tam adı "news from nowhere or an epoch of rest being some chapters from a utopian romance" olan, romantik sanat anlayışına sahip bir marksist olan william morris’in ütopyasını, düşünde görmüş gibi anlattığı harika romanı. türkçe’ye "hiçbiyer’den haberler" olarak çevrilmiştir. morris’in kitabında dile getirdiği şey, 19. yy. ingilizlerinin, doğayla uyumu ve bütün insanların hayatlarında bir güzellik duygusunu yeniden kazanarak bugünü olumsuzlayacak bir gelecek için çalışmaları gerektiğidir.
morris’in düşünde yolculuğa çıktığı ingiltere, tam komünist ingiltere şöyledir; zenginliğin yeniden dağıtımı yoksulluğu ortadan kaldırmıştır, altının artık parasal bir değeri yoktur, hiçbir fuzuli üretim yoktur ve insanlar yaptıklarını olağanüstü bir beceriyle yaratır, çocuklar basit yiyecekler yiyerek ve bol bol egzersiz yaparak bedenlerini sağlıklı ve güçlü kılmaya teşvik edilir, paranın ortadan kaldırılmasıyla birlikte yasanın uygulanması gereksiz hale gelmiştir ve insan onuru toplumsal hırsla değil, boş zamanların sağlıklı etkinlik ya da sohbet içinde verimli kullanımıyla bağlantılıdır, zorunluluk yerini seçme özgürlüğüne bırakmış, iş ortak bir eğlenceye dönüşmüştür.
ayrıca kitapta iki ayrıntı dikkatimi çekmiştir; parlamento binasının gübre deposu olarak kullanımı ve eski zamanın okullarından çiftlik olarak söz edilmesi. takıldığım bir nokta daha var ki bu, canımı sıktı. rüyada gidilen yerin 2000li yılların ingiltere’si olması, yani, zamanında pek çok kişi 2000li yılları çok farklı düşlemişti. okuduğumla şimdiki dünyayı karşılaştırınca doğal olarak üzüldüm.
(çizilen özgür ve mutlu insan profili, bolluk, eşitlik, doğayla iç içe yaşam her ne kadar beni hayal alemlerine götürdüyse de, satır aralarında toplumun yazısız ve varlığı inkâr edilen kanunlarına rastlamak beni kendime getirdi. aslında belki yoktu, yazılı değildi bu dayatma, kafamda yaratıyorum. ya da önyargım veya umutsuzluğum buna sebep oluyor. neyse, sonuçta anladım ki böyle bir yerde yaşamak bile beni memnun edemez.)
news from nowhere
(bkz: finding neverland)
alıntılar:
arkadaşımın kelime bilgisini düzeltmekle uğraşacak değildim; benim okul dediğim ve artık kesinlikle ortadan kalkmış olduğunu gördüğüm çocuk çiftliklerinden hiç söz etmesem iyi olu diye düşündüm.
(s.37)
“parlamentomuz bütün insanlardan oluşur.”
kendinden kaçılacak bir cezalandırma sisteminin olmadığı, karşısında zafer kazanılacak bir kanunun bulunmadığı bir toplumda, işlenen suçun ardından kesinlikle pişmanlık gelecektir.
‘uygarlık’ (yani örgütlü sefalet) halkası içindeki ülkeler, piyasanın sakat ürünleriyle tıka basa doldu ve bu halkanın dışındaki ülkelerin pazarını ‘açmak’ için her türlü zora ve hileye başvuruldu. bu ‘açma’ süreci, o dönemin insanlarının beyanatlarını okumuş olan ama yaptıklarından bir şey anlamayan kimselere garip gelmektedir; bu, belki de bize, on dokuzuncu yüzyılın muazzam erdemsizliğinin en kötü biçimini, başkasının yaptığı vahşetin sorumluluğundan kaçma riyâkarlığının ve samimiyetsizliğinin uygulama alanlarını göstermektedir. uygar dünya pazarı henüz pençesine düşmemiş bir ülkeye göz koyduğunda bazı anlaşılır bahaneler uydururdu; örneğin, ticaret sisteminden farklı ve daha az zalim olan bir köleliğin bastırılması, kurucularınca artık inanılmayan bir dinin yaygınlaştırılması ya da yaptıkları kötü işler yüzünden ‘barbar’ ülkenin insanlarıyla başı derde girmiş bir haydutun ya da kana susamış bir çılgının ‘kurtarılması’ gibi. kısacası köpeği dövecek sopa her zaman için bulunurdu.
(s.120-121)
hikâyeyi büyük bir şaşkınlıkla dinledim ve ilk başta, diğerini öldüren adamın, rakibini sadece kendini korumak amacıyla öldürdüğü kanıtlanıncaya kadar gözaltında tutulmayışına şaşmadan edemedim. ancak düşündükçe şu da gözümde giderek daha açık bir hal alıyordu: iki rakip insan arasında kanlı biten bir kavgadan başka bir şey görmemiş olan tanıkların sorgulanmasının da olayı aydınlatmak bakımından bir katkısı olmayacaktı. aynı zamanda, katilin duyduğu vicdan azabının, yaşlı hammond’un bu garip insanların benim suç olarak bildiğim şeyleri ele alış tarzları hakkında bana anlattıklarına bir anlam kazandırdığını da düşünmeden edemedim. bu vicdan azabının abartılı olduğu bir gerçekti, fakat katil eylemin bütün sonuçlarını üstlenmişti ve toplumdan, kendisini cezalandırarak vicdan azabından kurtarmasını beklemiyordu. dostlarımın arasına darağaçları ve cezaevlerinin girmemiş olmasından dolayı ‘insan hayatının kutsallığı’na gölge düşeceğinden artık korkmuyordum.
(s.212)
“bayağı,” dedim, “biz böyle derdik. zenginlerin evlerinin çirkinliği ve bayağılığı, yoksul insanları mecbur ettikleri sefilliğin ve yoksulluğun zorunlu bir yansımasıydı.”
(s.243)
her şey gerçekten de bir düş müydü?
…
tüm bu süre boyunca, oradakiler benim için gerçek dostlar olmuşlarsa da, onların arasında terim olmadığını hissetmiştim. sanki sonunda beni reddedeceklerini ve ellen’in o hüzün dolu son bakışıyla ifade ettiği gibi, şöyle diyecekleri bir zamanın geleceğini hep biliyordum: “hayır, bu iş olmayacak. bizden biri olmazsın. geçmişin mutsuzluğuna öylesine aitsin ki bizim mutluluğumuz seni yorar. artık bizi gördün; bize dışardan bakan gözlerin de, tahakküm ilişkileri zamanın tüm şaşmaz özdeyişlerini hiçe sayarak yoldaşlık ilişkilerine dönüştüğü zaman –ancak o zaman- dünyanın göreceği huzur dolu günler olduğunu gördü. geri dönüp hayatına devam ettiğinde etrafında başkalarını kendine ait olmayan hayatlar sürdürmeye zorlayan ve kendi hayatlarını da umursamayan insanlar göreceksin; ölümden korkmalarına rağmen hayattan da nefret eden insanlar. geri dön ve bizleri gördüğün için daha mutlu yaşa. zira mücadelene ufak da olsa bir umut ekledin. yeni yoldaşlığın için gereken her tür acıyı çekerek, çabayı göstererek yaşamaya devam et.”
evet, kesinlikle! ve başkaları da onu benim gördüğüm gibi görebilirse, o zaman buna bir düşten çok tahayyül demek daha doğru olur.
(s.266-267)
arkadaşımın kelime bilgisini düzeltmekle uğraşacak değildim; benim okul dediğim ve artık kesinlikle ortadan kalkmış olduğunu gördüğüm çocuk çiftliklerinden hiç söz etmesem iyi olu diye düşündüm.
(s.37)
“parlamentomuz bütün insanlardan oluşur.”
kendinden kaçılacak bir cezalandırma sisteminin olmadığı, karşısında zafer kazanılacak bir kanunun bulunmadığı bir toplumda, işlenen suçun ardından kesinlikle pişmanlık gelecektir.
‘uygarlık’ (yani örgütlü sefalet) halkası içindeki ülkeler, piyasanın sakat ürünleriyle tıka basa doldu ve bu halkanın dışındaki ülkelerin pazarını ‘açmak’ için her türlü zora ve hileye başvuruldu. bu ‘açma’ süreci, o dönemin insanlarının beyanatlarını okumuş olan ama yaptıklarından bir şey anlamayan kimselere garip gelmektedir; bu, belki de bize, on dokuzuncu yüzyılın muazzam erdemsizliğinin en kötü biçimini, başkasının yaptığı vahşetin sorumluluğundan kaçma riyâkarlığının ve samimiyetsizliğinin uygulama alanlarını göstermektedir. uygar dünya pazarı henüz pençesine düşmemiş bir ülkeye göz koyduğunda bazı anlaşılır bahaneler uydururdu; örneğin, ticaret sisteminden farklı ve daha az zalim olan bir köleliğin bastırılması, kurucularınca artık inanılmayan bir dinin yaygınlaştırılması ya da yaptıkları kötü işler yüzünden ‘barbar’ ülkenin insanlarıyla başı derde girmiş bir haydutun ya da kana susamış bir çılgının ‘kurtarılması’ gibi. kısacası köpeği dövecek sopa her zaman için bulunurdu.
(s.120-121)
hikâyeyi büyük bir şaşkınlıkla dinledim ve ilk başta, diğerini öldüren adamın, rakibini sadece kendini korumak amacıyla öldürdüğü kanıtlanıncaya kadar gözaltında tutulmayışına şaşmadan edemedim. ancak düşündükçe şu da gözümde giderek daha açık bir hal alıyordu: iki rakip insan arasında kanlı biten bir kavgadan başka bir şey görmemiş olan tanıkların sorgulanmasının da olayı aydınlatmak bakımından bir katkısı olmayacaktı. aynı zamanda, katilin duyduğu vicdan azabının, yaşlı hammond’un bu garip insanların benim suç olarak bildiğim şeyleri ele alış tarzları hakkında bana anlattıklarına bir anlam kazandırdığını da düşünmeden edemedim. bu vicdan azabının abartılı olduğu bir gerçekti, fakat katil eylemin bütün sonuçlarını üstlenmişti ve toplumdan, kendisini cezalandırarak vicdan azabından kurtarmasını beklemiyordu. dostlarımın arasına darağaçları ve cezaevlerinin girmemiş olmasından dolayı ‘insan hayatının kutsallığı’na gölge düşeceğinden artık korkmuyordum.
(s.212)
“bayağı,” dedim, “biz böyle derdik. zenginlerin evlerinin çirkinliği ve bayağılığı, yoksul insanları mecbur ettikleri sefilliğin ve yoksulluğun zorunlu bir yansımasıydı.”
(s.243)
her şey gerçekten de bir düş müydü?
…
tüm bu süre boyunca, oradakiler benim için gerçek dostlar olmuşlarsa da, onların arasında terim olmadığını hissetmiştim. sanki sonunda beni reddedeceklerini ve ellen’in o hüzün dolu son bakışıyla ifade ettiği gibi, şöyle diyecekleri bir zamanın geleceğini hep biliyordum: “hayır, bu iş olmayacak. bizden biri olmazsın. geçmişin mutsuzluğuna öylesine aitsin ki bizim mutluluğumuz seni yorar. artık bizi gördün; bize dışardan bakan gözlerin de, tahakküm ilişkileri zamanın tüm şaşmaz özdeyişlerini hiçe sayarak yoldaşlık ilişkilerine dönüştüğü zaman –ancak o zaman- dünyanın göreceği huzur dolu günler olduğunu gördü. geri dönüp hayatına devam ettiğinde etrafında başkalarını kendine ait olmayan hayatlar sürdürmeye zorlayan ve kendi hayatlarını da umursamayan insanlar göreceksin; ölümden korkmalarına rağmen hayattan da nefret eden insanlar. geri dön ve bizleri gördüğün için daha mutlu yaşa. zira mücadelene ufak da olsa bir umut ekledin. yeni yoldaşlığın için gereken her tür acıyı çekerek, çabayı göstererek yaşamaya devam et.”
evet, kesinlikle! ve başkaları da onu benim gördüğüm gibi görebilirse, o zaman buna bir düşten çok tahayyül demek daha doğru olur.
(s.266-267)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?