otobüste bir gencin kalkıp size yerini verdiği ilk gün...
herkese göre değişen listedir bu. nihayetinde güzel, çirkin hep izafi şeyler.
ingilizce commute kelimesinden türeyen, düzenli olarak toplu taşıma araçlarıyla seyahat etmek durumunda olan kişileri nitelemek için kullanılan bir kelime. nedense özellikle japonları aklıma getiriyor.
türban başı örtmeye yarayan uzun bez parçasına fransızcada verilen isimdir. fransızlar bu ismi farsça dülbend -- türkçede bugün kullandığımız tülbentin de maderidir -- kelimesinden almışlardır. bu da başı sarmaya, kuşatmaya yarayan uzun tül, yani tastamam "baş örtüsü" anlamına gelir.
peki neden tülbent yerine türban denilmektedir. yani "siyasal islamcı" oldukları iddia edilenler türkçeye de mal olmuş müslüman iranlıların “tülbend”i dururken frenkleşmiş türban kelimesini tercih etmektedir. bu sorunun cevabı gayet basit: çünkü aslında böyle bir tercih yoktur. buna delilim ise 1) 1980lerin başına dek türkiyede türban kelimesinin kullanılmıyor oluşudur. yani türbanın siyasal islamın simgesi olarak kullanılıyor olduğu savı bizleri bu tarihten evvel türkiyede siyasal islamın olmadığı sonucuna götürür ki bu varsayımın geçerli olmadığı aşikardır. 2) türban tek başına tesettürün karşılığı değildir. çünkü türban, tülbent veya başörtüsü sadece başı örten şeyin adıdır. oysa tesettürde eller, ayaklar ve yüz gibi kendiliğinden görülen yerlerin dışında bütün vücudun örtülmesi emredilir. siyasetle iştigal edecek kadar profan ve düzene başkaldıracak kadar protestan olduklarını bildiğimiz siyasal islamcılar neden pardesüyü veya çarşafı değil de türbanı simge seçsinler ki? 3) başı örtmek için kullanılan kumaşa -- diğer bütün araplar gibi -- siyasi islamın en şiddetli örneklerine ev sahipliği yapan mısırın müslümanları da hicab der. ülkeleri üzerindeki bariz fransız etkisine rağmen türban demezler. oysa bu kelime gerçekten siyasal islamın simgesi olsaydı, siyasal islam’ın en mühim merkezlerinden mısır’ın halkının da buna hicab değil türban demeleri gerekirdi. bir zamanlar muhammed ikbal gibi siyasi yönü ağır bir müslüman düşünüre dayelik yapmış hindistan halkının dastar değil türban demeleri lazımdı, vesaire. demek ki türban siyasi islamın genel geçer bir simgesi olamaz. belki iranda başörtüsünün bir çeşidine tülbend denilmesi ve iranlıların da siyasal islamın en gözönündeki temsilcileri olmaları böyle bir simgeleşmeyi makul gösterebilirdi. ama bu da mümkün değildir. zira iranın geleneksel tesettürü çarşafla özdeşleşmiştir. tülbent ile başın sarılıp kumaş ucunun omuzlardan bele sarkıtılması şeklindeki bağlama modeli ise lübnanlı şii kadınların tacizlerden korunmasını sağlamak amacıyla iran kökenli şii imam musa sadr tarafından rahibeler örnek alınarak icat edilmiş bir kolaylıktır.
şu üç delilin ve baştaki etimolojik izahın toplam bir hülasası şudur ki türban, tülbend ve başörtüsü kelimeleri arasında ancak üzüm ile raisin veya engürün tadları arasındaki kadar fark vardır.
o halde türbanın bu yalancı şöhreti nereden kaynaklanıyor? 80 ihtilalinden sonra evren paşanın meydan meydan dolaşıp kuran’ın bazı ayetleri üzerindeki şahsi yorumlarını delil göstererek başörtüsünün islamın bir emri olmadığına kalabalıkları ikna etmeye çalıştığı o mutantan mitingler çağında, o zamanlar kendilerine sadece “başörtülü” denilen kızlar ile üniversiteler arasında engeller yükselmeye başlamıştı. turgut özal 1983te başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz kucağında bulduğu bu yeni yeni filizlenen sorunu çözmek için az uğraşmadı ama tam anlamıyla başarılı da olamadı. baş örtüsünün anayasa mahkemesi kararı ile mutlak yasaklar arasına girmesiyle özal’ın partisindeki muhafazakar eğilim bir "ara çözüm" arayışına girişti. daha sonra bizzat özal’ın ağzıyla dillendirilen çözüm dahiyaneydi. kızlar dilerlerse fransızlar gibi başlarını örterek, yani türban takarak, derslere girebileceklerdi. saçları kapatırken boynu açıkta bırakan “türban” bir ara çözüm olarak bir ara rejim akabinde darbe kalıntılarını temizlemeyi görev edinen anap hükümeti tarafından önerilmişti ve tesettürden vazgeçemeyen ama okumak isteyen kızlarca da epey tutulmuştu. böylece modernliğin ve sekülerizmin en canlı merkezlerinden biri olan -- belki beşiği de diyebilirsiniz -- fransa’nın bir geleneği alınacak ve sonuçta hem isa’ya hem musa’ya yaranılacaktı. ne var ki üzümü yiyenlerin derdi sadece bağcıyı dövmekmiş ve meğer ne isa’yla ne de musa’yla işleri varmış. çünkü daha sonra bu yolun da önünü tıkadılar. hatta bu “dâhice” çözüm dehada delilik sınırını aştıklarına artık kesinlikle ikna olduğum darbe mahsulü kurumlar ve askeri iktidar marifetiyle modernliğin değil siyasal islamın bir simgesi haline getiriliverdi.
şimdi şu meydandaki apaçık ironi ile istihza etmemek, dalga geçmemek elde mi? çünkü türban takanların siyasal islamcı olduğunu savunmak, şapka devrimiyle halkı modernleştirmeye çalışanları mürteci diye tanımlamak kadar gülünçtür ve istihzaya layıktır. sözün özü, kavramlar “bile-isteye” harman edilmiş, sapla saman taammüden karıştırılmış, koyunlar kaynağa daha yakın duran kurtların suyunu bulandırmış.
peki neden tülbent yerine türban denilmektedir. yani "siyasal islamcı" oldukları iddia edilenler türkçeye de mal olmuş müslüman iranlıların “tülbend”i dururken frenkleşmiş türban kelimesini tercih etmektedir. bu sorunun cevabı gayet basit: çünkü aslında böyle bir tercih yoktur. buna delilim ise 1) 1980lerin başına dek türkiyede türban kelimesinin kullanılmıyor oluşudur. yani türbanın siyasal islamın simgesi olarak kullanılıyor olduğu savı bizleri bu tarihten evvel türkiyede siyasal islamın olmadığı sonucuna götürür ki bu varsayımın geçerli olmadığı aşikardır. 2) türban tek başına tesettürün karşılığı değildir. çünkü türban, tülbent veya başörtüsü sadece başı örten şeyin adıdır. oysa tesettürde eller, ayaklar ve yüz gibi kendiliğinden görülen yerlerin dışında bütün vücudun örtülmesi emredilir. siyasetle iştigal edecek kadar profan ve düzene başkaldıracak kadar protestan olduklarını bildiğimiz siyasal islamcılar neden pardesüyü veya çarşafı değil de türbanı simge seçsinler ki? 3) başı örtmek için kullanılan kumaşa -- diğer bütün araplar gibi -- siyasi islamın en şiddetli örneklerine ev sahipliği yapan mısırın müslümanları da hicab der. ülkeleri üzerindeki bariz fransız etkisine rağmen türban demezler. oysa bu kelime gerçekten siyasal islamın simgesi olsaydı, siyasal islam’ın en mühim merkezlerinden mısır’ın halkının da buna hicab değil türban demeleri gerekirdi. bir zamanlar muhammed ikbal gibi siyasi yönü ağır bir müslüman düşünüre dayelik yapmış hindistan halkının dastar değil türban demeleri lazımdı, vesaire. demek ki türban siyasi islamın genel geçer bir simgesi olamaz. belki iranda başörtüsünün bir çeşidine tülbend denilmesi ve iranlıların da siyasal islamın en gözönündeki temsilcileri olmaları böyle bir simgeleşmeyi makul gösterebilirdi. ama bu da mümkün değildir. zira iranın geleneksel tesettürü çarşafla özdeşleşmiştir. tülbent ile başın sarılıp kumaş ucunun omuzlardan bele sarkıtılması şeklindeki bağlama modeli ise lübnanlı şii kadınların tacizlerden korunmasını sağlamak amacıyla iran kökenli şii imam musa sadr tarafından rahibeler örnek alınarak icat edilmiş bir kolaylıktır.
şu üç delilin ve baştaki etimolojik izahın toplam bir hülasası şudur ki türban, tülbend ve başörtüsü kelimeleri arasında ancak üzüm ile raisin veya engürün tadları arasındaki kadar fark vardır.
o halde türbanın bu yalancı şöhreti nereden kaynaklanıyor? 80 ihtilalinden sonra evren paşanın meydan meydan dolaşıp kuran’ın bazı ayetleri üzerindeki şahsi yorumlarını delil göstererek başörtüsünün islamın bir emri olmadığına kalabalıkları ikna etmeye çalıştığı o mutantan mitingler çağında, o zamanlar kendilerine sadece “başörtülü” denilen kızlar ile üniversiteler arasında engeller yükselmeye başlamıştı. turgut özal 1983te başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz kucağında bulduğu bu yeni yeni filizlenen sorunu çözmek için az uğraşmadı ama tam anlamıyla başarılı da olamadı. baş örtüsünün anayasa mahkemesi kararı ile mutlak yasaklar arasına girmesiyle özal’ın partisindeki muhafazakar eğilim bir "ara çözüm" arayışına girişti. daha sonra bizzat özal’ın ağzıyla dillendirilen çözüm dahiyaneydi. kızlar dilerlerse fransızlar gibi başlarını örterek, yani türban takarak, derslere girebileceklerdi. saçları kapatırken boynu açıkta bırakan “türban” bir ara çözüm olarak bir ara rejim akabinde darbe kalıntılarını temizlemeyi görev edinen anap hükümeti tarafından önerilmişti ve tesettürden vazgeçemeyen ama okumak isteyen kızlarca da epey tutulmuştu. böylece modernliğin ve sekülerizmin en canlı merkezlerinden biri olan -- belki beşiği de diyebilirsiniz -- fransa’nın bir geleneği alınacak ve sonuçta hem isa’ya hem musa’ya yaranılacaktı. ne var ki üzümü yiyenlerin derdi sadece bağcıyı dövmekmiş ve meğer ne isa’yla ne de musa’yla işleri varmış. çünkü daha sonra bu yolun da önünü tıkadılar. hatta bu “dâhice” çözüm dehada delilik sınırını aştıklarına artık kesinlikle ikna olduğum darbe mahsulü kurumlar ve askeri iktidar marifetiyle modernliğin değil siyasal islamın bir simgesi haline getiriliverdi.
şimdi şu meydandaki apaçık ironi ile istihza etmemek, dalga geçmemek elde mi? çünkü türban takanların siyasal islamcı olduğunu savunmak, şapka devrimiyle halkı modernleştirmeye çalışanları mürteci diye tanımlamak kadar gülünçtür ve istihzaya layıktır. sözün özü, kavramlar “bile-isteye” harman edilmiş, sapla saman taammüden karıştırılmış, koyunlar kaynağa daha yakın duran kurtların suyunu bulandırmış.
güney lübnanda konuşlanmış, şii örgüt. hasan nasrallahın liderliğinde iran ve suriyenin desteği ile israile karşı savaş veriyor. israilin düzenli ordusu ise bütün kuvvetine rağmen hizbullahın gerilla taktikleri karşısında tam bir muvaffakiyet sağlayamadı.
şii olmasına rağmen örgütün sünni arap ülkeleri arasında popularitesinin giderek artmasınn sebebi de bu. posterleri suriye lideri beşşar el-essadın resimleriyle bir taşınıyordu şam yürüyüşlerinde. bu mesela baba essadın döneminde düşünülebilecek bir şey değildi.
şii olmasına rağmen örgütün sünni arap ülkeleri arasında popularitesinin giderek artmasınn sebebi de bu. posterleri suriye lideri beşşar el-essadın resimleriyle bir taşınıyordu şam yürüyüşlerinde. bu mesela baba essadın döneminde düşünülebilecek bir şey değildi.
ortadoğunun en büyük askeri gücüne sahip olduğuna inanılan yahudi devleti. ne var ki tarihinin belki de en kritik dönemlerinden birini yaşadığı şu sıralar etrafındaki ateş çemberini bertaraf edebileceği kuşkulu.
suriye ve iran arasındaki ittifakın kökleşmesine engel olamadı. iranın suriye üzerinden lübnandaki hizbullah gerillalarına 2000den bu yana, yani israilin güney lübnanı terketmesinin hemen akabinde başlayıp mütemadiyen silah ve lojistik destek sağlamasına da mani olamamıştır. bunda elbette hamas ve islami cihadın artan saldırıları karşısında ikinci bir cephe açmaktan kaçınması ve çıktığı lübnana kısa süre içinde yeniden girerek "tükürdüğünü yalama" görüntüsünden korkması rol oynadı. 2006daki asker kaçırma krizindeyse hava saldırıları ağırlıklı bir taarruza girişti. sonuçta mağlup olmaktan beter bir vaziyette geri çekilmek zorunda kaldı.
lübnanı haşat eden savaş neticesinde iran ve suriyenin keyfine diyecek yok. suriye dayılanıyor, cevap veremiyor. iran nükleer silah geliştiriyor, kalkışamıyor. iran suriye ittifakını bozmasına kısa vadede pek bir imkân yok. çember ise gün be gün daralıyor. ne de olsa "su uyur düşman uyumaz." iran israilin açık bir düşmanı ve nihai hedef olarak bu devleti haritadan silmeyi amaçlıyor. nükleer silah geliştirdiğinde ise işi bir hayli zor olacaktır. israil ise şu an bile iranla savaşamaz. bu onun çok büyük bir darbe alması hatta bitmesi anlamına gelir. zira irana savaşa girdiğinin ertesi günü mısır güneyden, suriye kuzeyden dalar. iran havadan ve karadan bir haftada israilin her yerine yayılır. israil çok güçlü olmasına rağmen ortadoğunun en kuvvetli üç ülkesiyele bugün başedebilemesi neredeyse imkansız. yom kippur mazi oldu.
çözüm ne? israilin varlığını sürdürebilmesinin değişik yolları var. analize girmeden başlıklar halinde hemen şunları sıralamak mümkün. amerika iranı vurur, nükleer çalışmalarını akim bırakır. türkiye kuzey ıraka girer, ortadoğuda iranı ve suriyeyi yakacak bir yangın yükselir. amerika suriyeye girer. güney lübnan amerikalı veya daha geniş katılımlı, mesela bm çatısı altındaki askeri gücün kontrolüne geçer.
suriye ve iran arasındaki ittifakın kökleşmesine engel olamadı. iranın suriye üzerinden lübnandaki hizbullah gerillalarına 2000den bu yana, yani israilin güney lübnanı terketmesinin hemen akabinde başlayıp mütemadiyen silah ve lojistik destek sağlamasına da mani olamamıştır. bunda elbette hamas ve islami cihadın artan saldırıları karşısında ikinci bir cephe açmaktan kaçınması ve çıktığı lübnana kısa süre içinde yeniden girerek "tükürdüğünü yalama" görüntüsünden korkması rol oynadı. 2006daki asker kaçırma krizindeyse hava saldırıları ağırlıklı bir taarruza girişti. sonuçta mağlup olmaktan beter bir vaziyette geri çekilmek zorunda kaldı.
lübnanı haşat eden savaş neticesinde iran ve suriyenin keyfine diyecek yok. suriye dayılanıyor, cevap veremiyor. iran nükleer silah geliştiriyor, kalkışamıyor. iran suriye ittifakını bozmasına kısa vadede pek bir imkân yok. çember ise gün be gün daralıyor. ne de olsa "su uyur düşman uyumaz." iran israilin açık bir düşmanı ve nihai hedef olarak bu devleti haritadan silmeyi amaçlıyor. nükleer silah geliştirdiğinde ise işi bir hayli zor olacaktır. israil ise şu an bile iranla savaşamaz. bu onun çok büyük bir darbe alması hatta bitmesi anlamına gelir. zira irana savaşa girdiğinin ertesi günü mısır güneyden, suriye kuzeyden dalar. iran havadan ve karadan bir haftada israilin her yerine yayılır. israil çok güçlü olmasına rağmen ortadoğunun en kuvvetli üç ülkesiyele bugün başedebilemesi neredeyse imkansız. yom kippur mazi oldu.
çözüm ne? israilin varlığını sürdürebilmesinin değişik yolları var. analize girmeden başlıklar halinde hemen şunları sıralamak mümkün. amerika iranı vurur, nükleer çalışmalarını akim bırakır. türkiye kuzey ıraka girer, ortadoğuda iranı ve suriyeyi yakacak bir yangın yükselir. amerika suriyeye girer. güney lübnan amerikalı veya daha geniş katılımlı, mesela bm çatısı altındaki askeri gücün kontrolüne geçer.
council of foreign relations (dış ilişkiler konseyi) adlı kuruluşun yayın organı. iki ayda bir yayınlanır. uluslararası ilişkilerle ilgilenen herkesin mutlaka bir yolunu bulup takip etmesi gerekir. abonelerine bir dolara muazzam kitapları edinebilme gibi acaip güzel fırsatlar sunan bu derginin dünyayı yöneten gizli örgütlerle ilişkisi olduğu iddiaları kulağıma gelmiştir.
anlamı yabancı ilişkiler veya dış işler gibidir. ama neye veya kime göre dış ya da yabancıdır orasının bilemem. sahipleri amerikandır amerikan olmalarına da dünyanın her yerinden yazarlara yer verirler sayfalarında.
küresel politikanın en etkin yayın organıdır. çıkan makaleler bütün ülkelerde dış işleri ve istihbaratçılar taraından ilgiyle takip edilir. tabii diplomasi tek kaynakla hareket etmez de en azından farklı bir bakış açısı da görümüş olur.
anlamı yabancı ilişkiler veya dış işler gibidir. ama neye veya kime göre dış ya da yabancıdır orasının bilemem. sahipleri amerikandır amerikan olmalarına da dünyanın her yerinden yazarlara yer verirler sayfalarında.
küresel politikanın en etkin yayın organıdır. çıkan makaleler bütün ülkelerde dış işleri ve istihbaratçılar taraından ilgiyle takip edilir. tabii diplomasi tek kaynakla hareket etmez de en azından farklı bir bakış açısı da görümüş olur.
egenin kimi yörelerinde rastladığım bir deyim ki patavatsız, pervasız ve dahi terbiyesiz kişilere söylenir: "seninle konuşmak gicirgenle g.t silmeye benziyor."
hesaplamalarda kolaylık olsun, körpe beyinli küçük öğrenciler beyin zafiyeti geçirmesin diye yapılmış masum bir yuvarlama. haa! aya fezaya gideceksen zaten 3.14 de alsan olmaz. piyi pi diye almak, olduğu gibi kabul etmek lazım..
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?