(bkz: çekiştirmek)
giybet
bir muslumanin veya zimminin yuzune karsi soylendigi zaman hoslanmayacagi veya kalbinin kirilacagi bir sozu, hali veya hareketi giyabinda, yâni bulunmadigi yerde soylemek, hareketiyle gostermek veya ima etmek. kapali soylemek, isaretle, hareketle bildirmek, yaziyla duyurmak da, hep soylemek gibi giybettir.
hadis-i serifte buyruldu ki: “bir kimse icin soylenen kusur onda varsa bu soz giybet olur. yoksa buhtan yani iftira olur.”
hadis-i serifte buyruldu ki: “bir kimse icin soylenen kusur onda varsa bu soz giybet olur. yoksa buhtan yani iftira olur.”
(bkz: dedikodu)
bu konuyla ilgili, çağımızın değerli insanlarından sayın ahmet f yükselin bir yazısı var idi:
toplumu kemiren illet
islam dini, orjinal olanı idraklere yerleştirmeye çalışırken, ‘ilahi hükümler’ olarak bildirilen ve tümü sistemin çalışma tarzı ile ilişkili olan farzları, kelime-i şehadet, namaz, oruc, hac ve zekat ile sınırlamamış; “yalan söylememek, kendinden önce karşıdakinin menfaatini düşünmek (kur’an’da buna ‘isar’ adı veriliyor), diline hakim olmak, gıybet etmemek gibi teklifleri de bu çerçeveye dahil etmiştir.
içinde bulunduğumuz sistemi kavratıp öze yönelmeyi sağlayan böylesi tavsiyelere kulak vermeksizin yaşamanın sonucu insanı felakete sürükleyecektir.
çok değil, bundan yirmi-yirmi beş yıl önce toplumun, mistik alan dışında yaşayan insanları arasında dahi, belli başlı ahlaki kurallar geçerliydi. bugün, yukarıda kısmen dökümü yapılan ve farz kapsamına giren davranışlar, sonuçları düşünülmeksizin rahatlıkla ihlâl edilmektedir.
menfi yönlü değerlerin artışıyla özellikle, gıybet, zina, iftira vasıflı konular da günlük hayatımıza yerleşip tabanımızda sabitleşmiştir.
öyle ki her akşam değişik kanallarda dedikodu üretim merkezi olarak kabul edilen, her türlü rezaletin büyük bir hoşgörü ile sergilendiği "paparazzi" programları ve gayesinden uzak biçimde hazırlanan “spor show” türü yapımların izlenme oranının maalesef çok yüksek düzeyde olması acıdır. insanımızın ne halde olduğunu gösteren açık bir belgedir.
esasen resulallah efendimiz’in yaşam şeklini her karesiyle örnek almamız gerekirken, biz “o şunu yapmış, bu şöyle demiş; filan şöyle giyinmiş yakışmamış; fişmekanda varmış da sizde niye olmasınmış” gibi lâkırdılarla günlerimizi geçirmekteyiz.
yapılanların, söylenenlerin nereye varabileceğini kestirebilseydik, bu tür olaylardan uzak durabilecek her türlü tedbiri alır, lûgatimizden “im” ve “miş” eklerini kaldırırdık, hem de acilen...
kur’an, varlığımızı kemiren bu yaşam biçimine değinmiş ve sonuca "helak olan toplumlar" diye tarif getirmiştir.
evet; efendimizin, "gıybet, zinadan da kötüdür. adam zina eder, sonra tövbe eder ve allah da onu bağışlar; ama gıybet edenin bağışlanması, gıybet ettiği kişinin affı olmadan mümkün değildir." hadisi şerif’inin yanı sıra hucurat suresi’nin 12. ayetinin bir bölümünde;
"birbirinizin gıybetini etmeyin, sizin biriniz kardeşinizin ölmüş haldeyken etini yemek ister mi?.. bundan tiksindiniz değil mi! o halde allah’tan korkun" uyarısıyla sosyal yaşamda hiç de hoş karşılanmayan, aynı zamanda ruhun genel yapısını menfi (günah) potansiyele dönüştüren akıl almaz durum vurgulanmaktadır...
kötü huy ve ahlâk bozukluğu olarak görülen “gıybet” kavramına, humeze suresinin birinci ayetinde de “yuh olsun arkadan çekiştirenlerin, kaş göz işareti yapıp alay edenlerin tümüne” denerek dikkât çekilmektedir.
mirac’la ilgili hadiste hazreti rasûlullah’ın "cehennem ehlinin gıybetten azap görenlerini, ölü eti yer bir halde" gördüğü ifade edilmektedir.
başka örneklerle konuya açıklık getirelim;
hazreti aişe radıallahu anha anlatıyor;
"resulullah sallallahu aleyhi ve selleme;
-safiyenin şu kusurları, boyunun kısa olması sana yeter!.. dedim... resulü ekrem
-öyle bir söz konuştun ki denize atılsa, denizi bulandırır. ve kokuturdu!.. buyurdu.
dikkat edelim, efendimiz eşine dahi bu ikazı yapmada tereddüt etmiyor!..
hz resulü ekrem sordu:
-gıybet nedir biliyor musunuz?..
ashap cevapladı:
-allah ve resulu bilir...
-kardeşini hoşuna gitmeyen şeyle anmandır.
birisi sordu:
-dediğim şeyler kardeşimde varsa, ne buyurursun?.
-söylediğin, şayet onda varsa, ona gıybet etmiş bulunursun!.. ve eğer onda yoksa ona iftira etmiş olursun. (müslim)
büyük günahlar hadisinde, zinanın yedi büyük günahtan biri olarak geçtiğini, gıybetin de ‘zinadan otuz altı defa daha şiddetli’ olduğunu düşünürseniz, varın gerisini hesap edin artık...
efendimiz, bırakın bir kimse veya konu hakkında beyanda bulunmayı, yoruma dahi girmezdi. yorumsuz bir yaşantının vardığı kapı, zati tecellidir. hemen hatırlatalım; bu kapı önce hz. resulullaha açılmıştır.
nice insanlar var ki, çeşitli kulluk görevlerini yerine getirirken "kişiye günah olarak sadece dili yeter" hadisindeki uyarıyı dikkâte almadıkları halde, gerçek mümin oldukları zannıyla yaşar giderler, olanlardan habersiz...
ulu orta konuşmanın bir değer taşımadığını bilen büyüklerimiz, insana hiçbir şey kazandırmayan boş sözleri, bloke edebilmek için “söz gümüşse, sükut altındır” demişlerdir.
hz.resulullah’ın halifelik görevini ifa eden ve diğer halifeler gibi, her hutbesi farz olan hz.osman’ın ilk hutbesi suskunlukla geçmiştir. bu harekete bir anlam veremeyen sahabiler, anlatılmak istenileni daha sonra kavrayabilmişlerdir.
tasavvuf ehli işaret edilen noktayı, “kâl değil, hâl ehli olmak” şeklinde dile getirmiştir.
şimdi bütün bu açıklamalar istikametinde konuyu bir de teknik yönden izah etmeye ve biraz beyin hakkında malûmat vermeye çalışalım...
size dizinizin altında, beyninizden daha başka kararlar verecek ikinci bir beyin olduğunu söylesem, bana vereceğiniz yanıt “hadi canım saçmalama, tüm kararlarımı aklımla beynimle alıyorum böyle şey tabi ki olamaz” şeklinde olacaktır. yerden göğe kadar da haklısınız. biyolojik yapıda istemsiz görev yapan kalbin dışında, bütün azaları yöneten bir tek beyin vardır.
ancak sanıldığı gibi, beyinde tad alma, görme, koklama, renk ayırımı vs. özellikler yoktur. dıştan gelen bu özellikler deşifre edilir ve lokal bölgelerde mânâ olarak algılanır. artı ve eksiye dayanan bir çalışma sistemiyle ruha kayıt yapılır.
ve her beyin kendi frekansına uygun yapılarla sürekli iletişim içindedir. bu frekans uyumunu enerji alışverişi olarak kabul etmeliyiz.
diyelim ki, bir kimse hakkında, onun istemeyeceği şekilde konuşuldu. konu, dış görünüş itibarı ile gıybettir. buradaki işlem de, ruhtaki artıların, başka bir deyişle sevapların dedikodusu yapılan kişiye aktarılmasıdır.
şayet, gıybet edende (+) (sevap) yoksa, otomatikman onun eksileri alınır. yani günahları!..
gıybet eden, tövbe etmişse ne olur ;
artılarını gönderir, buna mani olmak mümkün değildir. ancak karşı tarafın eksileri devreye girmez, bize ulaşamaz. "gıybet edenin bağışlanması, gıybet ettiği kişinin affı olmadan mümkün değildir." hadisini bu şekliyle algılamak gerekir.
görüntü ile olmasa da gıybeti edilen kişinin affetmesi (beyinsel işlevlerde eksilerin durdurulması) sizde " tövbe etme " idraki ile yerini bulacaktır. yani sizde tövbeyi oluşturan idrak, gıybet ettiğiniz kişinin talebi ile meydana gelmiştir. akla şöyle bir sual gelebilir; gıybeti edilen kişi, bunu biliyor mu?
biz sistemin nasıl ve ne şekilde çalıştığının farkında değiliz. anlatılanlar beyinsel işlevlerdir. bir başka şekilde meydana gelebilecek “kul hakkı” nı da bu denklem ile çözebilirsiniz. zira, “allah seriül hisab”dır. mahşere kalmadan anında hesap görülmektedir. orada yaptıklarımızı açıkça görebileceğiz. mahşerdeki hesaplaşmanın anlamı budur.
efendimiz, bu noktalar itibarı ile bizi uyararak gıybetin zararlarından bahsetmektedir.
şöyle ki, “sakın düşündüğünü fiil noktasına getirme. şayet diline hakim olamazsan oluşan manalar istikametinde beyinde (+) ve (-) yani günah ve sevap işlemleri devreye girecek” demektedir.
aslında, bu nokta algılayamadığımız bir şekilde, beyinlerin rezonansa girmesiyle düşünce boyutunda başlamakta, dilde sona ermektedir. önemli olan, menfi düşüncenin dile ulaşmamasıdır. zira, insan düşüncelerinden mesûl değildir. bakara suresi’ndeki 284. ayetin, anlatılan konu ile ilgisi yoktur. bu ayetin yorumunu bir başka sefere yapacağım.
kulaklarımıza küpe olacak bir hadis ile konuyu bitirelim.
" hifzi lisan , selametül insan " (lisanına, diline sahip olan selamete erer.)
allah muin’iniz olsun.
(bu yazı akit gazetesinde ve aylık yeni dünya dergisinde yayınlanmıştır.)
toplumu kemiren illet
islam dini, orjinal olanı idraklere yerleştirmeye çalışırken, ‘ilahi hükümler’ olarak bildirilen ve tümü sistemin çalışma tarzı ile ilişkili olan farzları, kelime-i şehadet, namaz, oruc, hac ve zekat ile sınırlamamış; “yalan söylememek, kendinden önce karşıdakinin menfaatini düşünmek (kur’an’da buna ‘isar’ adı veriliyor), diline hakim olmak, gıybet etmemek gibi teklifleri de bu çerçeveye dahil etmiştir.
içinde bulunduğumuz sistemi kavratıp öze yönelmeyi sağlayan böylesi tavsiyelere kulak vermeksizin yaşamanın sonucu insanı felakete sürükleyecektir.
çok değil, bundan yirmi-yirmi beş yıl önce toplumun, mistik alan dışında yaşayan insanları arasında dahi, belli başlı ahlaki kurallar geçerliydi. bugün, yukarıda kısmen dökümü yapılan ve farz kapsamına giren davranışlar, sonuçları düşünülmeksizin rahatlıkla ihlâl edilmektedir.
menfi yönlü değerlerin artışıyla özellikle, gıybet, zina, iftira vasıflı konular da günlük hayatımıza yerleşip tabanımızda sabitleşmiştir.
öyle ki her akşam değişik kanallarda dedikodu üretim merkezi olarak kabul edilen, her türlü rezaletin büyük bir hoşgörü ile sergilendiği "paparazzi" programları ve gayesinden uzak biçimde hazırlanan “spor show” türü yapımların izlenme oranının maalesef çok yüksek düzeyde olması acıdır. insanımızın ne halde olduğunu gösteren açık bir belgedir.
esasen resulallah efendimiz’in yaşam şeklini her karesiyle örnek almamız gerekirken, biz “o şunu yapmış, bu şöyle demiş; filan şöyle giyinmiş yakışmamış; fişmekanda varmış da sizde niye olmasınmış” gibi lâkırdılarla günlerimizi geçirmekteyiz.
yapılanların, söylenenlerin nereye varabileceğini kestirebilseydik, bu tür olaylardan uzak durabilecek her türlü tedbiri alır, lûgatimizden “im” ve “miş” eklerini kaldırırdık, hem de acilen...
kur’an, varlığımızı kemiren bu yaşam biçimine değinmiş ve sonuca "helak olan toplumlar" diye tarif getirmiştir.
evet; efendimizin, "gıybet, zinadan da kötüdür. adam zina eder, sonra tövbe eder ve allah da onu bağışlar; ama gıybet edenin bağışlanması, gıybet ettiği kişinin affı olmadan mümkün değildir." hadisi şerif’inin yanı sıra hucurat suresi’nin 12. ayetinin bir bölümünde;
"birbirinizin gıybetini etmeyin, sizin biriniz kardeşinizin ölmüş haldeyken etini yemek ister mi?.. bundan tiksindiniz değil mi! o halde allah’tan korkun" uyarısıyla sosyal yaşamda hiç de hoş karşılanmayan, aynı zamanda ruhun genel yapısını menfi (günah) potansiyele dönüştüren akıl almaz durum vurgulanmaktadır...
kötü huy ve ahlâk bozukluğu olarak görülen “gıybet” kavramına, humeze suresinin birinci ayetinde de “yuh olsun arkadan çekiştirenlerin, kaş göz işareti yapıp alay edenlerin tümüne” denerek dikkât çekilmektedir.
mirac’la ilgili hadiste hazreti rasûlullah’ın "cehennem ehlinin gıybetten azap görenlerini, ölü eti yer bir halde" gördüğü ifade edilmektedir.
başka örneklerle konuya açıklık getirelim;
hazreti aişe radıallahu anha anlatıyor;
"resulullah sallallahu aleyhi ve selleme;
-safiyenin şu kusurları, boyunun kısa olması sana yeter!.. dedim... resulü ekrem
-öyle bir söz konuştun ki denize atılsa, denizi bulandırır. ve kokuturdu!.. buyurdu.
dikkat edelim, efendimiz eşine dahi bu ikazı yapmada tereddüt etmiyor!..
hz resulü ekrem sordu:
-gıybet nedir biliyor musunuz?..
ashap cevapladı:
-allah ve resulu bilir...
-kardeşini hoşuna gitmeyen şeyle anmandır.
birisi sordu:
-dediğim şeyler kardeşimde varsa, ne buyurursun?.
-söylediğin, şayet onda varsa, ona gıybet etmiş bulunursun!.. ve eğer onda yoksa ona iftira etmiş olursun. (müslim)
büyük günahlar hadisinde, zinanın yedi büyük günahtan biri olarak geçtiğini, gıybetin de ‘zinadan otuz altı defa daha şiddetli’ olduğunu düşünürseniz, varın gerisini hesap edin artık...
efendimiz, bırakın bir kimse veya konu hakkında beyanda bulunmayı, yoruma dahi girmezdi. yorumsuz bir yaşantının vardığı kapı, zati tecellidir. hemen hatırlatalım; bu kapı önce hz. resulullaha açılmıştır.
nice insanlar var ki, çeşitli kulluk görevlerini yerine getirirken "kişiye günah olarak sadece dili yeter" hadisindeki uyarıyı dikkâte almadıkları halde, gerçek mümin oldukları zannıyla yaşar giderler, olanlardan habersiz...
ulu orta konuşmanın bir değer taşımadığını bilen büyüklerimiz, insana hiçbir şey kazandırmayan boş sözleri, bloke edebilmek için “söz gümüşse, sükut altındır” demişlerdir.
hz.resulullah’ın halifelik görevini ifa eden ve diğer halifeler gibi, her hutbesi farz olan hz.osman’ın ilk hutbesi suskunlukla geçmiştir. bu harekete bir anlam veremeyen sahabiler, anlatılmak istenileni daha sonra kavrayabilmişlerdir.
tasavvuf ehli işaret edilen noktayı, “kâl değil, hâl ehli olmak” şeklinde dile getirmiştir.
şimdi bütün bu açıklamalar istikametinde konuyu bir de teknik yönden izah etmeye ve biraz beyin hakkında malûmat vermeye çalışalım...
size dizinizin altında, beyninizden daha başka kararlar verecek ikinci bir beyin olduğunu söylesem, bana vereceğiniz yanıt “hadi canım saçmalama, tüm kararlarımı aklımla beynimle alıyorum böyle şey tabi ki olamaz” şeklinde olacaktır. yerden göğe kadar da haklısınız. biyolojik yapıda istemsiz görev yapan kalbin dışında, bütün azaları yöneten bir tek beyin vardır.
ancak sanıldığı gibi, beyinde tad alma, görme, koklama, renk ayırımı vs. özellikler yoktur. dıştan gelen bu özellikler deşifre edilir ve lokal bölgelerde mânâ olarak algılanır. artı ve eksiye dayanan bir çalışma sistemiyle ruha kayıt yapılır.
ve her beyin kendi frekansına uygun yapılarla sürekli iletişim içindedir. bu frekans uyumunu enerji alışverişi olarak kabul etmeliyiz.
diyelim ki, bir kimse hakkında, onun istemeyeceği şekilde konuşuldu. konu, dış görünüş itibarı ile gıybettir. buradaki işlem de, ruhtaki artıların, başka bir deyişle sevapların dedikodusu yapılan kişiye aktarılmasıdır.
şayet, gıybet edende (+) (sevap) yoksa, otomatikman onun eksileri alınır. yani günahları!..
gıybet eden, tövbe etmişse ne olur ;
artılarını gönderir, buna mani olmak mümkün değildir. ancak karşı tarafın eksileri devreye girmez, bize ulaşamaz. "gıybet edenin bağışlanması, gıybet ettiği kişinin affı olmadan mümkün değildir." hadisini bu şekliyle algılamak gerekir.
görüntü ile olmasa da gıybeti edilen kişinin affetmesi (beyinsel işlevlerde eksilerin durdurulması) sizde " tövbe etme " idraki ile yerini bulacaktır. yani sizde tövbeyi oluşturan idrak, gıybet ettiğiniz kişinin talebi ile meydana gelmiştir. akla şöyle bir sual gelebilir; gıybeti edilen kişi, bunu biliyor mu?
biz sistemin nasıl ve ne şekilde çalıştığının farkında değiliz. anlatılanlar beyinsel işlevlerdir. bir başka şekilde meydana gelebilecek “kul hakkı” nı da bu denklem ile çözebilirsiniz. zira, “allah seriül hisab”dır. mahşere kalmadan anında hesap görülmektedir. orada yaptıklarımızı açıkça görebileceğiz. mahşerdeki hesaplaşmanın anlamı budur.
efendimiz, bu noktalar itibarı ile bizi uyararak gıybetin zararlarından bahsetmektedir.
şöyle ki, “sakın düşündüğünü fiil noktasına getirme. şayet diline hakim olamazsan oluşan manalar istikametinde beyinde (+) ve (-) yani günah ve sevap işlemleri devreye girecek” demektedir.
aslında, bu nokta algılayamadığımız bir şekilde, beyinlerin rezonansa girmesiyle düşünce boyutunda başlamakta, dilde sona ermektedir. önemli olan, menfi düşüncenin dile ulaşmamasıdır. zira, insan düşüncelerinden mesûl değildir. bakara suresi’ndeki 284. ayetin, anlatılan konu ile ilgisi yoktur. bu ayetin yorumunu bir başka sefere yapacağım.
kulaklarımıza küpe olacak bir hadis ile konuyu bitirelim.
" hifzi lisan , selametül insan " (lisanına, diline sahip olan selamete erer.)
allah muin’iniz olsun.
(bu yazı akit gazetesinde ve aylık yeni dünya dergisinde yayınlanmıştır.)
(bkz: kul hakkı)
Yüzüne söyleyecek kadar cesareti olmayan insan eylemi.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?