yunancaya dilimizden girmis bir kelime.cacik.
ozbekcede,kapalak.
turkmence,perişde.
(bkz: tasaklari opulesi insanlar)
içerik ve duygusallık olarak digerlerinden ayrı tutulmasi gereken 2003 cikisli moloko albumu.
roisin ve mark’ın ayrılmış olmaları,ardından albümün herseye ragmen birlikte çıkarılmis olmasi,grubun diger albümlerindeki her bir parça başka bir konuyu anlatırken bu albümün tek bir tema üzerine kurulmuş olması statues’un farklı olmasının sebeplerinden.
roisin ve mark’ın ayrılmış olmaları,ardından albümün herseye ragmen birlikte çıkarılmis olmasi,grubun diger albümlerindeki her bir parça başka bir konuyu anlatırken bu albümün tek bir tema üzerine kurulmuş olması statues’un farklı olmasının sebeplerinden.
1996 yılında kurulmus ingiliz grup.
belli bir kalıba oturmayan soundu ve duruşu ile farkli bir isim.
grup iki kişiden oluşuyor; roisin murphy ve mark brydon.
ikili birbirleriyle bir kulüpte dans ederken tanışıyor. roisin murphy, mark’a "do you like my tight sweater ?" seklinde yaklasiyor.. bu şekilde tanisan ikili arasında bir aşk başlıyor. her ikiside müzik yapmaktan hoşlandıkları için moloko’yu kuruyorlar ve tanışmalarının şerefine ilk albümlerinin adını "do you like my tight sweater?" koyuyorlar..
çalışmalarında 80’lerin disko müziğinin çağdaş versiyonunada rastlayabileceğimiz moloko, üretken bir grup. ikişer yıl ara ile 4 albüm çıkarmaları bunun bir kanıtı.
do you like my tight sweater? - 1997
i am not a doctor - 1998
things to make and do - 2000
statues - 2003
belli bir kalıba oturmayan soundu ve duruşu ile farkli bir isim.
grup iki kişiden oluşuyor; roisin murphy ve mark brydon.
ikili birbirleriyle bir kulüpte dans ederken tanışıyor. roisin murphy, mark’a "do you like my tight sweater ?" seklinde yaklasiyor.. bu şekilde tanisan ikili arasında bir aşk başlıyor. her ikiside müzik yapmaktan hoşlandıkları için moloko’yu kuruyorlar ve tanışmalarının şerefine ilk albümlerinin adını "do you like my tight sweater?" koyuyorlar..
çalışmalarında 80’lerin disko müziğinin çağdaş versiyonunada rastlayabileceğimiz moloko, üretken bir grup. ikişer yıl ara ile 4 albüm çıkarmaları bunun bir kanıtı.
do you like my tight sweater? - 1997
i am not a doctor - 1998
things to make and do - 2000
statues - 2003
(bkz: danny tenaglia)
1999’de kod muzik etiketi ile yayınlanan ve turkiye’de o gune kadar yayinlanan ilk dans muzigi albumu olan mert yucel project his albumu ile produksiyon yasamına baslayan dj.
ilk uluslararasi cikisini bir tribal house klasigi olan underground sound of lisbon so get up parcasina yaptigi remix ile gerceklestirmistir.
ilk uluslararasi cikisini bir tribal house klasigi olan underground sound of lisbon so get up parcasina yaptigi remix ile gerceklestirmistir.
(bkz: minimal house)
(bkz: progressive house)
(bkz: bonibon)
(bkz: ibo the gansta)
eksik siir’in yine sezen tarafindan yazilan onsozu;
bu kitap yakınlarımın, çoklukla da şarkılarımdaki sözlerle daha fazla ilişki kuranların, uzun yıllardır süregelen ısrarları sonucu oluştu. ille de olmalı mıdır sorusu çok kurcaladı beynimi açıkçası. epey bir süre çekimser kaldım. düz düşününce zaten vardılar, ortadaydılar, müziğini çekip aldığınızda şiire ne kadar yakın durursa dursun eksik kalan o sözler bir araya toplandığında bir bütünlük oluşturabilir miydi?
yaptığı işlerden bir türlü tam manasıyla memnun kalamayan, bir sonrakinde eksiğini gediğini giderme telaşı ile arkasına bakmadan bir acele yürüyüp gitmek isteyen insanlar için bu hep böyledir. eski defterleri karıştırmaktan haz etmezler. hele benim gibi yazmakla da yetinemediği için deli gibi kalabalıkların önüne atılıp çığırmaktan kendini alamayanlar…
örneğin gittiğiniz herhangi bir yerde birilerinin hemen albümünüzü çalmaya başlayarak gösterdiği incelik ve nezaket sizin için nasıl bir azaba dönüşebilir mümkün değil kestiremezsiniz. hatta bazen bütün hata ve kusurlarınızın yüzünüze vurulduğu, sonsuza dek kendinizi dinlemeye mahkûm edilip cezalandırıldığınız fantezisine kadar akıl yoldan çıkabilir.
kendi başıma geldiği için mecburen anladığım bu yarı gerçek, yarı hayal dünyasında seyredenlere has taşkın duygularla uçlarda savrulma hali, seyredene “gülü seven dikenine katlanır” dedirtir, seyredilenin ömrünü tüketir. oysa şarkı, şiir, hikâye, roman her neyse yazma anı (plansız, programsız hakiki yazma anından söz ediyorum) yazanı da seyircisi yapan olağanüstü haldir. yazarsınız ama sahibi olamazsınız. çok içeride bir yerden ortak bir gizli bilgiyi hatırlamakta olduğunuzu hissedersiniz. ama ürettiğiniz her ne ise tamamlandığında ‘ben” sizi yeniden ele geçirir. bir dahaki yazma ânına kadar bu eşsiz kendiliğindenliği unutursunuz. çünkü onu diğerleri ile paylaşma süreci başlamıştır. zeka, akıl, süslemecilik, sunum, satış, gösteriş, özetle profesyonel alan devreye girer. artık o ilk ânın saflığı içinde değilsinizdir. sizi gitgide daha da huzursuz kılan bu çelişkidir - aklın o saflığın gücüne hiçbir zaman erişemeyeceğini içten içe bilmek...
işte böyle ün nedir, ünlü olmak gerçekte neyi temsil eder, bir ünlü inisiyatifi dışında kendine yüklenen eksi, artı anlamlara ne mesafede durmalıdır, durabilir mi, bu karşılıklı bir delilik hali midir, olağan mıdır, anılar yazılmalı mıdır, yeni şarkılar üretirken "best of "lar yapılmalı mıdır, içinden müziği alınmış sözlerden kitap olur mu ve bu gibi daha bir dolu karmaşık his ve düşüncenin içinde maymun olduğum günlerden birinde, bir cümle beni netleştirdi. yıldırım’la (türker) sohbet ediyorduk; “borcun var” dedi. hafifleyiverdim. seyreden de, seyredilen de kendi tarafından bakar doğal olarak, görecelidir ama gerçek tektir. ve herkes gerçek olanı sezer, vicdanla sezer. borcum var, farkettim ki ben bir tek bundan eminmişim zaten kayıtsız şartsız.
bu kitabın oluşması için direncimin kırılma noktası bu cümledir. oluştu, sıra geldi önsöze. aklıma birbirinden güzel, manalı, süslü binlerce cümle geldi. insanın aklına ilk öylesi geliyor bir türlü yakasını kurtaramadığı beğendirme derdi yüzünden. denedim, vazgeçtim. hiç kimsenin yutmadığını, ve ilk yazma anını hatırladım, kalemimi o anın getirdiklerine bıraktım. inşallah önsöze benzemiştir.
bu kitap yakınlarımın, çoklukla da şarkılarımdaki sözlerle daha fazla ilişki kuranların, uzun yıllardır süregelen ısrarları sonucu oluştu. ille de olmalı mıdır sorusu çok kurcaladı beynimi açıkçası. epey bir süre çekimser kaldım. düz düşününce zaten vardılar, ortadaydılar, müziğini çekip aldığınızda şiire ne kadar yakın durursa dursun eksik kalan o sözler bir araya toplandığında bir bütünlük oluşturabilir miydi?
yaptığı işlerden bir türlü tam manasıyla memnun kalamayan, bir sonrakinde eksiğini gediğini giderme telaşı ile arkasına bakmadan bir acele yürüyüp gitmek isteyen insanlar için bu hep böyledir. eski defterleri karıştırmaktan haz etmezler. hele benim gibi yazmakla da yetinemediği için deli gibi kalabalıkların önüne atılıp çığırmaktan kendini alamayanlar…
örneğin gittiğiniz herhangi bir yerde birilerinin hemen albümünüzü çalmaya başlayarak gösterdiği incelik ve nezaket sizin için nasıl bir azaba dönüşebilir mümkün değil kestiremezsiniz. hatta bazen bütün hata ve kusurlarınızın yüzünüze vurulduğu, sonsuza dek kendinizi dinlemeye mahkûm edilip cezalandırıldığınız fantezisine kadar akıl yoldan çıkabilir.
kendi başıma geldiği için mecburen anladığım bu yarı gerçek, yarı hayal dünyasında seyredenlere has taşkın duygularla uçlarda savrulma hali, seyredene “gülü seven dikenine katlanır” dedirtir, seyredilenin ömrünü tüketir. oysa şarkı, şiir, hikâye, roman her neyse yazma anı (plansız, programsız hakiki yazma anından söz ediyorum) yazanı da seyircisi yapan olağanüstü haldir. yazarsınız ama sahibi olamazsınız. çok içeride bir yerden ortak bir gizli bilgiyi hatırlamakta olduğunuzu hissedersiniz. ama ürettiğiniz her ne ise tamamlandığında ‘ben” sizi yeniden ele geçirir. bir dahaki yazma ânına kadar bu eşsiz kendiliğindenliği unutursunuz. çünkü onu diğerleri ile paylaşma süreci başlamıştır. zeka, akıl, süslemecilik, sunum, satış, gösteriş, özetle profesyonel alan devreye girer. artık o ilk ânın saflığı içinde değilsinizdir. sizi gitgide daha da huzursuz kılan bu çelişkidir - aklın o saflığın gücüne hiçbir zaman erişemeyeceğini içten içe bilmek...
işte böyle ün nedir, ünlü olmak gerçekte neyi temsil eder, bir ünlü inisiyatifi dışında kendine yüklenen eksi, artı anlamlara ne mesafede durmalıdır, durabilir mi, bu karşılıklı bir delilik hali midir, olağan mıdır, anılar yazılmalı mıdır, yeni şarkılar üretirken "best of "lar yapılmalı mıdır, içinden müziği alınmış sözlerden kitap olur mu ve bu gibi daha bir dolu karmaşık his ve düşüncenin içinde maymun olduğum günlerden birinde, bir cümle beni netleştirdi. yıldırım’la (türker) sohbet ediyorduk; “borcun var” dedi. hafifleyiverdim. seyreden de, seyredilen de kendi tarafından bakar doğal olarak, görecelidir ama gerçek tektir. ve herkes gerçek olanı sezer, vicdanla sezer. borcum var, farkettim ki ben bir tek bundan eminmişim zaten kayıtsız şartsız.
bu kitabın oluşması için direncimin kırılma noktası bu cümledir. oluştu, sıra geldi önsöze. aklıma birbirinden güzel, manalı, süslü binlerce cümle geldi. insanın aklına ilk öylesi geliyor bir türlü yakasını kurtaramadığı beğendirme derdi yüzünden. denedim, vazgeçtim. hiç kimsenin yutmadığını, ve ilk yazma anını hatırladım, kalemimi o anın getirdiklerine bıraktım. inşallah önsöze benzemiştir.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?