buyuk sehirlerde yasanan bir durumdur; kimsenin birbirini tanimadigi bir apartman,betonlasmis bir cevre,monoton bir is hayati ve buna karsilik dusuk sosyo-ekenomik durum insanlari mutsuzluga ve yalnizliga itmistir. insan dogal ve sosyal cevresine yabancilasmis adeta makinalasmistir
yabancılasma
(bkz: kultur degisimi).
idealizmin, yanilsamanin ve paradoksun kurami:
gunumuzde, neredeyse her alanda, isine gelenin isine geldigi gibi kullandigi, telaffuz ettigi bir kavram, dahasi bir kuram “yabancilasma”. kimileri insanin yabancilasmasindan, kimileri toplumun, tarihin yabancilasmasindan, kimileri dunyanin ve onun uzerindeki insanin ve eylemlerinin urunu olan her seyin yabancilasmasindan soz ediyor; ki bu noktada hem eylemin kendisi hem de tum istek ve ozlemleri iceren fikirler de azade degil bundan... keza tum insanlik tarihi ve onun icerisinde yer alan bilimden sanata, dinden felsefeye, tahakkum altina alma ve esaret zincirlerini kirma mucadelelerine kadar akliniza gelen ve gelmeyen varolan her sey dahildir buna... akil kâri degil ama, yine de onun sarmalinda kavranip yeniden yeniden anlamlandirilabiliyor her sey...
ya yabancilasmadan soz edenin kendisi, eylemleri ve fikirleri? acaba o azade midir, sozunu ettigi ve varligini kabul eyledigi yabancilasmadan ve sonuclarindan? bu sorunun olasi uc yaniti vardir:
eger “hayir”sa yanit, bu durumda o kisi, en az digerleri kadar yabancilasmis bir bilinc hâliyle kavramakta ve anlamlandirmaktadir, kendisinin de yabancilasmis oldugu varsayilan toplumsal gercekligi; tekilligi, tikelligi ve tumelligiyle varligi... tipki, hallisunasyonlar goren birinin, hem tum varolanin hallisunasyondan ibaret oldugunu, hem de varolanin icerisinde yasayan diger insanlarin hallisunasyonlar gordugunu ileri surmesi gibi... neresinden tutulabilir ki boyle bir iddianin? dahasi ne kadar ciddiye alinabilir ki boyle bir insan ve onun soyledikleri?
soruya verilebilecek ikinci yanitsa “evet”tir. bu yanit, yabancilasmadan soz edenin, kendini yabancilasmaya, yabancilasmayi da kendine dissal kilarak, arilik mertebesine haiz oldugu iddiasini icerir. ki bu, disarisi olmayan bir fosseptik cukurunun icinde olup da, cukurun icindeki her seyin pislige battigini soyleyen birinin “temiz” oldugunu, temiz kalabildigini ileri surmek ya da kabullenmek kadar sacma ve hem akla hem de gerceklige aykiridir. ancak bu sacma ve gerceklige aykiri olanin kabulu ve kabulun yayginligi kosullarinda da iddianin sahibi bir anda “mesih”, “kurtarici”, “peygamber”, “yol gosterici”, vb. nitelikler kazanabilir. ona bu nitelikleri ‘kazandiran’lar ise, “kendi iclerinde buyuttukleri peygamberi” dissallastiramayan, ancak dolayli bir bicimde, ona atfettikleri niteliklerden pay alarak, pay almaya calisarak, dissallastiramadiklari “iclerindeki peygamberi” yasatmaya yonelenlerdir. bundan dolayidir ki, “evet” yaniti kolayca verilmez soruya...
kolayca verilemeyen “evet” yanitiyla baslayan gizem, soruya ucuncu yanit olan “bilinemez”le doruguna ulasir. “bilinemez” yaniti, “evet–hayir” yanitlarini hem dislar hem de onlara acik kapi birakir. ki her turlu gizemi ve metafizigi olanakli kilan, bunlarin arz-i endam etmesini saglayan da budur. anlayisin kabulunun ardindan, daha sonraki caglarda surece katilanlara kalan ise, isin tevili ile ugrasmak ve yeni teviller yapmaktir. cunku, kurami ileri suren bireysel varolusunu yitirmistir. onun hangi tarihsel, toplumsal kosullarda, hangi kulturel etkilesim altinda, hangi bireysel yasanti ve tercihlerin urunu olarak dusuncelerini olusturdugu ve ileri surdugunden bagimsiz bir bicimde, onun kabulunu kendi kabulu olarak algilamaya baslayanin fazlaca bir secenegi yoktur. herhangi bir dusunuru, onun fikirlerini, ileri surulen bir kurami, icerisinde dogup buyudugu, olustugu toplumsal ve tarihsel kosullardan bagimsiz olarak degerlendirerek ve bunlari o kosullarin ilerisine ya da gerisine tasiyarak, varolani ya da olup bitmis gerceklikleri bunlarla anlamlandirmaya, aciklamaya calisanin makus talihidir bu...
oyle bir kavram ve kuram ki yabancilasma, varligi bir kez kabul edildiginde ondan ve sonuclarindan kurtulmak mumkun degil. insani ve insana dair her seyi kendi penceresinden okumayi ve anlamlandirmayi olanakli kilan yabancilasma bir gerceklik mi, gercekligin hakikatinin ifadesi mi? yoksa gerceklige delalet etmeyen, salt kavramsal bir gozluk mu? kavramin varligi, onun gercekligine delalet eder mi?
yabancilasma, bir gerceklik degil, yanilsamadir. bir bilinc hâli olan yanilsamanin, gerceklik addedilmesinin ifadesidir. varligin, acik ya da gizil bir bicimde dussel, dusunsel, ideal ve maddi gerceklik olarak ikiye ayrilmasindan ve bunun apriori kabullenilmesinden kaynaklanmaktadir yabancilasma. bu, ikici, yani dualist bir yaklasimdir. onceligi ister bir ideal varliga isterse madde cinsinden bir varliga veriyor olsun, bu tur yaklasimlarin, zamanin ve mekânin icinde ya da disinda acik ya da ortuk bir bicimde, kendisi olarak kalmaya muktedir ya da kendisi olarak kalma potansiyeline sahip bir “ilk varlik”i vardir. bu “ilk varlik”in da degismeyen ya da degismemesi gerekirken, su ya da bu nedenle degismek zorunda kalan bir “ozu” vardir. yabancilasma yaklasimi da varlik nedenini burada bulur.
bundan dolayidir ki, temele ideal varligi yerlestirenler, yani idealistler icin yabancilasmanin varligi, ancak ve ancak kendi kendisiyle kaim olabilen, varolmak icin ve kendi kendisi olarak kalabilmek icin kendisinden baska hicbir seye ihtiyaci olmayan, zamandan ve mekândan bagimsiz ideal bir varligin kabuluyle ve hangi nedenle olursa olsun, bu ideal varliktan da sûdur eden ve adim adim ona benzerligini yitiren, ondan uzaklasan bir ya da birden cok varligin, zaman ve mekândaki varligini kabule dayanir. ki zamanin ve mekânin kendisi de ideal varligin zamansiz ve mekânsizligindan sûdur eyler bu yaklasimda.
temele madde cinsinden varligi yerlestirenler, yani maddeci dualistler1 ise, zaman ve mekânda apriori olarak var kabul ettikleri, kendisi olabilme ya da kendisi olarak kalabilme potansiyeline sahip olan, bir “ilk varlik”(lar)in, bir “ilk sey”(ler)in, icerisinde bulundugu kosullarin zorlamasi, dayatmasi veya ihtiyaclari nedeniyle basladigi maddi ve manevi her turden eyleminin hem kendisiyle hem de sonucu olan urunleriyle yabancilasmaya basladigini ileri surer. buna gore, kendisi olabilme ya da kendisi olarak kalabilme potansiyeline sahip olan bu varlik(lar), eyledigi surece kendisine yabancilasmaya mahkumdur. yabancilasma bir olumsuzluk hâli olarak kabul edildiginde, yabancilasmamanin yegane yolu da eylemsizliktir. zamanin ve mekânin ayrilmazi olan degisme ve hareket kosullarinda eylemsizlik bir paradoks oldugu gibi, eylemle baslayan ve bir olumsuzlama olan yabancilasma da bir paradokstur. dahasi, gizil bir bicimde, zamanda ve mekânda degismemenin, degismeden kalmanin, hatta eylemsizligin mumkun oldugu kabulune dayanir.
her iki yaklasimda da disa vuran, kendisi zamanda ve mekânda yer alan, burada bir varolusa sahip olan insanin, yanilsamali, hatta bir bilinc yarilmasinin, bolunmesinin ifadesi anlaminda, sizofrenik bir bilinc hâlidir. ki bu bilinc hâli kuramla birlikte dissallasir. sadece kurami ileri surenleri degil, bunu kabullenen, zamani ve mekâni, dunu, bugunu, yariniyla; toplumsal, tarihsel, kulturel, siyasal, ekonomik, vb. olarak, yabancilasma kuramiyla anlamlandiran/anlamlandirmaya calisanlari da yanilsamali, sizofrenik bir bilinc hâliyle kaim olmaya yonelten, surukleyen bir kuramdir yabancilasma.
insanin ve insanla anlamlanan, insanla anlamlandirilan varligin degisimine askin kilinan, bu degisimin otesinde bir ‘yer’e yerlestirilen yabancilasma, metafizik, dolayisiyla idealist bir kuramdir. varlik kosulunu, her zaman icin varligin en az ikiye bolunmesinde bulur: ya ideal ve gercek varlik olarak ya da gercek varlik icinde eylemsizlikle, kendisi olmasi gerekirken kendisi olamayisla malul bir “ilk varlik” veya “ilk sey”ler olarak...
her iki yaklasim da gercekligin hakikatinin ifadesi olmaktan cok, varolana iliskin idealist spekulatif2, gizemcilige acik bir kurgu, yanilsamali bir aciklama, anlamlandirma cabasidir. her hangi bir cabanin ve yaklasimin, gerceklige iliskin verileri de kullanmaktan geri durmuyor olmasi, onu idealist ve spekulatif olmaktan arindirmaya yetmez. dolayisiyla, yabancilasma kuramini idealizmle malul kilan, onun acik ya da ortuk bir bicimde varolan onkabuludur. bu onkabul hâli, hem varligin kendisi olarak yabancilasmamisligiyla varoldugu, hem de yabancilasmanin esiginde oldugu andir: mukemmelin, idealin an’i; “sey”in yanlizca “sey”ligiyle varlik an’i... ideal eylem ya da eylemsizlik an’i...
bu an, yabancilasma kavramini kullanmamis olsalar da, hz. ibrahim’den bu yana dinlerde, ozellikle de musevilik, hiristiyanlik ve islamiyet’te, “ilk gunah”3 la bozulur. “yasak meyve”nin yenilisiyle vûcud bulan “ilk gunah”, tanri’yla kaim olan mukemmelin mukemmelligine, hem de mukemmel oldugu tasavvur edilen bir mekânda, yani cennette, vurulan bir hancerdir. dahasi, tasavvur edilenin, dusunulenin degil, aksine gercek insanin gercek bir mekânin ve zamanin sonsuz ve sinirsizliginda varolus surecinin baslangic anidir. ki birer inanc sistemi olan bu uc dine gore de, adem’le havva’dan hareketle gercek insanin evrendeki seruveni “ilk gunah”la, yani gunahkârlikla baslar. bu baslangic an’i bir son degildir. nasil son olsun ki? “ilk gunahkâr”, yani adem ayni zamanda, “ilk peygamber” kilinmistir. cocuklarini bekleyen, bir baska gunahtir, ensest bir iliskidir. kuran’da, erkek cocuklarin, yani habil ile kabil’in disinda isim telaffuz edilmez. kizlarin adlari yoktur... acaba kendileri de olmadigi icin mi yoktur adlari? eger bu dogruysa, bir odipus kompleksidir soz konusu olan... ki o zaman habil ile kabil’in kavgasinin nedeni havva’dir. ve gunahtan, gunahkârliktan kacis yoktur habil ile kabil’e... yani gercek insana... bu durumda insan, dinlere gore, daha baslangictan itibaren, gunaha mahkumdur. varolusu ve varolusunu surdurusu gunahsiz mumkun degildir. tanri’nin kendi suretinden yarattigina, kendi canindan “can ufledi”gine inanilan insan, eylemi ve soylemiyle “ilk gunah”tan itibaren tanri’yi biktiracak, usandiracak denli uzaklasir ondan... nihayetinde, bu bikkinlik ve usanc kuran’da son sozunu soylemek zorunda birakir tanri’yi: artik yeni peygamber, yeni yol gosterici, yeni rehber gondermeyecektir insanlara. peygambere ve diger muslumanlara, “allah’in saptirdigini dogru yola iletmek mi istiyorsunuz? allah birini saptirirsa artik onun icin bir yol bulamazsiniz”4 diyerek, elcisine ve onun teblig ettigi kuran’a inanmayanlarin inanmamalarinin ardindaki gercek nedenin, kendisi (yani tanri) oldugunu ifsa eder: gunah da gunahkâr insan da tanri istedigi icin vardir, gunahtan dolayi ceza da... onlari “dogru yola iletmeye” calismak da tanri’nin iradesine karsi cikmak... ki tum bunlar, tanri’nin, her seyi bilen, her seye kadir olan, salt iyilik, salt sevgi oldugu, kayrasindan dolayi insani, hem de kendi suretinden yarattigi iddiasina da dayanan mukemmelligiyle bagdasmayan bir paradokstur. dinlerin tanri sozu olarak kabul edilen, hem gerceklikle hem de kendisiyle tenakuz icerisinde olan kutsal kitaplari bu paradoksun abideleridir. ama neylersiniz ki o, tanri’dir ve ne yapsa ne soylese yeridir...
felsefe tarihi icerisinde de, yabancilasma kavramini kullanmamis olsalar da, “idealar kurami” ile varligi ideal ve zahiri olarak ikiye ayiran platon’u ve yeni-platoncu olarak nitelenen ve sûdur ogretisini ileri suren plotinus’u; aristotales’in yani sira, plotinus etkilerini de tasiyan, “zorunlu varlik-mumkun varlik” anlayisiyla, olup biteni ilk varliktan digerlerinin sûdur edisiyle aciklayan farabi’yi de “yabancilasma” yaklasimi cercevesinde degerlendirebilmek olasidir.
ancak, felsefi anlamda “yabancilasma” kavramini ilk kullananlarin, 19. yuzyilin baslarinda, fichte ve hegel oldugu bilinmektedir5. hegel acisindan yabancilasma, “ilk varlik” olarak kabul ettigi ve her seyin nedeni ve temeli olan mutlak akil’in, mutlak ruh’un, geist’in kendini dissallastirmasinin sonucudur. hegel’de her seyin kendisinden turetildigi “ide”, “ilk varlik”, “ideal varlik” dissallasma anindan itibaren, degisme ve gelismenin diyalektiginden bagimsiz olamayan gercek varliklara donusur; varligini bu varliklarda surdurur. hegel’e gore “akli olanin gercek, gercek olanin akli” olmasinin anlami ve nedeni de budur. kendini dissallastirdigi andan itibaren “ilk varlik” degisme ve gelismeden ari degildir. artik her sey, asil olarak da insan ve insanla anlamlanan, insanla anlamlandirilan her sey, tez-antitez-sentez sureciyle mutlak akil’in, geist’in degiserek ve geliserek, yeni bir dissallasma icin kendine donusmesi amaciyla varliga burunur ki bu, eregi, degisme ve gelisme temelinde geist’in kendine donusu olan cevrimsel bir surectir. bu cevrimsel sureclerle geist’in her kendine donusu, yabancilasmanin asilis anidir. ne var ki bu an’in hukmu meri degildir. kendi kendiyle kalamaz geist, mutlak akil, vs. hegel icin yabancilasmadan kacis yoktur ve bu ideal varlik’in bir halinden bir baska ideal haline bir yolculuktur; yolun adi ise yabancilasmadir. bu idealist, gerceklik acisindan yanilsamali ve paradoksal yaklasim, idealist bir filozof olan hegel’in felsefi sistemi acisindan bir sorun degildir. bu yaklasimiyla hegel, kendisinden onceki idealist filozoflarin, degismez olan “ilk varlik” anlayislarindan farkli olarak, zamanda ve mekânda, dahasi gercek varliklarda varligini surduren, degisen ve gelisen bir “ideal varlik”i savunur.
hem kavramsal hem de kuramsal duzeyde “yabancilasma”nin yayginlik kazanmaya baslamasi, marx sonrasi donemde ve asil olarak da ikinci dunya savasinin sonrasinda6 gerceklesir.
marx, kavrami devraldigi hegel’den farkli olarak, yabancilasmaya, olumsuz bir deger atfeder. hegel’de “bas asagi durdugu”nu soyledigi diyalektik yontemi oldugu gibi, “yabancilasma”yi da “ayaklari uzerine” diktigi, mistik ve idealist yanlarindan ayristirdigi iddiasindadir. bu iddia, hegel’in her seyin baslangici ve varlik nedeni olarak kabul ettigi, kendi kendiyle kaim “ide”nin yerine, varligi madde cinsinden, zaman ve mekân olarak kabule dayanir. degisme ve hareket ayrilmazidir bunun. ki bu ilk kabuldur. ikinci kabul ise, zaman ve mekânin icinde “kendisi olamayan”, “kendi kendisi olarak kalamayan” bir baska varliktir: ihtiyaclari ve ihtiyaclarini gidermeye yonelik eylemiyle degistirirken kendisi de degiserek bilinc kazanan, yabancilasan insan. hegel’in zamanin ve mekânin disinda tasavvur ettigi kendi kendisiyle varolan varligi, marx, zamanda ve mekânda varolan ama, kendisi olmasi gerekirken, kendisi olarak kalamayan ve bundan dolayi da yabancilasan bir “ilk varlik” anlaminda tasavvur eder. iste marx’ta tum yabancilasma kurami bu kabullere dayanir. ve tum tarih yabancilasan insanin eylemlerinin ve fikirlerinin tarihi olup cikar.
marx’a gore, yabancilasmamak ya da yabancilasmamislik, kendisi olarak kalan, kalabilen varligin bir ozelligidir. ne var ki, zaman ve mekânda varolan hicbir sey kendisi olarak kalamaz. bu durumda yabancilasma bir zorunluluktur. tipki hegel gibi, marx’ta da gercek varlik olarak insanin ve onun yapip etmelerinin yabancilasmadan kacisi yoktur. dahasi bu yapip etmeler de hem yabancilasmanin bir sonucu hem de yabancilasmanin varligini surdurusunun bir nedenidir.
hegel, kendi felsefi sitemi icerisinde, yeni bir yabancilasma sureci icin, yabancilasma surecinin asilis an’larini tasavvur eder. hem cevrimsel hem de sarmal sureclerin finalidir bu anlara tekabul eden... marx ise bir zorunluluk ve olumsuzluk olarak tasavvur ettigi yabancilasma surecini, “insanin tarih oncesi” diye niteleyerek, yabancilasmanin asilis anini, “insanin gercek tarihi”nin baslangici gorur. bu gelecege dair, dussel, dusunsel, ereksel bir kabuldur elbette. paradoksal yaklasimlar icin bunda bir sorun yoktur. cunku tum paradokslar dusseldir, dusunseldir; idealizmle maluldur. dussel olan da, asilisini yalnizca dusselde bulur; yalnizca dussel olarak asilir. oysa gercekligin kendisi de gerceklige dair varolan sorunlar da gerceklikte ve bir gerceklik olarak asilir.
ve son olarak: marx’a gore yabancilasmanin asilmasi, ortadan kalkmasi icin, yabancilasmanin nihai sonuclarina vardirilmasi, tum insanlik icin katlanilmaz hâle gelmesi gerekir7. ki bu bambaska bir acmazi olanakli kilmaktadir. bu acmazi kavramak icin yanlizca sorular yeterlidir: gecmis bir yana, bugun “yabancilasma”nin ekonomik, sosyal, siyasal, kulturel, vb. anlamda bayragini tasiyanlar ve liderligini yapanlar hangi siniflar ve guclerdir? bunlarin ve baskalarinin hangi eylemleri yabancilasmayi nihai sonuclarina tasimaktadir? yabancilasmayi engelleyen ya da engellemeye calisan hangi toplumsal siniflar, gucler ve bunlarin hangi talepleridir? buradan hareketle, yabancilasmanin herkes icin katlanilmaz hâle gelmesi gerektigini ileri surenler, kimlerin ardi sira dizilmelidir? yabancilasma surecini eylemleriyle, dusunceleriyle nihai sonuclarina tasimaya calisanlarin mi, yoksa talepleriyle bunlari engellemeye calisanlarin mi?
gercege ve gerceklige askin olan hicbir sey yoktur. varligin hareketine ve degisimine askin kilinan yabancilasma ve yabancilasma kurami, salt dussel, dusunsel, paradoksal bir kuramdir. gerceklikle iliskisi sadece kullandigi verilerden ibarettir. varolani, varolanin kendi gercekligine uygun bir tarzda anlamanin, anlamlandirmanin ve aciklamanin, degistirme donusturme eylemliliginin degil, aksine yanilsamali bir tarzda kavrayisin ve tersinden varolana teslim olusun kuramidir. bundan dolayidir ki, “asar-i atika” muzesinde gecikmeli de olsa yerini almalidir. daha otesi laf-i guzaftir...
--------------------------------------------------------------------------------
1 bugun “diyalektik materyalist” oldugunu ileri suren ve “tarihsel materyalizmi” savunanlar, bilincli ya da bilincsizce maddeci dualist, yani idealist bir anlayisa sahiptir. cunku bu anlayisin kendini acikca disa vurdugu alan yabancilasma kuramidir. yabancilasma kuramiyla baglarini koparmaksizin, iddianin otesinde, materyalist olunamaz. elbette ki bu bagin koparilisinin, dunu ve bugunuyle ekonomik, sosyal, siyasal, vb. boyutuyla gercekligin anlamlandirilisi, aciklanisi ve degistirilme/donusturulme eylemliligi sureci uzerinde derinlemesine etkileri vardir. ki bunlar ayri birer yazi konusudur.
2 spekulatif olmak, felsefi bir dusunce ve yaklasim icin kusur sayilmaz. ancak bu, mukemmellikle malul bir tanri fikriyle temellendirilen tum dinler ve kendisine “bilimsel” sifatini yakistiran tum yaklasimlar icin kusurdan ote, kendini nakzeden temel bir zaaf ve yetersizliktir. ozellikle “bilimsel”lik iddiasini tasiyan yaklasimlar bu noktada, dogmatizme ve onun sorgulanmazlik zirhina burunerek varligini surdurmeye calisan dinler gibi, inanc bagiyla kendilerini koruyup koruyamama acmaziyla karsi karsiya kalmaktadir...
3 “ilk gunah”, hiristiyanlik’ta, diger iki dinden farkli olarak, dogan her cocukta varligini surduren irsi, genetik bir nitelik kilinmistir ki yeni doganlarin vaftiz edilmesinin nedeni de budur. elbette ki bu bir inanctir. tipki, islamiyet’te, her cocugun dogusundan, fitratindan musluman oldugu inanci gibi... adi uzerinde “inanc” (ki aslinda her inanc, dayanagi ne olursa olsun ideolojidir)... tum inanclar gibi, bunlarin da aklin, bilimin olcutlerine gore degerlendirilmesinin hukmu yoktur. cunku akla ve bilime aykiridir hem dogustan gunahkâr olmak hem de fitratindan musluman olmak...
4 kuran-i kerim meali, nisa suresi, 88. ayet, suleyman ates cevirisi. en’am suresi 125. ayette de “allah kimi dogru yola iletmek isterse onun gogsunu islam’a acar, kimi de saptirmak isterse onun gogsunu, (o kimse) goge cikiyormus gibi dar ve tikanik yapar” denilmektedir. keza yunus suresi 99. ayette de “rabbin isteseydi yeryuzundekilerin hepsi mutlaka inanirdi. o halde sen mi insanlari inanmalari icin zorlayacaksin?” denilerek, inanmayanlarin inanmamalarinin asil nedeninin kendisi (yani allah) oldugu beyan edilmektedir. elbette ki benzeri bir dizi ayet daha aktarmak mumkun oldugu gibi, bunlari nakzeden ayetleri aktarmak da mumkundur. tipki, kaderiye ve cebriye konusunda, mutezile ve esarilik-gazali arasinda kendilerini destekleyen ama digerini nakzeden ayetlerin kuran’dan aktarilmasi gibi... kendini nakzetme dinler acisindan bir sorun degildir, aksine onlarin tabiatina uygundur. ancak, mukemmellikle kaim olan, mukemmel oldugu ileri surulen tanri’nin tanriligina uygun degildir. ki bu sorun da inancla, teslim olusla asilir... cunku bu tutarsizligi, teslim olan fark edemez. teslim olmayanin ise, ne kendisinin ne de soylediklerinin teslim olan indinde onemi vardir zaten...
5 fritz pappenheim, “modern insanin yabancilasmasi” (phoenix yayinevi) adli kitabinda, “felsefi anlamda yabancilasma terimi, 19.yuzyilin baslarinda fichte ve hegel tarafindan kullanilmistir; ancak o donemde terimin etkisi bu filozoflarin muritlerinden olusan kucuk gruplarla sinirli kalmistir” demektedir (s.4). yabancilasma kuramini kabulun kacinilmaz sonucu, “modern insanin yabancilasmasi” ifadesinden anlasilabilecegi gibi, ideal bir modern insan tasarimini gerektirir. ki bunu, feodal insanin yabancilasmasi, koleci insanin yabancilasmasi, komunal insanin yabancilasmasi gibi geriye donuk ifade etmek de gelecege iliskin yaklasimlara tasimak da mumkundur. cunku dusunsel anlamda her daim ideal bir kabul ve hareket noktasi vardir. ve bu anlayista, degismenin, hareketin, gelismenin varligi ve kabulu yalnizca bir aksesuardir.
6 bunun onemli nedenlerinden biri, marx’in “yabancilasma” kavramini nerdeyse basat unsur kildigi kitaplarindan alman ideolojisi ve 1844 el yazmalari’nin 1932’de gun yuzune cikmasi, yani okurla bulusmasidir. bir diger neden ise, isci sinifi mucadelesinin, 1917 ekim devrimi’nin uluslararasi etkisinin de katkisiyla, marx’a ve dusuncelerine duyulan ilginin artmasidir. dunya insanligini en az dinler kadar etkileyen bir dusunur olan marx’a ve ileri surdugu dusuncelere olumlu ve olumsuz anlamda gosterilen ilgi yersiz ve gereksiz degildir elbette. ancak olumlayanlarin, onun dusuncelerinin olusumu surecinde kacinilmaz bir bicimde tasidigi etkileri gormezlikten gelmesi ve neredeyse mutlak dogruluk atfetmesi de, olumsuzlayanlarin da yahudi kokeninden hareketle onu yok sayma, tumden yanlislama girisimleri de dogru degildir. o kendini olusturan, icerisinde yasadigi cagin, toplumsal, kulturel, siyasal, vb. kosullariyla birlikte, cocuklugundan itibaren tasidigi etkiler altinda bireysel secimlerinin ve yonelislerinin sonucu olarak varolan bir filozof ve entelektuel bir eylemcidir. i. wallerstein’in deyisle, dogrulari ve yanlislariyla, siniflar mucadelesinin 19.yuzyildaki diliminde, dusunerek, soyleyerek, eyleyerek yer almis “bir yol arkadasi...”dir. ne eksik ne fazla...
7 marx, yabancilasmanin, “ancak iki pratik kosulla ortadan kaldirilabilir” oldugunu soyler: bunlardan birincisi, “yabancilasmanin “katlanilmaz” bir guc, yani insanin ona karsi devrim yaptigi bir guc hâline gelmesi icin, onun insanligin buyuk bir cogunlugunu tamamen “mulkiyetten yoksun” hâle ve ayni zamanda, gercekten mevcut olan bir zenginlik ve kultur dunyasiyla celiskili hâle getirmesi gereklidir...” (alman ideolojisi, s.61, sol yayinlari)
atalay girgin
gunumuzde, neredeyse her alanda, isine gelenin isine geldigi gibi kullandigi, telaffuz ettigi bir kavram, dahasi bir kuram “yabancilasma”. kimileri insanin yabancilasmasindan, kimileri toplumun, tarihin yabancilasmasindan, kimileri dunyanin ve onun uzerindeki insanin ve eylemlerinin urunu olan her seyin yabancilasmasindan soz ediyor; ki bu noktada hem eylemin kendisi hem de tum istek ve ozlemleri iceren fikirler de azade degil bundan... keza tum insanlik tarihi ve onun icerisinde yer alan bilimden sanata, dinden felsefeye, tahakkum altina alma ve esaret zincirlerini kirma mucadelelerine kadar akliniza gelen ve gelmeyen varolan her sey dahildir buna... akil kâri degil ama, yine de onun sarmalinda kavranip yeniden yeniden anlamlandirilabiliyor her sey...
ya yabancilasmadan soz edenin kendisi, eylemleri ve fikirleri? acaba o azade midir, sozunu ettigi ve varligini kabul eyledigi yabancilasmadan ve sonuclarindan? bu sorunun olasi uc yaniti vardir:
eger “hayir”sa yanit, bu durumda o kisi, en az digerleri kadar yabancilasmis bir bilinc hâliyle kavramakta ve anlamlandirmaktadir, kendisinin de yabancilasmis oldugu varsayilan toplumsal gercekligi; tekilligi, tikelligi ve tumelligiyle varligi... tipki, hallisunasyonlar goren birinin, hem tum varolanin hallisunasyondan ibaret oldugunu, hem de varolanin icerisinde yasayan diger insanlarin hallisunasyonlar gordugunu ileri surmesi gibi... neresinden tutulabilir ki boyle bir iddianin? dahasi ne kadar ciddiye alinabilir ki boyle bir insan ve onun soyledikleri?
soruya verilebilecek ikinci yanitsa “evet”tir. bu yanit, yabancilasmadan soz edenin, kendini yabancilasmaya, yabancilasmayi da kendine dissal kilarak, arilik mertebesine haiz oldugu iddiasini icerir. ki bu, disarisi olmayan bir fosseptik cukurunun icinde olup da, cukurun icindeki her seyin pislige battigini soyleyen birinin “temiz” oldugunu, temiz kalabildigini ileri surmek ya da kabullenmek kadar sacma ve hem akla hem de gerceklige aykiridir. ancak bu sacma ve gerceklige aykiri olanin kabulu ve kabulun yayginligi kosullarinda da iddianin sahibi bir anda “mesih”, “kurtarici”, “peygamber”, “yol gosterici”, vb. nitelikler kazanabilir. ona bu nitelikleri ‘kazandiran’lar ise, “kendi iclerinde buyuttukleri peygamberi” dissallastiramayan, ancak dolayli bir bicimde, ona atfettikleri niteliklerden pay alarak, pay almaya calisarak, dissallastiramadiklari “iclerindeki peygamberi” yasatmaya yonelenlerdir. bundan dolayidir ki, “evet” yaniti kolayca verilmez soruya...
kolayca verilemeyen “evet” yanitiyla baslayan gizem, soruya ucuncu yanit olan “bilinemez”le doruguna ulasir. “bilinemez” yaniti, “evet–hayir” yanitlarini hem dislar hem de onlara acik kapi birakir. ki her turlu gizemi ve metafizigi olanakli kilan, bunlarin arz-i endam etmesini saglayan da budur. anlayisin kabulunun ardindan, daha sonraki caglarda surece katilanlara kalan ise, isin tevili ile ugrasmak ve yeni teviller yapmaktir. cunku, kurami ileri suren bireysel varolusunu yitirmistir. onun hangi tarihsel, toplumsal kosullarda, hangi kulturel etkilesim altinda, hangi bireysel yasanti ve tercihlerin urunu olarak dusuncelerini olusturdugu ve ileri surdugunden bagimsiz bir bicimde, onun kabulunu kendi kabulu olarak algilamaya baslayanin fazlaca bir secenegi yoktur. herhangi bir dusunuru, onun fikirlerini, ileri surulen bir kurami, icerisinde dogup buyudugu, olustugu toplumsal ve tarihsel kosullardan bagimsiz olarak degerlendirerek ve bunlari o kosullarin ilerisine ya da gerisine tasiyarak, varolani ya da olup bitmis gerceklikleri bunlarla anlamlandirmaya, aciklamaya calisanin makus talihidir bu...
oyle bir kavram ve kuram ki yabancilasma, varligi bir kez kabul edildiginde ondan ve sonuclarindan kurtulmak mumkun degil. insani ve insana dair her seyi kendi penceresinden okumayi ve anlamlandirmayi olanakli kilan yabancilasma bir gerceklik mi, gercekligin hakikatinin ifadesi mi? yoksa gerceklige delalet etmeyen, salt kavramsal bir gozluk mu? kavramin varligi, onun gercekligine delalet eder mi?
yabancilasma, bir gerceklik degil, yanilsamadir. bir bilinc hâli olan yanilsamanin, gerceklik addedilmesinin ifadesidir. varligin, acik ya da gizil bir bicimde dussel, dusunsel, ideal ve maddi gerceklik olarak ikiye ayrilmasindan ve bunun apriori kabullenilmesinden kaynaklanmaktadir yabancilasma. bu, ikici, yani dualist bir yaklasimdir. onceligi ister bir ideal varliga isterse madde cinsinden bir varliga veriyor olsun, bu tur yaklasimlarin, zamanin ve mekânin icinde ya da disinda acik ya da ortuk bir bicimde, kendisi olarak kalmaya muktedir ya da kendisi olarak kalma potansiyeline sahip bir “ilk varlik”i vardir. bu “ilk varlik”in da degismeyen ya da degismemesi gerekirken, su ya da bu nedenle degismek zorunda kalan bir “ozu” vardir. yabancilasma yaklasimi da varlik nedenini burada bulur.
bundan dolayidir ki, temele ideal varligi yerlestirenler, yani idealistler icin yabancilasmanin varligi, ancak ve ancak kendi kendisiyle kaim olabilen, varolmak icin ve kendi kendisi olarak kalabilmek icin kendisinden baska hicbir seye ihtiyaci olmayan, zamandan ve mekândan bagimsiz ideal bir varligin kabuluyle ve hangi nedenle olursa olsun, bu ideal varliktan da sûdur eden ve adim adim ona benzerligini yitiren, ondan uzaklasan bir ya da birden cok varligin, zaman ve mekândaki varligini kabule dayanir. ki zamanin ve mekânin kendisi de ideal varligin zamansiz ve mekânsizligindan sûdur eyler bu yaklasimda.
temele madde cinsinden varligi yerlestirenler, yani maddeci dualistler1 ise, zaman ve mekânda apriori olarak var kabul ettikleri, kendisi olabilme ya da kendisi olarak kalabilme potansiyeline sahip olan, bir “ilk varlik”(lar)in, bir “ilk sey”(ler)in, icerisinde bulundugu kosullarin zorlamasi, dayatmasi veya ihtiyaclari nedeniyle basladigi maddi ve manevi her turden eyleminin hem kendisiyle hem de sonucu olan urunleriyle yabancilasmaya basladigini ileri surer. buna gore, kendisi olabilme ya da kendisi olarak kalabilme potansiyeline sahip olan bu varlik(lar), eyledigi surece kendisine yabancilasmaya mahkumdur. yabancilasma bir olumsuzluk hâli olarak kabul edildiginde, yabancilasmamanin yegane yolu da eylemsizliktir. zamanin ve mekânin ayrilmazi olan degisme ve hareket kosullarinda eylemsizlik bir paradoks oldugu gibi, eylemle baslayan ve bir olumsuzlama olan yabancilasma da bir paradokstur. dahasi, gizil bir bicimde, zamanda ve mekânda degismemenin, degismeden kalmanin, hatta eylemsizligin mumkun oldugu kabulune dayanir.
her iki yaklasimda da disa vuran, kendisi zamanda ve mekânda yer alan, burada bir varolusa sahip olan insanin, yanilsamali, hatta bir bilinc yarilmasinin, bolunmesinin ifadesi anlaminda, sizofrenik bir bilinc hâlidir. ki bu bilinc hâli kuramla birlikte dissallasir. sadece kurami ileri surenleri degil, bunu kabullenen, zamani ve mekâni, dunu, bugunu, yariniyla; toplumsal, tarihsel, kulturel, siyasal, ekonomik, vb. olarak, yabancilasma kuramiyla anlamlandiran/anlamlandirmaya calisanlari da yanilsamali, sizofrenik bir bilinc hâliyle kaim olmaya yonelten, surukleyen bir kuramdir yabancilasma.
insanin ve insanla anlamlanan, insanla anlamlandirilan varligin degisimine askin kilinan, bu degisimin otesinde bir ‘yer’e yerlestirilen yabancilasma, metafizik, dolayisiyla idealist bir kuramdir. varlik kosulunu, her zaman icin varligin en az ikiye bolunmesinde bulur: ya ideal ve gercek varlik olarak ya da gercek varlik icinde eylemsizlikle, kendisi olmasi gerekirken kendisi olamayisla malul bir “ilk varlik” veya “ilk sey”ler olarak...
her iki yaklasim da gercekligin hakikatinin ifadesi olmaktan cok, varolana iliskin idealist spekulatif2, gizemcilige acik bir kurgu, yanilsamali bir aciklama, anlamlandirma cabasidir. her hangi bir cabanin ve yaklasimin, gerceklige iliskin verileri de kullanmaktan geri durmuyor olmasi, onu idealist ve spekulatif olmaktan arindirmaya yetmez. dolayisiyla, yabancilasma kuramini idealizmle malul kilan, onun acik ya da ortuk bir bicimde varolan onkabuludur. bu onkabul hâli, hem varligin kendisi olarak yabancilasmamisligiyla varoldugu, hem de yabancilasmanin esiginde oldugu andir: mukemmelin, idealin an’i; “sey”in yanlizca “sey”ligiyle varlik an’i... ideal eylem ya da eylemsizlik an’i...
bu an, yabancilasma kavramini kullanmamis olsalar da, hz. ibrahim’den bu yana dinlerde, ozellikle de musevilik, hiristiyanlik ve islamiyet’te, “ilk gunah”3 la bozulur. “yasak meyve”nin yenilisiyle vûcud bulan “ilk gunah”, tanri’yla kaim olan mukemmelin mukemmelligine, hem de mukemmel oldugu tasavvur edilen bir mekânda, yani cennette, vurulan bir hancerdir. dahasi, tasavvur edilenin, dusunulenin degil, aksine gercek insanin gercek bir mekânin ve zamanin sonsuz ve sinirsizliginda varolus surecinin baslangic anidir. ki birer inanc sistemi olan bu uc dine gore de, adem’le havva’dan hareketle gercek insanin evrendeki seruveni “ilk gunah”la, yani gunahkârlikla baslar. bu baslangic an’i bir son degildir. nasil son olsun ki? “ilk gunahkâr”, yani adem ayni zamanda, “ilk peygamber” kilinmistir. cocuklarini bekleyen, bir baska gunahtir, ensest bir iliskidir. kuran’da, erkek cocuklarin, yani habil ile kabil’in disinda isim telaffuz edilmez. kizlarin adlari yoktur... acaba kendileri de olmadigi icin mi yoktur adlari? eger bu dogruysa, bir odipus kompleksidir soz konusu olan... ki o zaman habil ile kabil’in kavgasinin nedeni havva’dir. ve gunahtan, gunahkârliktan kacis yoktur habil ile kabil’e... yani gercek insana... bu durumda insan, dinlere gore, daha baslangictan itibaren, gunaha mahkumdur. varolusu ve varolusunu surdurusu gunahsiz mumkun degildir. tanri’nin kendi suretinden yarattigina, kendi canindan “can ufledi”gine inanilan insan, eylemi ve soylemiyle “ilk gunah”tan itibaren tanri’yi biktiracak, usandiracak denli uzaklasir ondan... nihayetinde, bu bikkinlik ve usanc kuran’da son sozunu soylemek zorunda birakir tanri’yi: artik yeni peygamber, yeni yol gosterici, yeni rehber gondermeyecektir insanlara. peygambere ve diger muslumanlara, “allah’in saptirdigini dogru yola iletmek mi istiyorsunuz? allah birini saptirirsa artik onun icin bir yol bulamazsiniz”4 diyerek, elcisine ve onun teblig ettigi kuran’a inanmayanlarin inanmamalarinin ardindaki gercek nedenin, kendisi (yani tanri) oldugunu ifsa eder: gunah da gunahkâr insan da tanri istedigi icin vardir, gunahtan dolayi ceza da... onlari “dogru yola iletmeye” calismak da tanri’nin iradesine karsi cikmak... ki tum bunlar, tanri’nin, her seyi bilen, her seye kadir olan, salt iyilik, salt sevgi oldugu, kayrasindan dolayi insani, hem de kendi suretinden yarattigi iddiasina da dayanan mukemmelligiyle bagdasmayan bir paradokstur. dinlerin tanri sozu olarak kabul edilen, hem gerceklikle hem de kendisiyle tenakuz icerisinde olan kutsal kitaplari bu paradoksun abideleridir. ama neylersiniz ki o, tanri’dir ve ne yapsa ne soylese yeridir...
felsefe tarihi icerisinde de, yabancilasma kavramini kullanmamis olsalar da, “idealar kurami” ile varligi ideal ve zahiri olarak ikiye ayiran platon’u ve yeni-platoncu olarak nitelenen ve sûdur ogretisini ileri suren plotinus’u; aristotales’in yani sira, plotinus etkilerini de tasiyan, “zorunlu varlik-mumkun varlik” anlayisiyla, olup biteni ilk varliktan digerlerinin sûdur edisiyle aciklayan farabi’yi de “yabancilasma” yaklasimi cercevesinde degerlendirebilmek olasidir.
ancak, felsefi anlamda “yabancilasma” kavramini ilk kullananlarin, 19. yuzyilin baslarinda, fichte ve hegel oldugu bilinmektedir5. hegel acisindan yabancilasma, “ilk varlik” olarak kabul ettigi ve her seyin nedeni ve temeli olan mutlak akil’in, mutlak ruh’un, geist’in kendini dissallastirmasinin sonucudur. hegel’de her seyin kendisinden turetildigi “ide”, “ilk varlik”, “ideal varlik” dissallasma anindan itibaren, degisme ve gelismenin diyalektiginden bagimsiz olamayan gercek varliklara donusur; varligini bu varliklarda surdurur. hegel’e gore “akli olanin gercek, gercek olanin akli” olmasinin anlami ve nedeni de budur. kendini dissallastirdigi andan itibaren “ilk varlik” degisme ve gelismeden ari degildir. artik her sey, asil olarak da insan ve insanla anlamlanan, insanla anlamlandirilan her sey, tez-antitez-sentez sureciyle mutlak akil’in, geist’in degiserek ve geliserek, yeni bir dissallasma icin kendine donusmesi amaciyla varliga burunur ki bu, eregi, degisme ve gelisme temelinde geist’in kendine donusu olan cevrimsel bir surectir. bu cevrimsel sureclerle geist’in her kendine donusu, yabancilasmanin asilis anidir. ne var ki bu an’in hukmu meri degildir. kendi kendiyle kalamaz geist, mutlak akil, vs. hegel icin yabancilasmadan kacis yoktur ve bu ideal varlik’in bir halinden bir baska ideal haline bir yolculuktur; yolun adi ise yabancilasmadir. bu idealist, gerceklik acisindan yanilsamali ve paradoksal yaklasim, idealist bir filozof olan hegel’in felsefi sistemi acisindan bir sorun degildir. bu yaklasimiyla hegel, kendisinden onceki idealist filozoflarin, degismez olan “ilk varlik” anlayislarindan farkli olarak, zamanda ve mekânda, dahasi gercek varliklarda varligini surduren, degisen ve gelisen bir “ideal varlik”i savunur.
hem kavramsal hem de kuramsal duzeyde “yabancilasma”nin yayginlik kazanmaya baslamasi, marx sonrasi donemde ve asil olarak da ikinci dunya savasinin sonrasinda6 gerceklesir.
marx, kavrami devraldigi hegel’den farkli olarak, yabancilasmaya, olumsuz bir deger atfeder. hegel’de “bas asagi durdugu”nu soyledigi diyalektik yontemi oldugu gibi, “yabancilasma”yi da “ayaklari uzerine” diktigi, mistik ve idealist yanlarindan ayristirdigi iddiasindadir. bu iddia, hegel’in her seyin baslangici ve varlik nedeni olarak kabul ettigi, kendi kendiyle kaim “ide”nin yerine, varligi madde cinsinden, zaman ve mekân olarak kabule dayanir. degisme ve hareket ayrilmazidir bunun. ki bu ilk kabuldur. ikinci kabul ise, zaman ve mekânin icinde “kendisi olamayan”, “kendi kendisi olarak kalamayan” bir baska varliktir: ihtiyaclari ve ihtiyaclarini gidermeye yonelik eylemiyle degistirirken kendisi de degiserek bilinc kazanan, yabancilasan insan. hegel’in zamanin ve mekânin disinda tasavvur ettigi kendi kendisiyle varolan varligi, marx, zamanda ve mekânda varolan ama, kendisi olmasi gerekirken, kendisi olarak kalamayan ve bundan dolayi da yabancilasan bir “ilk varlik” anlaminda tasavvur eder. iste marx’ta tum yabancilasma kurami bu kabullere dayanir. ve tum tarih yabancilasan insanin eylemlerinin ve fikirlerinin tarihi olup cikar.
marx’a gore, yabancilasmamak ya da yabancilasmamislik, kendisi olarak kalan, kalabilen varligin bir ozelligidir. ne var ki, zaman ve mekânda varolan hicbir sey kendisi olarak kalamaz. bu durumda yabancilasma bir zorunluluktur. tipki hegel gibi, marx’ta da gercek varlik olarak insanin ve onun yapip etmelerinin yabancilasmadan kacisi yoktur. dahasi bu yapip etmeler de hem yabancilasmanin bir sonucu hem de yabancilasmanin varligini surdurusunun bir nedenidir.
hegel, kendi felsefi sitemi icerisinde, yeni bir yabancilasma sureci icin, yabancilasma surecinin asilis an’larini tasavvur eder. hem cevrimsel hem de sarmal sureclerin finalidir bu anlara tekabul eden... marx ise bir zorunluluk ve olumsuzluk olarak tasavvur ettigi yabancilasma surecini, “insanin tarih oncesi” diye niteleyerek, yabancilasmanin asilis anini, “insanin gercek tarihi”nin baslangici gorur. bu gelecege dair, dussel, dusunsel, ereksel bir kabuldur elbette. paradoksal yaklasimlar icin bunda bir sorun yoktur. cunku tum paradokslar dusseldir, dusunseldir; idealizmle maluldur. dussel olan da, asilisini yalnizca dusselde bulur; yalnizca dussel olarak asilir. oysa gercekligin kendisi de gerceklige dair varolan sorunlar da gerceklikte ve bir gerceklik olarak asilir.
ve son olarak: marx’a gore yabancilasmanin asilmasi, ortadan kalkmasi icin, yabancilasmanin nihai sonuclarina vardirilmasi, tum insanlik icin katlanilmaz hâle gelmesi gerekir7. ki bu bambaska bir acmazi olanakli kilmaktadir. bu acmazi kavramak icin yanlizca sorular yeterlidir: gecmis bir yana, bugun “yabancilasma”nin ekonomik, sosyal, siyasal, kulturel, vb. anlamda bayragini tasiyanlar ve liderligini yapanlar hangi siniflar ve guclerdir? bunlarin ve baskalarinin hangi eylemleri yabancilasmayi nihai sonuclarina tasimaktadir? yabancilasmayi engelleyen ya da engellemeye calisan hangi toplumsal siniflar, gucler ve bunlarin hangi talepleridir? buradan hareketle, yabancilasmanin herkes icin katlanilmaz hâle gelmesi gerektigini ileri surenler, kimlerin ardi sira dizilmelidir? yabancilasma surecini eylemleriyle, dusunceleriyle nihai sonuclarina tasimaya calisanlarin mi, yoksa talepleriyle bunlari engellemeye calisanlarin mi?
gercege ve gerceklige askin olan hicbir sey yoktur. varligin hareketine ve degisimine askin kilinan yabancilasma ve yabancilasma kurami, salt dussel, dusunsel, paradoksal bir kuramdir. gerceklikle iliskisi sadece kullandigi verilerden ibarettir. varolani, varolanin kendi gercekligine uygun bir tarzda anlamanin, anlamlandirmanin ve aciklamanin, degistirme donusturme eylemliliginin degil, aksine yanilsamali bir tarzda kavrayisin ve tersinden varolana teslim olusun kuramidir. bundan dolayidir ki, “asar-i atika” muzesinde gecikmeli de olsa yerini almalidir. daha otesi laf-i guzaftir...
--------------------------------------------------------------------------------
1 bugun “diyalektik materyalist” oldugunu ileri suren ve “tarihsel materyalizmi” savunanlar, bilincli ya da bilincsizce maddeci dualist, yani idealist bir anlayisa sahiptir. cunku bu anlayisin kendini acikca disa vurdugu alan yabancilasma kuramidir. yabancilasma kuramiyla baglarini koparmaksizin, iddianin otesinde, materyalist olunamaz. elbette ki bu bagin koparilisinin, dunu ve bugunuyle ekonomik, sosyal, siyasal, vb. boyutuyla gercekligin anlamlandirilisi, aciklanisi ve degistirilme/donusturulme eylemliligi sureci uzerinde derinlemesine etkileri vardir. ki bunlar ayri birer yazi konusudur.
2 spekulatif olmak, felsefi bir dusunce ve yaklasim icin kusur sayilmaz. ancak bu, mukemmellikle malul bir tanri fikriyle temellendirilen tum dinler ve kendisine “bilimsel” sifatini yakistiran tum yaklasimlar icin kusurdan ote, kendini nakzeden temel bir zaaf ve yetersizliktir. ozellikle “bilimsel”lik iddiasini tasiyan yaklasimlar bu noktada, dogmatizme ve onun sorgulanmazlik zirhina burunerek varligini surdurmeye calisan dinler gibi, inanc bagiyla kendilerini koruyup koruyamama acmaziyla karsi karsiya kalmaktadir...
3 “ilk gunah”, hiristiyanlik’ta, diger iki dinden farkli olarak, dogan her cocukta varligini surduren irsi, genetik bir nitelik kilinmistir ki yeni doganlarin vaftiz edilmesinin nedeni de budur. elbette ki bu bir inanctir. tipki, islamiyet’te, her cocugun dogusundan, fitratindan musluman oldugu inanci gibi... adi uzerinde “inanc” (ki aslinda her inanc, dayanagi ne olursa olsun ideolojidir)... tum inanclar gibi, bunlarin da aklin, bilimin olcutlerine gore degerlendirilmesinin hukmu yoktur. cunku akla ve bilime aykiridir hem dogustan gunahkâr olmak hem de fitratindan musluman olmak...
4 kuran-i kerim meali, nisa suresi, 88. ayet, suleyman ates cevirisi. en’am suresi 125. ayette de “allah kimi dogru yola iletmek isterse onun gogsunu islam’a acar, kimi de saptirmak isterse onun gogsunu, (o kimse) goge cikiyormus gibi dar ve tikanik yapar” denilmektedir. keza yunus suresi 99. ayette de “rabbin isteseydi yeryuzundekilerin hepsi mutlaka inanirdi. o halde sen mi insanlari inanmalari icin zorlayacaksin?” denilerek, inanmayanlarin inanmamalarinin asil nedeninin kendisi (yani allah) oldugu beyan edilmektedir. elbette ki benzeri bir dizi ayet daha aktarmak mumkun oldugu gibi, bunlari nakzeden ayetleri aktarmak da mumkundur. tipki, kaderiye ve cebriye konusunda, mutezile ve esarilik-gazali arasinda kendilerini destekleyen ama digerini nakzeden ayetlerin kuran’dan aktarilmasi gibi... kendini nakzetme dinler acisindan bir sorun degildir, aksine onlarin tabiatina uygundur. ancak, mukemmellikle kaim olan, mukemmel oldugu ileri surulen tanri’nin tanriligina uygun degildir. ki bu sorun da inancla, teslim olusla asilir... cunku bu tutarsizligi, teslim olan fark edemez. teslim olmayanin ise, ne kendisinin ne de soylediklerinin teslim olan indinde onemi vardir zaten...
5 fritz pappenheim, “modern insanin yabancilasmasi” (phoenix yayinevi) adli kitabinda, “felsefi anlamda yabancilasma terimi, 19.yuzyilin baslarinda fichte ve hegel tarafindan kullanilmistir; ancak o donemde terimin etkisi bu filozoflarin muritlerinden olusan kucuk gruplarla sinirli kalmistir” demektedir (s.4). yabancilasma kuramini kabulun kacinilmaz sonucu, “modern insanin yabancilasmasi” ifadesinden anlasilabilecegi gibi, ideal bir modern insan tasarimini gerektirir. ki bunu, feodal insanin yabancilasmasi, koleci insanin yabancilasmasi, komunal insanin yabancilasmasi gibi geriye donuk ifade etmek de gelecege iliskin yaklasimlara tasimak da mumkundur. cunku dusunsel anlamda her daim ideal bir kabul ve hareket noktasi vardir. ve bu anlayista, degismenin, hareketin, gelismenin varligi ve kabulu yalnizca bir aksesuardir.
6 bunun onemli nedenlerinden biri, marx’in “yabancilasma” kavramini nerdeyse basat unsur kildigi kitaplarindan alman ideolojisi ve 1844 el yazmalari’nin 1932’de gun yuzune cikmasi, yani okurla bulusmasidir. bir diger neden ise, isci sinifi mucadelesinin, 1917 ekim devrimi’nin uluslararasi etkisinin de katkisiyla, marx’a ve dusuncelerine duyulan ilginin artmasidir. dunya insanligini en az dinler kadar etkileyen bir dusunur olan marx’a ve ileri surdugu dusuncelere olumlu ve olumsuz anlamda gosterilen ilgi yersiz ve gereksiz degildir elbette. ancak olumlayanlarin, onun dusuncelerinin olusumu surecinde kacinilmaz bir bicimde tasidigi etkileri gormezlikten gelmesi ve neredeyse mutlak dogruluk atfetmesi de, olumsuzlayanlarin da yahudi kokeninden hareketle onu yok sayma, tumden yanlislama girisimleri de dogru degildir. o kendini olusturan, icerisinde yasadigi cagin, toplumsal, kulturel, siyasal, vb. kosullariyla birlikte, cocuklugundan itibaren tasidigi etkiler altinda bireysel secimlerinin ve yonelislerinin sonucu olarak varolan bir filozof ve entelektuel bir eylemcidir. i. wallerstein’in deyisle, dogrulari ve yanlislariyla, siniflar mucadelesinin 19.yuzyildaki diliminde, dusunerek, soyleyerek, eyleyerek yer almis “bir yol arkadasi...”dir. ne eksik ne fazla...
7 marx, yabancilasmanin, “ancak iki pratik kosulla ortadan kaldirilabilir” oldugunu soyler: bunlardan birincisi, “yabancilasmanin “katlanilmaz” bir guc, yani insanin ona karsi devrim yaptigi bir guc hâline gelmesi icin, onun insanligin buyuk bir cogunlugunu tamamen “mulkiyetten yoksun” hâle ve ayni zamanda, gercekten mevcut olan bir zenginlik ve kultur dunyasiyla celiskili hâle getirmesi gereklidir...” (alman ideolojisi, s.61, sol yayinlari)
atalay girgin
yabancilasma hristiyanliktan gelen bir kavramdir.hristiyanlikta adem ile havvanin yasak meyveyi yedikten sonra cennetten dunyaya dusmeleri ile dunyada yasadiklari duruma gondermede bulunurken bu kavram,marx tarafindan alinip ,kuraminin yapi taslarindan birini olusturmustur.
bir yere,bir ortama ait olmama duygusu.
gregor samsa:yabancılaşmanın tarihsel oyuncusu.
karl marxin teorisinde, kapitalizmin eksi yonu olarak ele aldigi durum. insanlar makinalarin arasinda yabancila$irlar, kendi el emeklerinden uzakta bir yerde makinalarla ha$ir ne$ir olunmu$ hani uretilen malin goz nuru nerdedir? fabrikada cali$an insanlar cali$ma saatlerinin yogunlugu dolayisiyla birbirini goremez yabancila$irlar. asosyal bir hayat onlari bekler.özetle yabancila$irlar hayatlarina,her $eye...
anadolunun ücra yerlerinden büyük şehirlerin bilinen yerlerine gelindiğinde kendini fazlasıyla hissettiren garip ama mantığı bulunan kendi içinde çelişkili ama temkinli olmanın doğruladığı fevkalade yalnızlık hissi verdiren ama bireyi güçlendiren bir sosyopsikolojik durumdur...
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?