler üretmek dışında. yani “siz hala yerinizden kalkıp düğmeye basmayın, biz sizin yerinize hallettik” yalanları dışında pek açık bir öneri yok. öte taraftan gençlerin gazetesinde marka başkaldırısı. ironiler diyarı, batılılaşmayı daha çok tüketmeye bağlamış, arabesk kelimesinin iyi yaşandığı, aslında anası babası belli olmayan çocuklara söylenen o kelime kültürü ile dolu bir ülke batı mantığı felsefesini marka ile satın alma düşüncesi ile yoğrulan gençler. sonuç ne mi? kapitalizm için bile berbat bir tüketici yığını, sahte ürünler, korsan ürünler, kalite yerine sahte logolara verilen milyarlar, kayıt dışı ekonomi ve çöküş. burası türkiye. sebep ne bilmem ama sonuç ortada.
belki bu ülkede bir kuşak olabilecek genç bir kitle özgürlüğü yasağı kamusal olanı ve toplumsal sözleşmeyi tanımlayamadığı için 80’lerin o boğuk gri havası gibi bir hava içinde kısır ve genellikle birbirine düşmek sureti ile yok oluyor. 68’in tartışıldığı bu günlerde 68’i aşmak adına daha statükocu bir tavır takınan entelektüel gençlik var karşımızda. bende o gençlerden biriyim 68’i bütünüyle kabullenmek yada reddetmek mümkün değil. 68’i salt bilgi birikimine indirmekte mümkün değil. 68 mantığı ile 2008 mantığı bir olamaz yada herhangi biri mutlak olarak değerlendirilemez. iki 9/11 arası yaşayan bir kuşağın özgürlük tanımı yapması ne kadar zor ise özgürlüğü devletin değil bireyin istediği kadardır diye tanımlayan 68 zihniyetinin de zaten özgürsünüz demesi de bir o kadar zor. 2008 türkiye’si ve dünyası kargaşanın ve paradoksların bolca yaşandığı kölelik ile özgürlüğün birey ile statükonun iç içe geçtiği demokrasinin emperyalizm sayıldığı bir dönem. önder tutkusu idol yoksunu bir genç kitle ile idoller ile büyümüş günümüzde idolleşmiş kitle karşı karşıya. 68 tüketmeyi özgür kılan bir nesil. bu gün ise tüketim bir sistem dayatması olarak görülüyor. markalarını yaratmış 68 logo karşıtı bir muhalif hareketi tanımaya çalışıyor yada çalışıyor mu? beri yandan özgürlüğü küreselleşme ile bir tutan tüketmeyi her şey sayan genç nesil özgürlüğün sınırlarını statükonun değil bireyin belirleyebildiği bir dünya düşleyebiliyor mu. 68’e kafa tutmayı hiçbir zaman haddim olarak görmedim bana kafa tutmayı öğretenlere kafa tutmaktan ziyade diyalektik bir birliktelik sürdürmeyi daha mantıklı gördüm. kafa tutanları okudukça ilk başta statükocu falan olduğumu sandım. 68’e karşı başkaldıran kitlenin bende daha statükocu olduğunu fark etmem uzun sürdü. 68 karşıtları dediğimiz bu entelektüel kitle statüko ile omuz omuza vermiş 68’in kökünü kazıyor. fransa’nın başındaki gülünç adamda 68’in kökünü kazımaya ant içmiş bizim sözde statüko karşıtları da. hala statüko karşımızda biz statükoyu değil ilericileri eleştiriyoruz. biraz komik ve bir o kadarda trajik olan şu 68 kuşağı dediğimiz zaman evet clinton’u sayabiliriz blair de sayabiliriz. bu gün siyaset, medya, sanat alanında bir çok ismi sayabiliriz. bunların hepsi 68 kuşağı olduğunu gururla söyleyebilir. bu insanların yaptıkları ile bütün bir 68’i yargılamamız imkansız. zira sonuçta genelleme yapmış oluruz ve gene son tahlilde bütün genellemeler yanlıştır. fransa 1 mayısında ki benedit ile ab parlamentosundaki benedit farklı olabilir. ama bu fransa 1 mayısında ki benedit gerçeğini değiştirmez. seattle de toplanan gençler 68’e kafa tutabilirdi belki ama bu gün yeni statükoya sırtını vermiş sözde statüko eleştirisi yapanların bunu yapmaya hakkı olduğunu pek sanmıyorum. yerisine daha iyisini koyamadığımız sürece deniz gezmişi yüz yıllarca tartışırız. yaptığımız sadece mastürbasyondur uzanamadığımız ciğeri mundar ilan etmektir. denizlerin yolu bok yolu dahi olabilir. ama bir bok olamamış özgürlük ve toplumsal sözleşme kütüğüne bir çivi çakamamış duvar sonrası yitik jenerasyonların fukuyama’nın haşin kahkahalarında boğulmaya mahkum oldukları da yadsınmaz bir gerçektir. adalet ( bahsedilen adalet küresel adalet ayrıca bkz: george monbiot,) çevresinde şekillenen yeni muhalefeti elinin tersiyle itekleyip statükonun( hadi ayrıntılı olsun “yeni” diye okuyun statükonun başını) ona sunduğu bir damla tüketme vandallığı sayesinde 68’i yermek akıl karımıdır. başta dediğim gibi bütün bunlar bana seksenlerin o soğuk gri ve boğuk havasını hatırlatıyor. seksenler nasıl bitmişti hatırlayalım o duvarı yıkanlarda özgürlük çığlıkları atarak bunu yapmıştı. artık savaş olmayacak artık özgür olacaktık, tarihin sonu idi. özgür kölelerin cesur yeni dünyasında yüce ford’un emirlerinde olacaktık. 90 yılında abd irak’a saldırdı, barışın hala uzak bir ülke olduğunu anladık. şimdi guantamano esirleri, ebu garip gibi insanlık utançları ile karşı karşıyayız. yılda 1 milyon kişiye yakın insan açlık yüzünden ölüyor! 90 centlik zıbın 2 dolarlık kinin yüzünden yüz binlerce insan ölüyor! dünya hiç o kadar güllük gülistanlık olmadı. olması için ne kadar mücadele ettik? şimdinin aslan statüko karşıtları bu gerçekleri de heybelerine koysunlar. küresel adaleti hakim kılmanın yolu demokrasidir demokrasinin yolu da onu statükonun silahı olmaktan çıkartıp gerçek sahiplerine halklara teslim etmektir.
akp hükümeti iki uzun dönemdir ülke yönetiminde. yönetimleri boyunca yönetimlerinden ziyade yöntemleri tartışılan bir hükümetle karşı karşıyayız. akp hükümeti azınlık ve mazlum edebiyatından sıyrılıp çoğunluğun sesi ve savunucusuna dönüştü bunu yaparken mazlum edebiyatını elden hiç bırakmadı. beri yandan akp iktidarı sivil toplum ve onun sesini duyurduğu medyadan ise mutlak bir biat bekledi. yüzde 47 oyun karşılığının toplumda mutlak biat olarak algılanmasını istedi buda böyle olmayınca kendi sivil toplumunu kendi medyasını hatta kendi istediği sol düşünceyi yaratmaya girişti. demokrasi türk toplumunun adını çokça duyduğu ama en az fikir sahibi olduğu kavram. özal hükümetleri de demokrasinin gölgesinde nefeslendi durdu gel gelelim iki benzer görüşte demokrasiyi geliştirmekten ziyade onu ve kurumlarını zayıflatmaktan başka bir şey yapmadı. askerin siyasete karışması hatta demokrasiyi sekteye uğratması oldukça korkunç bir şey. bu ülke bu konu yüzünden oldukça geri kaldı. burada verilen bütün mücadelelere desteğim sonsuz. akp hükümeti de generalleri siyasetten uzak tutmak için akıllı bir manevra yaptı ve milletin fikrini aldı. 27 nisan muhtırasının arkasından gelen bu akıllı hareket ile asker bağrından çıktığı topluma ne kadar yabancılaştığını umarım anlamıştır. elbette asker milletin mesajını çok iyi algıladı aslına bakarsanız. bu mesajdan sonra terörle mücadelede alınan yol ve şehit haberleri ile asker milletin gönlündeki yeri sağlamlaştırdı. bunu bunun için yaptı demiyorum belki de süreç böyle gelişti ama sonuç millet ile arasında ki bağları tekrar kuvvetlendirdi. askerin görece siyasetten çekilmesi ile akp bazı hususlarda toplumun hassasiyetlerini bir kenara bıraktı kendi demokrasi anlayışına doğru koşar adımlar ile hareket etmeye başladı. türban özgürlüğünü demokrasimizin önceliği olarak ele aldı. bu önceliğini elde etmek için ise toplumsal mutabakatı bir kenara bıraktı. 301 gibi demokrasinin kara lekeleri göstermelik düzeltmeler ile gözden kaçırıldı. tartışmaların bütünü askerin 82 anayasası üzerinden yürütüldü geniş tabanlı bir sivil anayasa hayalleri demokratik öncelikler arasından çıkartıldı. avrupa birliği hedefine dair atılan adımlar giderek küçüldü türkiye kurulduğundan beri batıya dönük olan yüzünü doğunun liderliği gibi bir ütopya uğruna doğuya doğru çevirmeye başladı. tüm bu karışıklık içersinde ergenokon olayı giderek büyümeye başladı. liberal bir toplum yerini bir korku devleti üzerine bırakıyordu. bu sırada yargı darbesi denilen olay gerçekleşti ve akp hükümetine dava açıldı. dava devletin yaşamsal organlarını birbirine düşürdü ve de düşürmeye devam ediyor. akp hükümetinin askersiz sivil demokrasi hedefi yine devlet organlarına bilinçsizce kafa tutuşu ile askerin ekmeğine yağ sürmeye başladı. süreç oldukça sıkışık işliyor akp hükümetinin dış işleri bakanı babacanın yaptığı açıklamalar ise toplumun kamplaşmasını doruğa çıkartmaya yönelik. temmuz ayında akp ile ilgili yargı kararı büyük ihtimalle açıklanacak karar hangi yönde olacağı şu an için oldukça muğlak ve de muallak ama kararın hemen peşine ağustos ayında generaller görev devir teslimlerine başlayacak. büyükanıt paşa akıllı manevralar ile askerin imajını korumayı başardı 27 nisan muhtırasından sonra olan süreç askerin kaybettiği değil kazandığı bir süreç oldu. büyükanıt paşa sonrası süreçte askerin siyasete müdahalesi artabilir. kapatma davasını atlatan bir akp yeni bir 28 şubat ile karşılaşabilir. akp hükümetinin yapması gereken her hususta toplumsal mutabakat yolu aramasıdır. son zamanlarda başlattığı popülizm hareketinden hızla vazgeçmeli devletin yaşamsal organları ile barışmalıdır. ekonomik istikrarı seçim malzemesi olmaktan çıkarmalı popülist ekonomik yaptırımları bir kenara bırakmalı istikrarı sağlamalıdır. halkın bütünün üzerinde rıza üretebilen bir hükümet olmalıdır. zira asker karşısında ona zaferi getiren etken budur ona oy vermeyen kitlelerde akp hükümetinin yaptıklarına rıza gösterebilmiş asker karşısında ona destek vermiştir. akp türkiye’yi demokrasi ve refah ülkesi yapmayı hedefliyorsa hem toplumuyla hem de devlet organları ile barışmalıdır.
pesimist duyguların umuda harman olduğu yerin imzasız pazar mektuplarıdır. pazarlar her ne kadar ortak olsa da karamsarlık uyum bozukluk kimlik bölünmesi ortak pazarlarda yer bulamaz. ortak pazar sadece gülün ve de gülistanın birlikteliğidir. kalıtımsal bozukluklarını bir sonrakine bırakmak için yapılan tüp bebekler kadar laboratuar kokulu bozuk evrilmiş duyguların yansımalarıdır. fiziğin pazar gününe diyalektiğin doğan güneşe bağlandığı naylon mutluluklar günüdür pazar günleri.
mutlu pazarlar aslında mutsuz geçecek bir günü az hasarla atlatmanın acı temennisidir. tüm bu temenni ve zihin bozuklukları arasında duman avcılarına inat bir sigara yakılır. ne komik bir markadır ya rab harman kalmış esrarkeş serzenişi gibi. aslında ceza sahalarının da dumansız olması gerekir. naylon aile taklitleri dolu pazar günü sokaklarında kamusal alan olarak bellediğimiz özel mülkler alış veriş merkezlerinde olunamamışlıkların acısını mağaza vitrinlerinden ve cüzdanlarımızdan çıkartırız.
pazar günlerine dair anılarımız hep bozuktur da biz resmi ağzın dediğini yapar ve mutlu olmaya çalışırız. nazım’ın dizelerinde daha güzel anlatılır ya neyse pesimist ile peksimeti karıştırmış neo depresif jenerasyonun nazımı anlaması oldukça zordur. cuma günü iş yerlerinden çıkarken duyulan en ucube dilek nedir elbette iyi hafta sonları. sizinle olmayacağım iğrenç aşağılanmalardan uzak geçecek ve yaralarımı “de sade” ile el ele vererek deşeceğim. bunun için sizin sahte temennilerinize ihtiyacım yok diyemezsiniz. diyebilseniz belki neyse herhangi bir kışkırtıcılığa meyan vermeyen mitinglerin bile piknik havasında geçtiği iki yüzlü pazar günüdeyiz. yeşilmişiz tadında yapılan bitkisel nostalji sohbetlerinde neden acep hiç kimse peki biz neden solduk sorusunu sormaz.
sene geçen sene tadında bir anım var paylaşayım. yine olunamamışlıkların meze edildiği bir bar ortamında. sistem üzerine güzellemeler yaparken ömer madra kişisine gönderme yapma maiyetli bir açıklama yapmıştım. söylediğim küçük bir cümle hatta iki kelimeden oluşan bir önerme idi. çalışmak aşağılanmaktır dedim bunu bütün çalışan ve aşağılanan kardeşlerimle paylaşmak istemiştim. bu söz toplumumuzda derin bir infial yarattı efendim neden emeğiyle para kazanan insanlara böyle ağır bir ithamda bulunuyormuşum. kendi kendime düşünceye daldım herhangi bir savunma isteğim bile yoktu. tembellik hakkı, doğamız falan diye güzellemeler yapmadım. dediğim sadece şu idi arkadaşlar, bende çalışıyorum yani aşağılık olan bir tek siz değilsiniz bu sözü söyleyen adam başta kendisi olmak üzere sözü ağzından çıkarttı. neyse üretimin biricik kölelerini kendi başına bırakıp bol tuzlu ve ekşili bir tekila ile hangi dünyada olduğumu fark ettim.
hissettiğimi açıklamak için roman kahramanlarına sığınacağım kendimi tek biri gibi değil iki roman kahramanı gibi hissediyorum winston smith topluluk içinde ki beni tanımlamaya yetiyor kendisi george orwell’ın 1984 adlı kitabının kahramanıdır. genel hayat adamı olarak ise aldous huxley’in cesur yeni dünya’nın the savage’ı gibiyim elbette yaşadığım dünyada iki kitabın çizdiği distopya ile harman. doğanın bir insana sunduğu en büyük nimet üremektir diye düşünürüm tüm aksak ve bozuk yönlerimize rağmen eğer doğa bize bu şansı tanıyorsa üremelidir insan derim kendi kendime. beri yandan doğanın bu yeteneği sunmadıklarındansam yani genetik bir bozukluğa sahip ve üreme yeteneğim yoksa bir laboratuar faresine babalık yapmaktansa evlatlık edinmeyi tercih ederim o ayrı. cesur yeni dünya bu işin laboratuarlara teslim edildiği yerdir. insanı insan kılanda herhalde özel hayat denilen kavramamız olmasıdır. 1984’te bu hakkın devlet tarafından gasp edildiğini anlatır. bireyin yok edildiği köle sürülerinin dünyasıdır 1984. şimdi bakıyorum toplumsal bir losing my durumu var kah inançları kah hayatları kah kavramları. tüp bebek koktu gene gaz kaçırıyor hayat mutlu pazarlar.
mutlu pazarlar aslında mutsuz geçecek bir günü az hasarla atlatmanın acı temennisidir. tüm bu temenni ve zihin bozuklukları arasında duman avcılarına inat bir sigara yakılır. ne komik bir markadır ya rab harman kalmış esrarkeş serzenişi gibi. aslında ceza sahalarının da dumansız olması gerekir. naylon aile taklitleri dolu pazar günü sokaklarında kamusal alan olarak bellediğimiz özel mülkler alış veriş merkezlerinde olunamamışlıkların acısını mağaza vitrinlerinden ve cüzdanlarımızdan çıkartırız.
pazar günlerine dair anılarımız hep bozuktur da biz resmi ağzın dediğini yapar ve mutlu olmaya çalışırız. nazım’ın dizelerinde daha güzel anlatılır ya neyse pesimist ile peksimeti karıştırmış neo depresif jenerasyonun nazımı anlaması oldukça zordur. cuma günü iş yerlerinden çıkarken duyulan en ucube dilek nedir elbette iyi hafta sonları. sizinle olmayacağım iğrenç aşağılanmalardan uzak geçecek ve yaralarımı “de sade” ile el ele vererek deşeceğim. bunun için sizin sahte temennilerinize ihtiyacım yok diyemezsiniz. diyebilseniz belki neyse herhangi bir kışkırtıcılığa meyan vermeyen mitinglerin bile piknik havasında geçtiği iki yüzlü pazar günüdeyiz. yeşilmişiz tadında yapılan bitkisel nostalji sohbetlerinde neden acep hiç kimse peki biz neden solduk sorusunu sormaz.
sene geçen sene tadında bir anım var paylaşayım. yine olunamamışlıkların meze edildiği bir bar ortamında. sistem üzerine güzellemeler yaparken ömer madra kişisine gönderme yapma maiyetli bir açıklama yapmıştım. söylediğim küçük bir cümle hatta iki kelimeden oluşan bir önerme idi. çalışmak aşağılanmaktır dedim bunu bütün çalışan ve aşağılanan kardeşlerimle paylaşmak istemiştim. bu söz toplumumuzda derin bir infial yarattı efendim neden emeğiyle para kazanan insanlara böyle ağır bir ithamda bulunuyormuşum. kendi kendime düşünceye daldım herhangi bir savunma isteğim bile yoktu. tembellik hakkı, doğamız falan diye güzellemeler yapmadım. dediğim sadece şu idi arkadaşlar, bende çalışıyorum yani aşağılık olan bir tek siz değilsiniz bu sözü söyleyen adam başta kendisi olmak üzere sözü ağzından çıkarttı. neyse üretimin biricik kölelerini kendi başına bırakıp bol tuzlu ve ekşili bir tekila ile hangi dünyada olduğumu fark ettim.
hissettiğimi açıklamak için roman kahramanlarına sığınacağım kendimi tek biri gibi değil iki roman kahramanı gibi hissediyorum winston smith topluluk içinde ki beni tanımlamaya yetiyor kendisi george orwell’ın 1984 adlı kitabının kahramanıdır. genel hayat adamı olarak ise aldous huxley’in cesur yeni dünya’nın the savage’ı gibiyim elbette yaşadığım dünyada iki kitabın çizdiği distopya ile harman. doğanın bir insana sunduğu en büyük nimet üremektir diye düşünürüm tüm aksak ve bozuk yönlerimize rağmen eğer doğa bize bu şansı tanıyorsa üremelidir insan derim kendi kendime. beri yandan doğanın bu yeteneği sunmadıklarındansam yani genetik bir bozukluğa sahip ve üreme yeteneğim yoksa bir laboratuar faresine babalık yapmaktansa evlatlık edinmeyi tercih ederim o ayrı. cesur yeni dünya bu işin laboratuarlara teslim edildiği yerdir. insanı insan kılanda herhalde özel hayat denilen kavramamız olmasıdır. 1984’te bu hakkın devlet tarafından gasp edildiğini anlatır. bireyin yok edildiği köle sürülerinin dünyasıdır 1984. şimdi bakıyorum toplumsal bir losing my durumu var kah inançları kah hayatları kah kavramları. tüp bebek koktu gene gaz kaçırıyor hayat mutlu pazarlar.
hayatını iki ülke arasında sürdürmek zorunda kalan zavallılara jetlag kıllag derken alışkanlık haline gelen durum. bu zavallı insan evlatları abd de iken türkiye saatine geçerler narkoleptik gibi gezerler. (bkz: new york metrosunda ayakta uyuyan türk)
yazılmak ile yapışmak ayrımını yapamamış kişiliktir yapışkandır amiptir terliksidir tek hücrelidir. one night stand olayını türkiyede icat etmiş olan biz doksan kuşağı bile bu tiplere muhtaç ve potansiyel seri katil olarak bakar fazla yaklaşmayız yaklaşmayında.
zaman gazetesinin sol kanadı gibi davranan gazete. darbe karşıtlığı adı altında ortaya çıkmış haber varyetesi ile toplumsal grizu oluşturmaya çalışan iran usülü devrim için solcuları kullanmak adına çıkartılan gazete. spesifik olmayan değerleri bütünü ile gerçekmiş gibi satıyor bu gazete. darbe günlükleri hususunda bir gerçek vardır. bunlar habercilik etiği çerçevesi içersinde ele alındığı için gerçek ya da sahte denmen mahkeme tarafından kabul görmüştür. bu günlükler ne yüzde yüz gerçektir ne de sahte ama yüzde yüz gerçek diye pazarlamak tarafa yakışan bir davranıştır.
bir g8 arifesinde tekrar hatırlanması hatırlatılması gereken kıta. dünyada oluşan gıda krizinden yine en fazla etkilenen kıta afrikadır. mücevercilerin ve petrolcülerin desteklediği diktatörlerin elinde inleyen kıta afrikadır. 90 centlik zıbın olmadığı için sıtmaya yakalanan kıta afrikadır 2 dolarlık kinin bulunamadığı için ölen yine afrikadır. afrika plazma tvlerimizin bio yakıtlarımızın dumanında uçusmaktadır. afirka baş kaldırının isyanın çilenin düş kırıklıklarının kıtasıdır. teni kara zihni ak doğayla barışık yaşamların alındığı kıtadır. tft lcd bilgisayar ekranlarından bize yansımayan ama varlığı ve başına gelenlerin başımıza gelmemesi için bir sebep bulunmayan kıtadır. japonya da g8 toplanıyor o ada içinde bir o katil liderler olacak bir de ve ben benim gibiler siz kimlerdensiniz ve afrika için ne yapıyorsunuz. kimse bizim de yoksulumuz var demesin kaldırın trafikten araçların yüzde 20 sini yok edin sosyal adaletsizliği yani burada her şey bizim elimizde ya afrikada ?
artık yazmaya yer kalmamış oluşum biraz yazamaya abanınca eski nesil olmanın verdiği bir şansmıdır nedir aman yavaş gibi moderasyon mesajı alıyorsunuz.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?