hayal gücününü oldukça geliştirdiğini düşündüğüm eylem. zira görüntüler, sesler, hareketler filmlerde olduğu gibi hazır verilmez kitaplarda. siz, anlatılanlardan yola çıkarak kafanızda canlandırırsınız. kitaba kendinizi kaptırırsınız, iyi yazılmış bir kitapsa kitabın dünyasına o kadar çok girersiniz ki bir çok dünya, insan tanımış olursunuz. bu yorum gücünüzü, ufkunuzu geliştirir. kitap okumayana kitap okumanın faydalarını anlatmak boştur ne yazık ki. çünkü zaten dar dünyasının dışına çıkıp da sizin söylediklerinizi anlaması zordur. bir de kitap okumak bazı kesimler tarafından vakit kaybı olarak nitelendirilir. bu nitelemeyi yapanların çoğu vakitlerini daha mı yararlı şeylere harcarlar, tartışılır. veya kitap okuyanların garip olduğu, o yüzden çok kitap okumanın iyi olmadığını iddia edenler de vardır. düşünce dünyasını geliştirerek sürüden ayrılmak gariplik olarak algılanabilir sürüdeki bir insana. ama bu sürüdekilerin hepsinin doğru düşünüp, doğru yaşayıp da; sürüden ayrılan "garip" insanın yanlış düşündüğü anlamına gelmez. ama zaten okumayan, düşünmeyen insan kendi bildiğinin doğru olduğundan o kadar emindir ki... bir insanın bilgisi arttıkça bilgilerinden şüphe duyduğunu ve ne kadar az şey bildiğini fark ettiğini, buna rağmen az şey bilenlerin her şeyi bildiğini sandığını söyleyen bir söz vardır. oldukça doğrudur.
bir de kitap okumayı kendine yakıştıramayanlar, okuyanları da entel bozuntusu diye lekeleyen bir kesim vardır. bu kesim otobüste, kafede, orada burada boş duracak yerde kitap okumayı seçen insanları rahatsız etmek için elinden geleni yaparlar.
kitap okumak nasıl bir eylemse okuma oranı yüksek olan ülkeler hep gelişmiş ülkelerdir. acaba insanlar refah düzeyine eriştikleri için mi okurlar yoksa okudukları için mi refaha erişirler bilemiyorum. ama kimi kitaplar yasaklandığına göre kimi kitapların okunması da devletleri rahatsız ediyor olmalı.
kitap okumak; teşvik edilen, yasaklanan, hor görülen, özenilen,... bir eylem.
lisede dilimden düşmeyen şarkı. istanbul konserinde dinlerken büyük haz aldığım. "dont- no" olumsuzlarını bir arada kullanarak hem eğitime ihtiyacımız olduğunu belirtilmiştir, hem de waters nefret ettiği dil bilgisi öğretmenine görnderme yapmıştır. eğitimin düşünce kontrolü biçimine getirilmesinden duyulan bir rahatsızlık vardır parçada. klibideki hortlak yüzlü çocular, onların kıyma makinasında kıyılması, yürüyen çekiçler de ayrı etkileyicidir.
yurtdışında bolca oynanmış bir haldun taner oyunudur. kentin gecekondu mahallelerindeki yaşantıyı konu alır.
kötü bir şeydir. hem ayak işlerine sen bakarsın hem de ebeveynlerin gözünde hiç büyümezsin. senden büyük kardeşinin senin yaşında yaptığı şeyleri sen yapamazsın. çünkü küçüksündür sen. şımartılır gerçi. kavgalar da hep hoşgörülür, her istediği alınır ama özgürlük kısıtlıdır. bir de küçük kardeş büyüyene kadar anne baba iyice yaşlanır. evde sürekli bir sessizlik, bezginlik hali çöker. o yüzden küçük kardeşler büyük kardeşler kadar çok gezmemişlerdir aileleriyle. o güzel tatiller anne babanın daha genç günlerine denk gelen büyük kardeşlerin kısmetidir genelde.
avusturalyanın dibinde küçük bir ada vardır ki oraya türkçede verilmesi gereken addır. zira o adarda yakın zamanda kurulmuş bir cumhuriyet kurulmuştur ve vatandaşlarını gayler ve lezbiyenler oluşuturmaktadır.
erkeksi ve rahat olduğunu, kuralları kırdığını ispatlamaya çalışan; veya çok küfredilen bir ailede yetişmiş kızdır.
divan şairlerinin şiirlerini topladıkları kitap. divan edebiyatı adı buradan gelmektedir.
irvin d. yalomun bir kitabının adı. hasta- psikolog ilişkisini irdeler. terapi sürecinde bu hassas dengenin ne kadar korunabileceğini sorguluyor. kadın hastanın kendini anlayan, dinleyen erkek psikoloğa bağlanışını anlatır. kitaplarında böyle bir konuyu sıkça işlediğini düşünerek kendisinin de başına geldiğinden ve vicdan azabı çektiği için kendini kendine aklamaya çalıştığından şüphelenmekteyim.
irvin d. yalomun bir kitabının adı. hasta- psikolog ilişkisini irdeler. terapi sürecinde bu hassas dengenin ne kadar korunabileceğini sorguluyor. kadın hastanın kendini anlayan, dinleyen erkek psikoloğa bağlanışını anlatır. kitaplarında böyle bir konuyu sıkça işlediğini düşünerek kendisinin de başına geldiğinden ve vicdan azabı çektiği için kendini kendine aklamaya çalıştığından şüphelenmekteyim.
yazan, yazar.
şeytana tapılan din. laik bir ülkede yaşadığımıza göre her dinin inananı ibadetini yapmak da özgürse ve bunların inançları insan kurban etmeyi ibadet olarak görüyorsa, onların da dinine saygı duymamız gerekir mantıken. ama bazı durumlar mantığı aşıyor işte. yasaklasan inanç ve ibadet özgürlüğünü yasaklamış oluyorsun, yasaklamasan insanların hayatı tehlikeye atılıyor. aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık.
hallacı mansurun ölümüne sebep olmuş söz. her bilginin her yerde söylenmemesi gerektiğini örnektir. "ben tanrıyım." demektir. tasavvufun "dünyadaki her şey allahın bir parçasıdır. çünkü allah herkese kendi ruhundan üflemiştir." düşüncesinin özetidir. gerek divan edebiyatında, gerek tasavvuf edebiyatında hallacı mansura telmih olarak çok geçen bir cümledir.
öyle bir "hey on beşli"yi söyler ki... bu sene uludağ üniversitesinde verdiği konserle halk müziğinin de çok keyifli olabileceğini göstermiştir bana.
osmanlinin ilk başkentidir. dolayısıyla tarih vardır. tophaneye çıkarsanız, yeşile, ulucamiye giderseniz hala osmanlıyı solursunuz. canınız dağ havası almak istiyorsa teleferikle uludağa çıkarsınız. deniz havası istiyorsanız mudanyaya, burgaza gidersiniz. hem deniz hem köy sıcaklığını solumak istiyorsanız trilyeye gidersiniz. hem eski rum evlerini görürsünüz, hem de yoldan geçene halini hatrını soran insanlarla muhabete girebilirsiniz. dalgakıranda şarap içer, balık ekmek yersiniz. daha gölyazı var, suuçtu şelalesi var, misi köyü var, cumalıkızık var. şehir merkezinde akşam vakti içmek mi istedin? mis gibi tophane var, gece bakınca ışıl ışıl bursa manzaralı. yanından derenin aktığı setbaşı kafeleri var, kafe istemedin mi git temenyerine, gökdere bulvarına orada iç derenin yanında. balık mı istedin. mis gibi, yemyeşil kaplıkaya var. ya da deniz manzaralı mudanya. iskenderi de var bursanın, kestane şekeri de ya, evet onları yemek her bütçenin harcı değil. ama her bütçeye göre bir şeyler var yine de bursada. bursada okuyanlar veya yaşayanlar bursada yapacak bir şey olmadığını söyleyenler var. ama onlar yaşamasını bilmeyenler, kafeden bardan başka sosyal ortamlar bilmeyenler. bursada yapacak bir şey olmaması ise bahaneleri bence. isteyince hiç bir haftan diğeriyle aynı geçmeyebilir burada. her aradığın vardır. para mı gerek? nerede gerekli değil ki? yine de şunu belirtmem gerek. gündüz gözüyle bursada manzara görmek istiyorsa bir insan betonlaşmış ovadan yemyeşil dağa bakmalı. yemyeşil dağdan sadece betonlaşmış ova gözükür. bursada güzele çirkinden bakarsın.
camiye girmez, sinagoga sokmazlar. ne kadar yalvarsan nafile.
sınırlı sayıda üretilmiş bir rakıdır. oldukça lezzetlidir. yeşil etiketi ve kapağı da insanı çekmektedir. içilmesi gereken bir rakıdır.
kafam karışık olduğunda kitaplarını okuduğum yazar. sorularıma cevap bulmuyor, aksine kafamdaki soru işaretlerini arttırıyor. ama doğru sorular sormamı sağlayarak cevaba ulaşmamı sağlıyor. güzel sözcük oyunları yaptığı, başarılı eğretilemeleri olan denemelerden oluşur çoğu kitabı. şiirleri de böyledir. "ne ki hi." diye bir kitabı da vardır ki bu kitapta on yedi heceden oluşmuş, japon tarzı şiirlerini, haikularını toplamıştır. "ile" diye bir kitabı vardır ilişkiler üzerine. yıllardır odamda zmanını bekler okunmak için. her yazdığını anlamak mümkün olmayabilir. zaten anlamlar da kişiye göre değişebilir. yazdığı şeyde kendinden bir şey bulursan anlamlandırırsın yazdıklarını. "de ki işte" bence en güzel kitabıdır. hayat, ölüm ve felsefe üzerine notlar vardır.
"yaşadıklarımız öldürdüklerimizdir." (de ki işte)
"yaşadıklarımız öldürdüklerimizdir." (de ki işte)
1988 yunus nadi roman ödüllü "nü peride", "gölge yaşatan", "ilişmek" romanlarının yazarı. hacettepede ingiliz dil bilimi okumuştur. kendisi bursada yaşar ve bursanın tek öykü atolyesini yürütür. oldukça yararlı bir atolyedir.
insanlarının mutlu olmak adına sürekli tükettikleri, tükettikçe daha da mutsuz oldukları, mutsuz olunca da yine mutlu olmak için tükettikleri, bu kısır döngü içinde yaşayan toplum. reklamların, kliplerin, filmlerin bu düşünce üzerinde çok büyük etkisi olduğunu düşünürüm. bir klipte bir araba markası sponsor olur, klipte o araba gözükürse müziğin büyüsüne kapılan insan o arabaya sahip olundca kendisinin de hayatının o kadar etkileyici olacağını düşünür. fakat olmaz tabii. bu yüzden doyumsuzca yine başka bir yerde gördüğü başka bir nesneyi ister. o nesneye sahip olmak reklamındaki gibi etkileyici bir hayata sahip olmayı çağrıştırır. oysa etkileyici olan reklamdaki müziklerdir, çekim teknikleridir. mesela bir giyim markasının reklamında cıvıl cıvıl giyinmiş gençler vardı. gayet sarmaş dolaş, arkadaşça bir tabloydu ve insanlar sokaklarda dans ederken çekilmişti. mağazanın önünde bu tabloyu görünce etkilenmiştim ve hemen bir şeyler almak üzere içeri dalmıştım. neyse ki uçuk fiyatlar beni kendime getirmişti de gereksiz bir alışveriş yapmamıştım.
insanlara tüketime yönlendirmenin bir sürü değişik yolu vardır elbet. bu bir sürü yol insanlara mutluluğun yolunu tüketmek olarak gösteriyor. tüketince mutsuz olmaya devam eden insan daha çok tüketiyor ve doyumsuzlaşıyor. işte böylece bir tüketim toplumu doğuyor, doğuruluyor. tüketime, paraya bir din gibi inanan bir tüketim toplumu. bu yüzden neslimiz en güzel havalarda bile alışveriş merkezlerinde gezip, yeşilliğin ortasında açmış bir çiçeğe bakmak yerine alışveriş merkezlerindeki plastik çiçeklere bakarak kutluyorlar baharı. doğasından kopan insan da mutsuz oluyor elbet.
tüketim toplumu uyuşturulmuş bir toplumdur. ne yazık ki istemesek de ucundan kıyısından bulaştırılıyoruz bu topluma.
insanlara tüketime yönlendirmenin bir sürü değişik yolu vardır elbet. bu bir sürü yol insanlara mutluluğun yolunu tüketmek olarak gösteriyor. tüketince mutsuz olmaya devam eden insan daha çok tüketiyor ve doyumsuzlaşıyor. işte böylece bir tüketim toplumu doğuyor, doğuruluyor. tüketime, paraya bir din gibi inanan bir tüketim toplumu. bu yüzden neslimiz en güzel havalarda bile alışveriş merkezlerinde gezip, yeşilliğin ortasında açmış bir çiçeğe bakmak yerine alışveriş merkezlerindeki plastik çiçeklere bakarak kutluyorlar baharı. doğasından kopan insan da mutsuz oluyor elbet.
tüketim toplumu uyuşturulmuş bir toplumdur. ne yazık ki istemesek de ucundan kıyısından bulaştırılıyoruz bu topluma.
bir de galiba "mavi sakal 2" olarak geçen bir albümleri vardır ki "kan kokusu" ile o kadar farklıdır ki ikisinin de aynı grubun albümü olduğuna inanmakta hala zorlanırım. "kan kokusu" albümünün aksine oldukça hareketli, neşeli hatta cıvık denebilecek bir albümdür.
başında insanların domuzlar tarafından düşman ilan edildiği ve bu gazla çiftlikteki hayvanları devrim yapmaya götüren roman. 1985ün benzeri bir teması vardır. hayvanların yeni devrime sadakatle bağlanmalarını sağlayan marşlar, yeni sisteme uyamayanların veya sorgulayanların çiftlik dışında öldürülmesi, sonradan duruma göre ya düşman ya da devrim için ölen kahramanlar olarak gösterilmesi dikkat çekicidir. hayvanların önüne hedef olarak bir kule konması ve bu kule yapılınca her şeyin çok güzel olacağının iddia edilmesi dikkat çekicidir. nitekim o kule sürekli domuzlar tarafından yıkılır. böylece hayvanlar kulenin dikilmesi hayalinden başka bir şey düşünmezler. bu devrimi diğer bütün çiftliklere yayılması hayali ise yine komünizmi vurgular. kitap lenini eleştirir. "bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir." söyleminin geçtiği kısa roman.
okuduktan sonra insanı paranoyak yapan kitap. inançlarını, doğrularını yerle bir ediyor. ne izlediğin haberlere, ne öğretilenlere, gösterilenlere inanabiliyorsun. kitap komünizmi eleştiren bir distopya aslında ama kitabı okuyunca kimi sistemlerin diğerinden daha iyi olabileceğine dair inancın da kalmıyor. her koşulda birilerinin daha güçlü olacağını ve bu gücü kullanacağını, bu sırada da kitleleri koyun gibi güdeceğini, çevrendeki insanların içine düştükleri uyku halini çok çarpıcı bir şekilde fark ediyorsun. çünkü -romanda olduğu gibi- insanlar dün ne yediklerini, dün kendilerini ne anlatıldığını unutuyorlar ya da unutmuş gibi gözükmek zorunda bırakılıyorlar. böyle olunca da her söylenene inanıyorlar.
romanda çok beğendiğim bir olay da adama işkence ede ede en sonunda bir elde altı parmak olduğuna inandırmaları. insanlara bir şeyi zorla kabul ettirmeye çalışınca insan sonunda kendisinden şüpheye düşüyor ve yanlışı doğru olarak kabullenebiliyor demek ki. bu da zamanında yapılan işkencelerin mantığını açıklıyor. bunlar gibi daha bir çok imge var gözlerini açılmasını sağlayan.
bir kere okuduktan sonra bir daha başımı kuma gömmeyi beceremediğin roman. kuma gömemek iyi midir, kötü müdür orasını hala düşünüyorum.
romanda çok beğendiğim bir olay da adama işkence ede ede en sonunda bir elde altı parmak olduğuna inandırmaları. insanlara bir şeyi zorla kabul ettirmeye çalışınca insan sonunda kendisinden şüpheye düşüyor ve yanlışı doğru olarak kabullenebiliyor demek ki. bu da zamanında yapılan işkencelerin mantığını açıklıyor. bunlar gibi daha bir çok imge var gözlerini açılmasını sağlayan.
bir kere okuduktan sonra bir daha başımı kuma gömmeyi beceremediğin roman. kuma gömemek iyi midir, kötü müdür orasını hala düşünüyorum.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?