(bkz: atı alan üsküdar ı geçti)
olgun insan.
(bkz: ben insan değil miyim)
(bkz: alma)
(bkz: yeşil elma)
(bkz: acth)
italyancada evet demek.
rhcp şarkısı.
sözleri :
and if i had a clue id know exactly
what to do
if i were the wiser of the two
and if i saw it all so clear
id write it down and bend your ear
if i were the clearer of the two
we could take a walk into the
canyons of 5th avenue
sing and dance... just to name a few
all i do
all i do
and if i heard the angels sing id
sing it back to you and bring the
sound of heaven ringing just for you
and if i saw the sun fall down
id pick it up and make a crown
one that was a perfect fit for you
we could take a walk
into the apple orchard by the school
we could make a little residue
we could find a place to stay
a secret little hide away
spend a little time inside of you
all i do
all i do
all eyes
all eyes
all eyes on you
all i do
all i do
all i do
all i do
sözleri :
and if i had a clue id know exactly
what to do
if i were the wiser of the two
and if i saw it all so clear
id write it down and bend your ear
if i were the clearer of the two
we could take a walk into the
canyons of 5th avenue
sing and dance... just to name a few
all i do
all i do
and if i heard the angels sing id
sing it back to you and bring the
sound of heaven ringing just for you
and if i saw the sun fall down
id pick it up and make a crown
one that was a perfect fit for you
we could take a walk
into the apple orchard by the school
we could make a little residue
we could find a place to stay
a secret little hide away
spend a little time inside of you
all i do
all i do
all eyes
all eyes
all eyes on you
all i do
all i do
all i do
all i do
(yitirdiğin her şeyde kazandığın bir şey var; kazandığın her şeyde biraz yitirdiklerin. bu yüzden birileri hep ısınıp dururken dinmez üşümelerin...)
ben de benim olmayan şeylerle varım; benim olan zaten benimse, olmayan şeylerle... varsam, buradaysam belki de onlar için... yüzün için belki de, yüzün nerede?
birbirini tekrarlayan günlerin yaslı boğuntusunda nedir aradıkları insanların? bu koşuşturmada, bin telaşla… herkes birileriyle bir mutluluk düşü kuruyor; o düşle ıslanıyor, o düşle uyuyup uyanıyorlar; sonra düşleri de yakıyor günler.bu kez yeni bir düş daha kuruyorlar; sonra bir daha, bir daha! bütün düşleri yakıyor günler...yaşam yanıltmanın, insanlar yanılmanın ustası oldukça yine yeni düşler deniyor ve deneniyorlar...
işte her düşün peşine bir şarkıyı takıyorlar. düş gidiyor, peşisıra şarkı da. birden
paramparça oluşunu görüyorlar düşlerin. her düşle bir şarkıyı yakıyorlar...şar-
kılar yakıyorlar, şarkılar onları yakıyor sonra...
/insan,
insanın diyalektiğine tükürüyor; insanı yakıyorlar! /
bunları düşünüyorum ve akıp gidiyor günler siyah beyaz resimler hırçınlığında. sormuştun ya, işte her şey ortada, her şey! önce kuşları vurdular orada, paramparça parçaları bir yana; bir bir savruldu yangınların ortasına kanatları da! soluk soluğa dışarıdayım, seni buldum... seni buldum ya, bu kez seni vurdular orada, seni...her şey sürdü yine, her şey! baktım ki daha durmuş uzayın rengini demliyor asalak dünya. baktım ki dağlar ve güller yine akraba; daha bembeyaz uyurken kadınlar o esmer uykularda. oysa seni vurmuşlardı, seni, orada!
sonra gelip geçen her sabahla öyle susadım ki yüzüne yokluğunda... yüzünü özledim, yüzünü, anlasana! “anlasana” diye yazdım ve üç nokta koydum yanına, ama boşuna, boşuna; “boşuna! ” diye yazdım ve kalkıp dışarı çıktım. saat 0.5’i birkaç dakika ve bir miktar saniye geçiyordu; ağaran günün teninden sağanak dökülüyordu.yüzünü aradım...
yüzünü aradım: kalan kuşlar sen bu kentteymişsin gibi uçuyorlardı. insanlar kalabalık ve kabarıktı; silahları ellerine, tetikleri parmaklarına göre seçiyorlardı.
uçaklar pike yaparken bu kentin göklerinde, bak dedim, bakacak bir göğümüz bile kalmadı işte! yüzünü aradım gökyüzünde...
yüzünü aradım: sabahın tenine birer birer dağılırken işçiler; yüzünü aradım rastgele atılırken kahve önlerine iskemleler. günler siyah beyaz resimler hırçınlığında ve ben burada, bir eski çağ enkazında...kızlar, boyanıp kuşanıp kız kıza dans ederken düğünlerde, yüzünü aradım, kendi olan yüzünü düğünlerde... sonra gelinler korkularını atmışlardı eşiklere; yorgunluktu sonrası işte, yüzünü aradım gelinlerde...
yüzünü aradım, geçtim...
geçtim: şarkıları paramparça görmekten, bu satırları yazmaktan geçtim! oysa hep kalemimle değil, bir gün kanımla kıpkızıl yazmak istedikleri vardı benim de; onları henüz yazmamış olmaktan geçtim... çalışma masamdan kalkarak elimdeki fincanı duvara çarpıp paramparça etmekten geçtim...
geçtim: sabahla birlikte kaynayan çorba kazanlarının kokularından, yol boyu uykularını alamamış köpeklerin korkularından; siyah ışıklardan, çoğalan çocuklardan, azalan ağaçlardan, arabesk feryatlardan ve ucuz umutlardan...
“iyiyim, sağol, sen nasılsın”lı merhabalardan; ağır ağır yayılan çöp kokularından, farlarını kapamayı unutmuş taşıtlardan, feodal şatolardan ve yasalara yelkovanlık yapıp, kendinin saniyesi bile olamayanlardan…
hızla kirlenen bir dünyadan hızla geçtim...
geçtim: sensizliğin tahriş olmuş sızılarından, eksoz homurtularından, cami avlularından, düşleri iğdiş orospulardan, yasadışı iş yapan yasa memrularından ve ellerini çaldırmış ellerime bakmaktan geçtim; sensizliğe inanmamaktan...
baktım, sis kaplamıştı kenti; dağılsa sanki bir..k varmış gibi! sisleri yarıp geçtim... yoktun, kendimden geçtim; kızdım, dağıttım, sana küfürler ettim...
bir bilsen sana ne güzel küfürler ettim; yoksa kederden geberecektim…gök-
yüzü her şeyi ağır ağır izledi; gökyüzünün renginden geçtim...
sonra yeni kuşlar üşüştü gökyüzüne. bir sevindim, bir sevindim; gökyüzü yüzlerce kanattı işte! ama sen, sen orada bir serçe gibi üşüyor muydun yine?
üşüyordun ve bunu biliyordum; çünkü her şey ortada, her şey! bak, kimin temiz bir göğü varsa kirletip bırakmışlar avuçlarına; bu yüzden insanlar elleri ceplerde çıkıyorlar sabahlara. coşkular deprem, sevinçler sıtma...
söyle senin yüzün nerede, yüzün? nerede başlar bir aşk ve biter, nerede? nerelere gömerim seni ben, nerelerde ölürsün oysa sen! nerede, yüzün nerede?
sonra çıkıp bu kentin uğultusuna çarpıyorum; bu kent de uğultusunu bana çarpıyor, çarpışıyoruz, kimseler görmüyor... bir sorudur: “kurtarıcılar işgalci olabilir mi? ya da işgalciler kurtarıcı? ”bir de oturup yüreklerden damlayan terin hesabını tutuyorum... hesabını, kimselerin bilmediği bahçelerin dudağında kanayan uzak güllerin. sevgiye bütün misillemelerin, gecelerin, seslerin, kederlerin... karacadağlı bir çocuğun kan çıbanının, şemdinlili bir ağıdın, kasrik’ten esen poyrazın, peru’da bir balıkçının ve botan’da yakılan köy evlerinin...öyle acı ki her şey unutmak istiyorum... kendimi bir menekşenin rengine, bir gülüşe k(atıp) unutmak! unutma düşüncesini bile unutmak...
yitirmiştim o aşkın kimliğini, hükümsüzdü... hükümsüze hükümlü bir aşkı unutmak istiyorum...ve asker çocukları, mapus çocukları, ayyaş babalara sitemsiz çocukları, yitirilmiş çocuklukları...uçarı bir çocukluğu yitirmiş benim de yüzüm; yüzüm, zamansız ihtilallerde. iitilalleri tutun, çocuklar erken yaşlanmasınlar! yaraları tutun, güçleri öpüştürün, gökyüzünü dönüştürün; yoksa ölünür alnında günün! ölmeleri hani sessiz, hani genç, unutmak istiyorum...eski
yoldaşların gözbebeklerinde kanayan bir düşün düşüşünü unutmak!
unutmasam, ben de kalemimi kendim için kıracağım...
biz kapkara gecelerin göğünde küçük, ak noktalardık; bir düşünün, ne aklıklar gizler gece; ne aklıklar öyle susar gecede, ama öyle öyle çok gecedir ki gece, aklığımızı büsbütün örtecek kadar...
örtülüşünü
usulca
aklığımızın,
unutmak istiyorum...
işte bundan coşkuyu sevmiyorum artık öyle kabara köpüre nehirler gibi; siz orada kalabalık kalın, sağolun, yalnızlık iyi, yalnızlık iyi...
yalnızdım, üşüyordum ey özlem! beni bir gün bu özlem öldürecekti. ölecektim bir gün erken, belki kederden… yakın o gün! beni yakın, savrulup aksın külle- rim dicle nehrinden...
akıp geçerken günler siyah beyaz resimler hırçınlığında, sormuştum ya, işte her şey ortada, her şey!
ben ölürüm; dağlar ve güller yine akraba.../
artık gün doğunca bütün darağaçlarını kursunlar, kursunlar, kur-sun-laar! her şey bu kadar güzelken, böyle bir yanıyla sığ yaşanana, boğulana, savrulana, kirlenene dalkavukluk, çirkinliğe figüranlık etmekten bık-tıııııııım!
ya kuşlar? sahi, ne demek ister kalan kuşlar?
ben de benim olmayan şeylerle varım; benim olan zaten benimse, olmayan şeylerle... varsam, buradaysam belki de onlar için... yüzün için belki de, yüzün nerede?
birbirini tekrarlayan günlerin yaslı boğuntusunda nedir aradıkları insanların? bu koşuşturmada, bin telaşla… herkes birileriyle bir mutluluk düşü kuruyor; o düşle ıslanıyor, o düşle uyuyup uyanıyorlar; sonra düşleri de yakıyor günler.bu kez yeni bir düş daha kuruyorlar; sonra bir daha, bir daha! bütün düşleri yakıyor günler...yaşam yanıltmanın, insanlar yanılmanın ustası oldukça yine yeni düşler deniyor ve deneniyorlar...
işte her düşün peşine bir şarkıyı takıyorlar. düş gidiyor, peşisıra şarkı da. birden
paramparça oluşunu görüyorlar düşlerin. her düşle bir şarkıyı yakıyorlar...şar-
kılar yakıyorlar, şarkılar onları yakıyor sonra...
/insan,
insanın diyalektiğine tükürüyor; insanı yakıyorlar! /
bunları düşünüyorum ve akıp gidiyor günler siyah beyaz resimler hırçınlığında. sormuştun ya, işte her şey ortada, her şey! önce kuşları vurdular orada, paramparça parçaları bir yana; bir bir savruldu yangınların ortasına kanatları da! soluk soluğa dışarıdayım, seni buldum... seni buldum ya, bu kez seni vurdular orada, seni...her şey sürdü yine, her şey! baktım ki daha durmuş uzayın rengini demliyor asalak dünya. baktım ki dağlar ve güller yine akraba; daha bembeyaz uyurken kadınlar o esmer uykularda. oysa seni vurmuşlardı, seni, orada!
sonra gelip geçen her sabahla öyle susadım ki yüzüne yokluğunda... yüzünü özledim, yüzünü, anlasana! “anlasana” diye yazdım ve üç nokta koydum yanına, ama boşuna, boşuna; “boşuna! ” diye yazdım ve kalkıp dışarı çıktım. saat 0.5’i birkaç dakika ve bir miktar saniye geçiyordu; ağaran günün teninden sağanak dökülüyordu.yüzünü aradım...
yüzünü aradım: kalan kuşlar sen bu kentteymişsin gibi uçuyorlardı. insanlar kalabalık ve kabarıktı; silahları ellerine, tetikleri parmaklarına göre seçiyorlardı.
uçaklar pike yaparken bu kentin göklerinde, bak dedim, bakacak bir göğümüz bile kalmadı işte! yüzünü aradım gökyüzünde...
yüzünü aradım: sabahın tenine birer birer dağılırken işçiler; yüzünü aradım rastgele atılırken kahve önlerine iskemleler. günler siyah beyaz resimler hırçınlığında ve ben burada, bir eski çağ enkazında...kızlar, boyanıp kuşanıp kız kıza dans ederken düğünlerde, yüzünü aradım, kendi olan yüzünü düğünlerde... sonra gelinler korkularını atmışlardı eşiklere; yorgunluktu sonrası işte, yüzünü aradım gelinlerde...
yüzünü aradım, geçtim...
geçtim: şarkıları paramparça görmekten, bu satırları yazmaktan geçtim! oysa hep kalemimle değil, bir gün kanımla kıpkızıl yazmak istedikleri vardı benim de; onları henüz yazmamış olmaktan geçtim... çalışma masamdan kalkarak elimdeki fincanı duvara çarpıp paramparça etmekten geçtim...
geçtim: sabahla birlikte kaynayan çorba kazanlarının kokularından, yol boyu uykularını alamamış köpeklerin korkularından; siyah ışıklardan, çoğalan çocuklardan, azalan ağaçlardan, arabesk feryatlardan ve ucuz umutlardan...
“iyiyim, sağol, sen nasılsın”lı merhabalardan; ağır ağır yayılan çöp kokularından, farlarını kapamayı unutmuş taşıtlardan, feodal şatolardan ve yasalara yelkovanlık yapıp, kendinin saniyesi bile olamayanlardan…
hızla kirlenen bir dünyadan hızla geçtim...
geçtim: sensizliğin tahriş olmuş sızılarından, eksoz homurtularından, cami avlularından, düşleri iğdiş orospulardan, yasadışı iş yapan yasa memrularından ve ellerini çaldırmış ellerime bakmaktan geçtim; sensizliğe inanmamaktan...
baktım, sis kaplamıştı kenti; dağılsa sanki bir..k varmış gibi! sisleri yarıp geçtim... yoktun, kendimden geçtim; kızdım, dağıttım, sana küfürler ettim...
bir bilsen sana ne güzel küfürler ettim; yoksa kederden geberecektim…gök-
yüzü her şeyi ağır ağır izledi; gökyüzünün renginden geçtim...
sonra yeni kuşlar üşüştü gökyüzüne. bir sevindim, bir sevindim; gökyüzü yüzlerce kanattı işte! ama sen, sen orada bir serçe gibi üşüyor muydun yine?
üşüyordun ve bunu biliyordum; çünkü her şey ortada, her şey! bak, kimin temiz bir göğü varsa kirletip bırakmışlar avuçlarına; bu yüzden insanlar elleri ceplerde çıkıyorlar sabahlara. coşkular deprem, sevinçler sıtma...
söyle senin yüzün nerede, yüzün? nerede başlar bir aşk ve biter, nerede? nerelere gömerim seni ben, nerelerde ölürsün oysa sen! nerede, yüzün nerede?
sonra çıkıp bu kentin uğultusuna çarpıyorum; bu kent de uğultusunu bana çarpıyor, çarpışıyoruz, kimseler görmüyor... bir sorudur: “kurtarıcılar işgalci olabilir mi? ya da işgalciler kurtarıcı? ”bir de oturup yüreklerden damlayan terin hesabını tutuyorum... hesabını, kimselerin bilmediği bahçelerin dudağında kanayan uzak güllerin. sevgiye bütün misillemelerin, gecelerin, seslerin, kederlerin... karacadağlı bir çocuğun kan çıbanının, şemdinlili bir ağıdın, kasrik’ten esen poyrazın, peru’da bir balıkçının ve botan’da yakılan köy evlerinin...öyle acı ki her şey unutmak istiyorum... kendimi bir menekşenin rengine, bir gülüşe k(atıp) unutmak! unutma düşüncesini bile unutmak...
yitirmiştim o aşkın kimliğini, hükümsüzdü... hükümsüze hükümlü bir aşkı unutmak istiyorum...ve asker çocukları, mapus çocukları, ayyaş babalara sitemsiz çocukları, yitirilmiş çocuklukları...uçarı bir çocukluğu yitirmiş benim de yüzüm; yüzüm, zamansız ihtilallerde. iitilalleri tutun, çocuklar erken yaşlanmasınlar! yaraları tutun, güçleri öpüştürün, gökyüzünü dönüştürün; yoksa ölünür alnında günün! ölmeleri hani sessiz, hani genç, unutmak istiyorum...eski
yoldaşların gözbebeklerinde kanayan bir düşün düşüşünü unutmak!
unutmasam, ben de kalemimi kendim için kıracağım...
biz kapkara gecelerin göğünde küçük, ak noktalardık; bir düşünün, ne aklıklar gizler gece; ne aklıklar öyle susar gecede, ama öyle öyle çok gecedir ki gece, aklığımızı büsbütün örtecek kadar...
örtülüşünü
usulca
aklığımızın,
unutmak istiyorum...
işte bundan coşkuyu sevmiyorum artık öyle kabara köpüre nehirler gibi; siz orada kalabalık kalın, sağolun, yalnızlık iyi, yalnızlık iyi...
yalnızdım, üşüyordum ey özlem! beni bir gün bu özlem öldürecekti. ölecektim bir gün erken, belki kederden… yakın o gün! beni yakın, savrulup aksın külle- rim dicle nehrinden...
akıp geçerken günler siyah beyaz resimler hırçınlığında, sormuştum ya, işte her şey ortada, her şey!
ben ölürüm; dağlar ve güller yine akraba.../
artık gün doğunca bütün darağaçlarını kursunlar, kursunlar, kur-sun-laar! her şey bu kadar güzelken, böyle bir yanıyla sığ yaşanana, boğulana, savrulana, kirlenene dalkavukluk, çirkinliğe figüranlık etmekten bık-tıııııııım!
ya kuşlar? sahi, ne demek ister kalan kuşlar?
yılmaz odabaşı şiiri.
yalnızlığın atlası:
i
hayat, çarpar ya ağırlığını camlarına evlerin, ışıklara aldanmayın, evler de yalnızlıktır, evler de...
siz çekersiniz gece büyür, gece çeker de bazen siz küçülürsünüz; geceler yalnızlıktır...
yalnızlığın tablosunu çizer ufukta biri, atlasını yalnızlığın uzak sularda bir gemici; birileri sınırlar koyar, haritalar basar biri; oysa harita basan bütün matbaalar suçlu, bütün silgiler yalancıdır
haritalar yalnızlıktır...
kaç bin ışık yıl uzağız belki de en uygar gezegene...
ay tutulur-
sa ay orda bir yalnızlıktır
yalnızlıktır emzirdiğimiz göz göre göre...
ii
yerkürenin son jesti insanın dehşet yalnızlığı olacak. biz yine de çiçekleri sulamayı unutmayalım, ama yalnızlığımız çiçeklere de kalmayacak...
bu gezegen her gün milyonlarca ton ağırlaşıyor; her gün aşksız, azıksız azalıyoruz... azalıyoruz, çoğalıyoruz: ikisini birlikte tartsak azlığımız çok gelecek.
yerkürenin son jesti insanın dehşet yalnızlığı olacak! bunu bilmek için kutsal kitaplara gerek yok; işte hiç de kutsanmayan bir kitap bile bunu söylüyorsa, inanın, yalnızlığımız kitaplara da sığmayacak...
iii
bir ölüdenizdir yalnızlık...
bir çınarın upuzun gölgesidir çınar boylu yalnızlık;
atlasına akbabalar, haramiler tüner de
kendi olmakta diretir yine...
iv
her insanda birden doğan, ama can çekişip ölemeyen yalnızlık. herkes bir evrede anlar bunu; kimileri de menapozlarda, antropozlarda, bir gözaltında, uzun bir yolculukta ya da.
dal değil, köktür yalnızlık; kurumuş olmalıdır ve bir daha yeşermez...
v
okyanuslar analarıdır denizlerin; gökyüzünün anası yok: gökyüzü yalnızlıktır. kurt dağında, kuzu sürüsünde, çoban kavalında yalnız.
kalabalık, kabarık verirsin kavgalarını; bin yumruğun tek olup göğe doğrulduğu günlerde de, akşam, dönerken evine ekmeğin kadarsın...
yazıyorsan duyarlığınla yalnızsın kendi derininde; duyarlığınla: suya yazılan sözlerle... en az yalnızlık çeken şairlerdir yine de; bölüşürler seslerini birlerle, ikilerle, beşlerle,
ama beşlerle...
vi
o, sevgiyi kendi için istiyor; sevgisiyle yalnız. onu değil, ben sevgimi seviyorum, sevgimle yalnız...
yalnızlığı deşiyorum: yapayalnız, yapayalnız! sonra bölüyor, bölüşüyor, topluyor, çarpıyor ve çıkarıp giysilerimizi birer birer sevişiyoruz; susup kalıyoruz belki, çekip gidiyoruz. geride kalanın adını yalnızlık koymaktan hep ürküyoruz...
işte kadınlar da, erkekler de doymaz uzuvlarıyla birer yalnızlıktır... doğasının insana ihanetidir yalnızlık; özünde yaşamın da, ölümün de birer ihanet olduğunu kavradığımızda sorun yok...
vii
tek kişilik kalabalıktır aşk.
aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur.
kendinin yayasıdır aşkta ikinci kişi, kendinin mayası;
herkes kendi sevgisini sever...
aşk nedir incil’e göre? nedir tevrat’a, zebur’a, kur’ân’a göre?
bu kitaplardaki aşklar, küfürler neyin rengine göre?
insandır, insan aslolan: insana göre!
bir bedeni o kıyısızlığa bırakma saati geldiğinde
gitmek bir yalnızlıktır.
bütün gitmeler yalnızlıktır.
kalmaya göre...
viii
sevginin ve cesaretin cesetleriyle günler ağır ve kirli, tortusunu bırakırken ömrümüze; günler, düşlerimize, özlemlerimize... uzaklığın şakağında kaç namlu kim bilir yakın olmasın diye?
sonra biz, burada uçurumlara teslim gençliğimizle...
ix
en rezil parayla insan arasındaki yalnızlıktır; hiçbir inanç, hiçbir ideoloji, hiçbir aşk, hiçbir kitap bu yalnızlığın kurallarını bozamıyor.
bu da bir yalnızlıktır...
x
“yalnızlık bir yağmura benzer...”
yağmurdan önce biz, bütün çılgınlıkları bir bir bölüştük. bir bir türküleri, telaşlı koşuşları; silahları, tabuları, ayrılıkları; çoğaltıp yalnızlığımızı feodal tekkelerde, ellerimizin üzerinde bir el bile yokken bölüştük vuruşları.
sonrası geceydi ve yalnızdık: çoğalttık susuşları...
yağmura yakalandığımız gece-
ye çarptık; geceye hiçbir şey olmadı,
ama biz paramparçaydık!
ve hayat gaspetti o vakur duruşları...
xi
hâlâ dağların üstünde, zambakların içinde işte şu hayat; destan ve yalnız hayat!
yalnızlığa halay halay ellerim; kırılası, kırılası ellerim! benim ellerim, yuh ellerim, şair ellerim... kalemini silahıyla koruyan, kalemi de, silahı da yalnız ellerim;
“yalnızlık bir yağmura benzer”
yağmurlarda sırılsıklam ellerim...
xii
daha birileri bir yerlerde yaralardan söz ediyor; sonra binlerce ses o bir sesin üstüne, belki de yüzbinlerce... ama kime anlatılır ki yara, orada yara olarak yalnız.
yarayı anlatan, anlatırken; yara ise yara olarak yalnız
destan ve yalnızdır hayat kırılası ellerim
herkes kendine göre bir yalnızlıktır...
xiii
iyi ki doğmadınız hiç doğmayanlar ya da doğması olasılık kalanlar. doğarken biz de spermdeki olasılık kadardık; o olasılıkla doğmak veya doğmamak üzere yalnızdık. şimdi de yaşamak ve ölmek hâlâ bir olasılıktır. her mengenede, kederde en çok da yaşamak bir olasılıktır.
sevişmek ey, yaşamak bir olasılıktır!
xiv
yalnızlığı sevişirken eksiltiyor, eskitiyor
ve eskiyoruz...
seviştiğim gece emzirdiğim gecedir.
özümü katarım ona;
geceyi kanatırım, gece beni kanatır...
geceyi kanatırız, gece bizi kanatır.
geceler insanlığımız
insanlığımız yalnızlıktır...
xv
giderek insanlaşıyor, uygarlaşıyor
ve insansızlaşıyoruz...
“görgü tanıklarının ifadelerine göre”
dağınık yüzü günlerin ter ve keder içinde;
zanlıları her sabah o resmi geçitlerde...
işte hayatlarımız intiharların ve cesaretlerin sustuğu yerde; hayatlarımız diğer hayatların da cesetleriyle...
hayatlarımızda kimselerin bilmediği yalnızlıklar; ama kimseler bilse de, bilmese de yalnızlık var ey bütün yalnızlıklar!
xvi
şimdi travestiler kalçalarında ve slikon göğüslerinde biriken yorgunlukla dante’nin “ilahi komedya”sını konuşuyorler sperm kokan duvarlarla...
o yırtık, yamalı ve yaralı sevgilerden, o kaypak sevgililerden, servetlerden geride hep namuslu bir orospum oldu benim de; tünediler yalnızlığıma hüzünlü bir yüzle o gecelerde...
sonra günlerin de üzerinde bir hayat; sürgit yoğunlukların, yorgunlukların, öfkelerin üstünde...
xvii
şimdi güzel bir deniz karşımda; korkunç çırpıntılı, dehşetli mavi bir deniz tutmuş da bir ucundan b(akıyor) uzaklara...
uzak, uzaklığında
ben kendi yakınlığımda yalnızım
ortalarda olsam da ortalı yalnızlıktır...
xviii
böyle yakın uzaklıklarda hep yalnızlıklar ve “yalnız değiliz” derken de yalnız!
işte cesetler ve cesaretler içinde aynadaki suretimi tuzla buz ediyorum; keder ırmakları akıyor ortasından...
birden bir kırlangıç sürüsü kanat çırpıyor uzaklara; yollara ve yolculara bakıyorum da, şarkıların kırık dökük notaları saçılmış sokaklara. herkes kendine göre bir şarkıyı tutturmuş yangınlar ortasında!
/yangınlar ortasında:
notaları kurşunlanmış bir şarkıdır yalnızlık.../
yalnızlığın atlası:
i
hayat, çarpar ya ağırlığını camlarına evlerin, ışıklara aldanmayın, evler de yalnızlıktır, evler de...
siz çekersiniz gece büyür, gece çeker de bazen siz küçülürsünüz; geceler yalnızlıktır...
yalnızlığın tablosunu çizer ufukta biri, atlasını yalnızlığın uzak sularda bir gemici; birileri sınırlar koyar, haritalar basar biri; oysa harita basan bütün matbaalar suçlu, bütün silgiler yalancıdır
haritalar yalnızlıktır...
kaç bin ışık yıl uzağız belki de en uygar gezegene...
ay tutulur-
sa ay orda bir yalnızlıktır
yalnızlıktır emzirdiğimiz göz göre göre...
ii
yerkürenin son jesti insanın dehşet yalnızlığı olacak. biz yine de çiçekleri sulamayı unutmayalım, ama yalnızlığımız çiçeklere de kalmayacak...
bu gezegen her gün milyonlarca ton ağırlaşıyor; her gün aşksız, azıksız azalıyoruz... azalıyoruz, çoğalıyoruz: ikisini birlikte tartsak azlığımız çok gelecek.
yerkürenin son jesti insanın dehşet yalnızlığı olacak! bunu bilmek için kutsal kitaplara gerek yok; işte hiç de kutsanmayan bir kitap bile bunu söylüyorsa, inanın, yalnızlığımız kitaplara da sığmayacak...
iii
bir ölüdenizdir yalnızlık...
bir çınarın upuzun gölgesidir çınar boylu yalnızlık;
atlasına akbabalar, haramiler tüner de
kendi olmakta diretir yine...
iv
her insanda birden doğan, ama can çekişip ölemeyen yalnızlık. herkes bir evrede anlar bunu; kimileri de menapozlarda, antropozlarda, bir gözaltında, uzun bir yolculukta ya da.
dal değil, köktür yalnızlık; kurumuş olmalıdır ve bir daha yeşermez...
v
okyanuslar analarıdır denizlerin; gökyüzünün anası yok: gökyüzü yalnızlıktır. kurt dağında, kuzu sürüsünde, çoban kavalında yalnız.
kalabalık, kabarık verirsin kavgalarını; bin yumruğun tek olup göğe doğrulduğu günlerde de, akşam, dönerken evine ekmeğin kadarsın...
yazıyorsan duyarlığınla yalnızsın kendi derininde; duyarlığınla: suya yazılan sözlerle... en az yalnızlık çeken şairlerdir yine de; bölüşürler seslerini birlerle, ikilerle, beşlerle,
ama beşlerle...
vi
o, sevgiyi kendi için istiyor; sevgisiyle yalnız. onu değil, ben sevgimi seviyorum, sevgimle yalnız...
yalnızlığı deşiyorum: yapayalnız, yapayalnız! sonra bölüyor, bölüşüyor, topluyor, çarpıyor ve çıkarıp giysilerimizi birer birer sevişiyoruz; susup kalıyoruz belki, çekip gidiyoruz. geride kalanın adını yalnızlık koymaktan hep ürküyoruz...
işte kadınlar da, erkekler de doymaz uzuvlarıyla birer yalnızlıktır... doğasının insana ihanetidir yalnızlık; özünde yaşamın da, ölümün de birer ihanet olduğunu kavradığımızda sorun yok...
vii
tek kişilik kalabalıktır aşk.
aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur.
kendinin yayasıdır aşkta ikinci kişi, kendinin mayası;
herkes kendi sevgisini sever...
aşk nedir incil’e göre? nedir tevrat’a, zebur’a, kur’ân’a göre?
bu kitaplardaki aşklar, küfürler neyin rengine göre?
insandır, insan aslolan: insana göre!
bir bedeni o kıyısızlığa bırakma saati geldiğinde
gitmek bir yalnızlıktır.
bütün gitmeler yalnızlıktır.
kalmaya göre...
viii
sevginin ve cesaretin cesetleriyle günler ağır ve kirli, tortusunu bırakırken ömrümüze; günler, düşlerimize, özlemlerimize... uzaklığın şakağında kaç namlu kim bilir yakın olmasın diye?
sonra biz, burada uçurumlara teslim gençliğimizle...
ix
en rezil parayla insan arasındaki yalnızlıktır; hiçbir inanç, hiçbir ideoloji, hiçbir aşk, hiçbir kitap bu yalnızlığın kurallarını bozamıyor.
bu da bir yalnızlıktır...
x
“yalnızlık bir yağmura benzer...”
yağmurdan önce biz, bütün çılgınlıkları bir bir bölüştük. bir bir türküleri, telaşlı koşuşları; silahları, tabuları, ayrılıkları; çoğaltıp yalnızlığımızı feodal tekkelerde, ellerimizin üzerinde bir el bile yokken bölüştük vuruşları.
sonrası geceydi ve yalnızdık: çoğalttık susuşları...
yağmura yakalandığımız gece-
ye çarptık; geceye hiçbir şey olmadı,
ama biz paramparçaydık!
ve hayat gaspetti o vakur duruşları...
xi
hâlâ dağların üstünde, zambakların içinde işte şu hayat; destan ve yalnız hayat!
yalnızlığa halay halay ellerim; kırılası, kırılası ellerim! benim ellerim, yuh ellerim, şair ellerim... kalemini silahıyla koruyan, kalemi de, silahı da yalnız ellerim;
“yalnızlık bir yağmura benzer”
yağmurlarda sırılsıklam ellerim...
xii
daha birileri bir yerlerde yaralardan söz ediyor; sonra binlerce ses o bir sesin üstüne, belki de yüzbinlerce... ama kime anlatılır ki yara, orada yara olarak yalnız.
yarayı anlatan, anlatırken; yara ise yara olarak yalnız
destan ve yalnızdır hayat kırılası ellerim
herkes kendine göre bir yalnızlıktır...
xiii
iyi ki doğmadınız hiç doğmayanlar ya da doğması olasılık kalanlar. doğarken biz de spermdeki olasılık kadardık; o olasılıkla doğmak veya doğmamak üzere yalnızdık. şimdi de yaşamak ve ölmek hâlâ bir olasılıktır. her mengenede, kederde en çok da yaşamak bir olasılıktır.
sevişmek ey, yaşamak bir olasılıktır!
xiv
yalnızlığı sevişirken eksiltiyor, eskitiyor
ve eskiyoruz...
seviştiğim gece emzirdiğim gecedir.
özümü katarım ona;
geceyi kanatırım, gece beni kanatır...
geceyi kanatırız, gece bizi kanatır.
geceler insanlığımız
insanlığımız yalnızlıktır...
xv
giderek insanlaşıyor, uygarlaşıyor
ve insansızlaşıyoruz...
“görgü tanıklarının ifadelerine göre”
dağınık yüzü günlerin ter ve keder içinde;
zanlıları her sabah o resmi geçitlerde...
işte hayatlarımız intiharların ve cesaretlerin sustuğu yerde; hayatlarımız diğer hayatların da cesetleriyle...
hayatlarımızda kimselerin bilmediği yalnızlıklar; ama kimseler bilse de, bilmese de yalnızlık var ey bütün yalnızlıklar!
xvi
şimdi travestiler kalçalarında ve slikon göğüslerinde biriken yorgunlukla dante’nin “ilahi komedya”sını konuşuyorler sperm kokan duvarlarla...
o yırtık, yamalı ve yaralı sevgilerden, o kaypak sevgililerden, servetlerden geride hep namuslu bir orospum oldu benim de; tünediler yalnızlığıma hüzünlü bir yüzle o gecelerde...
sonra günlerin de üzerinde bir hayat; sürgit yoğunlukların, yorgunlukların, öfkelerin üstünde...
xvii
şimdi güzel bir deniz karşımda; korkunç çırpıntılı, dehşetli mavi bir deniz tutmuş da bir ucundan b(akıyor) uzaklara...
uzak, uzaklığında
ben kendi yakınlığımda yalnızım
ortalarda olsam da ortalı yalnızlıktır...
xviii
böyle yakın uzaklıklarda hep yalnızlıklar ve “yalnız değiliz” derken de yalnız!
işte cesetler ve cesaretler içinde aynadaki suretimi tuzla buz ediyorum; keder ırmakları akıyor ortasından...
birden bir kırlangıç sürüsü kanat çırpıyor uzaklara; yollara ve yolculara bakıyorum da, şarkıların kırık dökük notaları saçılmış sokaklara. herkes kendine göre bir şarkıyı tutturmuş yangınlar ortasında!
/yangınlar ortasında:
notaları kurşunlanmış bir şarkıdır yalnızlık.../
yılmaz odabaşının seçme şiirlerinin bulunduğu kitabı.
"daha birileri bir yerlerde yaralardan söz ediyor; sonra binlerce ses o bir sesin üstüne, belki de yüzbinlerce...ama kime anlatılır ki yara, orada yara olarak yalnız.
yarayı anlatan, anlatırken;
yara ise orada yara olarak yalnız.
destan ve yalnızdır hayat kırılası ellerim
herkes kendine göre bir yalnızlıktır..."
yarayı anlatan, anlatırken;
yara ise orada yara olarak yalnız.
destan ve yalnızdır hayat kırılası ellerim
herkes kendine göre bir yalnızlıktır..."
(bkz: adam brody)
(bkz: hattat)
bir erkeğin söylediğini hiçbir zaman duyamayacağınız kızsal triplere bir örnektir.
(bkz: the man who sold the world)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?