"baylar, dövüş kulübüne hoşgeldiniz! dövüş kulübünün ilk kuralı dövüş kulübünden söz etmemektir. dövüş kulübünün ikinci kuralı kimseye kulüpten söz etmemektir!"
bu yazıyı yazmadan önce hazırlık olsun diye dövüş kulübünü bir kez daha izledim ve filmle ilgili görüşümün değişmediğini gördüm. bu film hayatımda izlediğim en iyi film ve bundan sonrada bu filmden daha iyisini görüceğimi sanmıyorum. ben bir filmde senaryo, oyunculuk, kullanılan teknik, kısacası her şeyden önce yönetmenliğe bakarım. yönetmenin filmi çekerken nasıl bir yol izlediğine, nasıl bir anlatım tarzını benimsediğine dikkat ederim. çünkü sinema her şeyden önce (ne kadar devasa bir ekip tarafından yapılıyor olursa olsun) yönetmenlik sanatıdır.
bu filmin yönetmeni david fincher, video klip ve reklam yönetmenliğinden yetişmiş, her türlü çekim tekniğine eli yatkın, se7en filmiyle rüştünü ispatlamış ve bu sayede bir çok sinemaseverin gözünde büyük bir saygınlık elde etmiş bir yönetmendir. seven filmini dikkatli bir şekilde izleyip sevmiş olanlar bilir (ki o filmi bende çok severim), david fincher dersine çok iyi çalışan ve her ayrıntının üzerine titreyen bir yönetmendir. işte bu nedenle seven her ne kadar ağır ilerleyen sıkıcı bir film gibi görünsede, üzerinde büyük bir emek yattığının anlaşıldığı sanat yönetimi, mekan ve görüntü çalışmasıyla hiç sıkılmadan büyük bir zevkle izlenen bir film olmuştur. oysa dövüş kulübünde hem bu titiz çalışmayı görebilirsiniz, hem de (büyük bir anlatım yoğunluğu ve altmetin barındırdığı için) hiç bir sahnesinde sıkılmazsınız.
filmin açılış sekansından başlayalım (ben hayatımda hiç bu kadar güzel başlayan bir film görmedim). kahramanımızın vücudunun içinde (mükemmel ve sert bir müzik eşliğinde) gezinerek başlayan sekans, ağzına silah dayanmış ve tere boğulmuş çaresiz yüzünü göstererek son buluyor. dakika bir, gol bir! hemen şaşırıyoruz tabi ki, ve sorular sormaya başlıyoruz; bu adam kim, niçin ağzına silah dayanmış, ve silahı tutan kişi kim? esasında gördüğümüz filmin sonlarından bir sahne, ve kahramanımız (edward norton), karşısındaki kişiyle nasıl bu noktaya geldiklerini açıklamak için filmde anlatıcı rolünü üstleniyor. filmde kendisi için bir çok isim zikredilmesine rağmen gerçek ismini öğrenemiyoruz. zaten yanlış hatırlamıyorsam filmin jeneriğinde de kahramanımız anlatıcı olarak geçiyor. fincherın başrol oyuncusuna net bir isim koymama nedeninin, izleyicinin filmde özel bir probleme sahip tek bir insanın probleminin anlatıldığını düşünmesine mani olup, tüm bir yeni neslin probleminin anlatıldığını düşünmesini sağlamak için olabilir diye düşünüyorum (başka bir şekilde de yorumlanabilir).
kahramanımız uyku problemi yaşamaktadır. hayatındaki boşluğu doldurup, çalışmasının nedeni olarak gördüğü evi içinse durmadan yığınla eşya almaktadır. filmin başında onu ürün kataloglarının arasında esir olarak gördüğümüz sahne tek kelimeyle müthiştir ve bir sahnenin bazen nasıl olupta binlerce şey anlatabileceğinin en güzel örneğidir, kahramanımız tek başına yaşayan birisi olmasına rağmen evinde dört kişilik bir yemek masası ve envai çeşit tabak çanak takımı bulunmaktadır, günümüz insanının gereksiz tüketim hastalığı bundan iyi nasıl anlatılabilir? uyku problemi için başvurduğu doktoru kendisine kanserli ya da bir şekilde dibe çökmüş insanların hayata tutunmak için moral desteği gördüğü terapi gruplarına katılmasını önerir. bu öneri üzerine kahramanımız farklı takma isimlerle farklı terapilere katılarak neredeyse huzuru yakalar. uyku problemi son bulur. ama daha sonra kendisi gibi sahtekarlık yaparak terapilere katılan marla singerla karşılaşınca tekrar düzeni alt üst olur. uyksuzluk tekrar başgösterir. bunun üzerine marla ile bir anlaşma yapar. o farklı, kendi farklı terapilere katılacaktır. kendince çözümü bulmuş, rahata kavuşmuştur.
ama ne olduysa uçakta tyler durdenla karşılaştığında olur. tyler (brad pitt) sahne almadan önce anlatıcımızın sarfettiği şu söz çok anlamlıdır; hayat sigortası iş seyahatinde ölürsen 3 katı para ödüyor. tyler durdenla tuhaf bir konuşma yaptığı uçak seyahatinden sonra evine geldiğinde korkunç bir manzarayla karşılaşır. bütün bir dairesi alevler içinde yanmaktadır. bu yangının niçin çıkmış olabileceğine dair bilgi olarak anlatıcımızın sarfettiği sözlere bir bakalım;
polis pilot ateşinin sönerek hafif gaz sızdırdığını düşünüyor. bu gaz 250 metrekare yüksek tavanlı evi günlerce doldurduktan sonra buzdolabının kompresörü kıvılcım çıkartmış olabilir diyor.
aslında bütün bu sözler yönetmenin izleyicinin kafasında yangınla ilgili herhangi bir soru işareti barındırmayıp, dikkatleri yangının üzerine çekmemek için kullandığı bir yem sadece. çok zekice bir hamle.
evi kül olduktan sonra barınacak bir yer arayan anlatıcımız tylera sığınır. onunla bir barda dertleşir. burada tyler durdenla ve onun felsefesiyle tanışırız. ona göre yaşamsal önem taşımayan hiç bir şeyin önemi yoktur. mükemmel olmaya çalışmak gereksiz bir çabadır. ona göre biz insanlar sadece birer tüketiciyiz. burada dikkat edilecek nokta tylerın söylevinin bir yerde filmin söylevi olduğu gerçeğidir. bu dertleşmeden sonra tyler barın çıkışında kendisine vurmasını ister. işte bütün bir dövüş kulübü çılgınlığını başlatan yumruk burada atılır. bu dövüş diğer insanlarında dikkatini çeker ve dövüş kulübü kurulur. kahramanımız tek tek tabularını kırar. modern dünyanın kendisine sunduğu hayatı rettedip, tam anlamıyla harabe diyebileceğimiz dökülen bir barakada yaşamaya başlar.
filmin ikinci yarısı ilk yarısına gönderme ve atıflarla doludur. filmin başında kucaklaşıp ağlayarak deşarj olan iki karakter, daha sonra dövüşerek deşarj olur. filmin başında bir terapi grubunun yöneticisi bu odaya bakınca cesur insanlar görüyorum. derken, tyler neredeyse bu lafa atıfta bulunurcasına (mükemmel bir konuşmaya başlamadan önce) etrafıma baktığım zaman bir çok yeni yüz görüyorum. der.
filmin müzikleri tek kelimeyle büyüleyicidir (en azından benim için). izlememiş olanlar için söyliyeyim, bu filmi sevebilmeniz için elektronik müziğe sempatinizin olması gerek. ama eğer seviyorsanız sizi bir şölen bekliyor. filmin müzik kullanımı bir filmde tam olmasını istediğim gibi. müzik sahnenin altını çiziyor, atmosferini pekiştiriyor ve neredeyse sahneyle birlikte akıp gidiyor. filmde gördüğünüz bir sahnede, o sahnenin ne tür bir müziğe ihtiyacı varsa o an öyle bir müzik duyuyorsunuz. filmin titiz bir müzik çalışmasına sahip olduğu tartışmasız bir gerçek...
dövüş kulübünün izleyiciye sunduğu fikirlerle ilgili görüşüm:
her şeyden önce her ne kadar dövüş kulübünü hayatımda izlediğim en iyi film olarak gördüğümü söylesemde, sunduğu bir çok söylevi yanlış bulduğumu itiraf etmeliyim. kabul etmeliyiz ki karşımızdaki olağanüstü derecede kışkırtıcı ve tehlikeli bir film. eğer filmin bütün felsefesini hayatınıza yedirip, bunu yaşam tarzınız haline getirirseniz, tam anlamıyla kaosa sürüklenir, dibe çökmüş bir hayat yaşarsınız. düşünsenize, karşımızda ;tanrının senden hoşlanmadığı olasılığını düşünmelisin. o seni hiç istemedi, hatta büyük olasılıkla senden nefret ediyor! diyen bir film var! şimdi bana diyeceksiniz, hem filmi fikirsel açından yanlış buluyorsun, hem de en sevdiğin film olduğunu iddia ediyorsun. hiç bir zaman bir filmi sevmek için fikirlerinide koşulsuz bir şekilde kabul etmek gerektiğini düşünmemişimdir. hepimiz aklı başında insanlarız. hiç bir filmin nasihatine ya da yol göstermesine ihtiyacımız yok, en azından benim öyle. ben bu filmi yapımı ve anlatımı açısından eşsiz buluyorum. ama filmin bir artısı var ki, o da tyler durdenı %100 desteklememesi, yani onun söylediklerinin tümüyle arkasında durmaması, onun fikirlerini kabul edip etmemeyi izleyiciye bırakıyor olması. kısacası film üstün körü tek bir felsefenin propagandasını yapmıyor. ama dediğim gibi karşımızdaki kışkırtıcı ve tehlikeli bir film var. size tavsiyem, dövüş kulübünü izleyin ama bir dövüş kulübü kurmaya kalkışmayın!işim olmaz dediğinizi duyar gibiyim.
filmin destek çıktığım bir söylevi yok mu? elbetteki var, örneğin filmin günümüz insanının tüketim çılgınlığını eleştirmesine hayran oldum. hayatımıza soktuğumuz gereksiz o kadar çok ıvır zıvır var ki, bunların çoğunun farkına bile varmıyoruz. çünkü çarkın içinde kavruluyoruz. reklamlar ve televizyon tam anlamıyla beynimizi uyuşturmuş durumda. tyler durdenın dediği gibi; nefret ettiğimiz işlerde çalışıp, gereksiz şeyler alıyoruz! ama bu filmi sadece bir kaç söylevle özetlemek ya da filmin sadece bir kaç söyleve sahip olduğunu söylemek neredeyse imkansız. bu filmin belkide en hayran olduğum özelliği bu, çok katmanlı, her daim çoklu okumaya açık, farklı şekillerde yorumlanabilecek bir film olması!insanda her izleyişte farklı bir his uyandırabiliyor!
filmin sonlarında karşılaştığımız o müthiş sürpriziyle ilgili bir şey söylemek istiyorum. ilk izlediğimde beni tek kelimeyle afallatmıştı. bu başka hiç bir filmde göremiyeceğimiz türden bir sürprizdi, ve tahmin edilme ihtimali neredeyse sıfır. bu sürprizi tahmin edemeyişimizin en önemli nedeni filmin buna ihtiyacı olmaması, ya da bizim böyle bir beklenti içersinde olmayışımız. çünkü film kusursuz bir dinamiğe sahipken, ve mükemmel bir şekilde ilerliyorken bu sürprizle karşılaşıyoruz. bilirsiniz, çoğu gerilim filminde katil kim sorusuyla karşılaşır ve kandimizce teoriler üretiriz, filmin sonunda da en beklenmedik kişinin katil çıktığını görürüz. kısacası katili tahmin etsekte etmesekte çoğu filmde bir sürpriz beklentisi içersinde oluruz. ama bu filmin sürprizi, bir sürpriz beklentisi içersinde olmadığımız için bizi daha fazla şaşırtır.
son söz: bu filmi kesinlikle izleyin ama kendinize hakim olmayı unutmayın!
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?