her dakikası ayrı dokundu bu saatlerin
her saati ayrı solundu bu mevsimlerin
her meyvesi farklı tat verdi bu senenin.
geçmişini özlemeye değdi
geleceğini keşfetmek kadar olmasa da.
kendiliğinden yaşanacağını biliyordum,
hayat işte, kontrol edemiyorum.
gözyaşlarını duyuyorum şimdi “kal” diyen
çığlıklarım görülmekte ikircikli sözler veren.
ne gelir ki artık elden?
vakit yaklaşıyor, hala örülüyor senem.
her saati ayrı solundu bu mevsimlerin
her meyvesi farklı tat verdi bu senenin.
geçmişini özlemeye değdi
geleceğini keşfetmek kadar olmasa da.
kendiliğinden yaşanacağını biliyordum,
hayat işte, kontrol edemiyorum.
gözyaşlarını duyuyorum şimdi “kal” diyen
çığlıklarım görülmekte ikircikli sözler veren.
ne gelir ki artık elden?
vakit yaklaşıyor, hala örülüyor senem.
bunun için sözlükle aşk yapıyor olmak gereklidir herhalde. girdikçe girmek, girdikçe girmek lazım, entryleri. evet.
geçen yıl ankaranın gop ilçesinde, çayhaneden köroğluna doğru yürüyodum. sokakta ilk okul çağında olduğunu tahmin ettiğim iki çocuk kaldırımda oturmuş saklambaç üzerine tartışıyorlardı;
oğlan sen kaça kadar sayabiliyon ki?
diğer oğlan 100. sen?
oğlan ben sonsuza kadar sayarım.
diğer oğlan ben de sayarım!
oğlan hadi lan ordan say da görelim.
diğer oğlan 95ten saymaya başlar.
diğer oğlan 95, 96, 97, 98, 99,100...
oğlan ee noldu? höhöhö sayamıyon di mi!?!?!
diğer oğlan sonsuz bir! sonsuz iki! sonsuz 3!...
oğlan sen kaça kadar sayabiliyon ki?
diğer oğlan 100. sen?
oğlan ben sonsuza kadar sayarım.
diğer oğlan ben de sayarım!
oğlan hadi lan ordan say da görelim.
diğer oğlan 95ten saymaya başlar.
diğer oğlan 95, 96, 97, 98, 99,100...
oğlan ee noldu? höhöhö sayamıyon di mi!?!?!
diğer oğlan sonsuz bir! sonsuz iki! sonsuz 3!...
(bkz: beni tanıdılar sen kaç)
illinois eyaletindeki kadın hapishanelerinden birinde çalışan tanıdığım bir danışmanın anlattığı bir şizofreni olayı var, ki çok ilginç, hemen aktarıyorum aynen şöyle.
şimdi bu kadın 40-45 yaşlarında imiş. 25 yaşındayken hapse düşmüş. kendisinde 27 farklı karakter tespit etmişler ve ömrü hapishanede geçecekmiş.
bir gün, kafasındaki sesler ona bir silah almasını ve arabasına yerleştirmesini söylemiş. kız da gitmiş silahı almış, arabasına koymuş. sonra sesler annesinin evine gitmesini söylemiş, kız da gitmiş. kafasındaki sesler ona annesini vurmasını söylemiş, ama kız yapmamış. sonra o sesler kızmış kıza, alışveriş merkezine gitmesini söylemiş, o da gitmiş. sonra sesler, alışveriş merkezinden çıkan ilk kişiyi vurmasını söylemiş, o da nasıl olsa tanımıyorum diyerek tamam demiş. kapıdan bir evli çift ve küçük çocukları çıkmış. sesler çocuğa zarar vermemesini, sadece yetişkinleri vurmasını söylemiş. kız, o iki insan çocuğu arabaya yerleştirene kadar beklemiş, sonra ikisini de vurmuş ve eve dönmüş normal bir şeymiş gibi.
olayı anlatan kişi bu kadınla tanıştığında, kadın ondan kaçmış. neden kaçtın diye sorduğunda, "seni sevmedik" yanıtını almış. bir kaç hafta geçmiş, o kadın yanına gelmiş, "saç kesimini beğendik, sanırım seni seviyoruz. ama hala tartışmamız lazım bu konuyu" demiş.
yani ne kadar ürkütücü bir şey. tedavi de edilemiyor, doğuştan böylemiş. o sesler her zaman var sanıyormuş, e başka bir şey bilmiyor ki... yazık ya. nasıl insanlar var.
şimdi bu kadın 40-45 yaşlarında imiş. 25 yaşındayken hapse düşmüş. kendisinde 27 farklı karakter tespit etmişler ve ömrü hapishanede geçecekmiş.
bir gün, kafasındaki sesler ona bir silah almasını ve arabasına yerleştirmesini söylemiş. kız da gitmiş silahı almış, arabasına koymuş. sonra sesler annesinin evine gitmesini söylemiş, kız da gitmiş. kafasındaki sesler ona annesini vurmasını söylemiş, ama kız yapmamış. sonra o sesler kızmış kıza, alışveriş merkezine gitmesini söylemiş, o da gitmiş. sonra sesler, alışveriş merkezinden çıkan ilk kişiyi vurmasını söylemiş, o da nasıl olsa tanımıyorum diyerek tamam demiş. kapıdan bir evli çift ve küçük çocukları çıkmış. sesler çocuğa zarar vermemesini, sadece yetişkinleri vurmasını söylemiş. kız, o iki insan çocuğu arabaya yerleştirene kadar beklemiş, sonra ikisini de vurmuş ve eve dönmüş normal bir şeymiş gibi.
olayı anlatan kişi bu kadınla tanıştığında, kadın ondan kaçmış. neden kaçtın diye sorduğunda, "seni sevmedik" yanıtını almış. bir kaç hafta geçmiş, o kadın yanına gelmiş, "saç kesimini beğendik, sanırım seni seviyoruz. ama hala tartışmamız lazım bu konuyu" demiş.
yani ne kadar ürkütücü bir şey. tedavi de edilemiyor, doğuştan böylemiş. o sesler her zaman var sanıyormuş, e başka bir şey bilmiyor ki... yazık ya. nasıl insanlar var.
bir an melankomik açtı sandığım, çok şükür bir şey açarken başlığı buldu dediğim, sonra sicaksutorbasi adlı loserın açtığı gerçeğiyle karşı karşıya kalmamla birlikte yıkılmama sebep olmuş başlık açma şekli.
ayıp ettin bu kadar erken gitmekle. çocukken daha karşıma televizyonda çıktığında böyle olacağı gelir miydi aklıma? hayır, ölmezsin sandım, herkesin bir gün öleceğini bilmeme rağmen. yaşım gereği "michael jackson" ismini duyulduğumda aklıma gelen efsanenin büyüklüğünü kavrayamıyordum belki ama biliyordum yine de senin hakkında önemli şeyler olduğunu, büyük biri olduğunu. ve yine belki hatırlamıyorum öyle dünyayı sarstığın zamanları ama sevdiğimi hatırlıyorum seni, siyah beyaz takımınla yaptığın moonwalk danslarını. kimilerine göre sıradan bir şarkıcı, kimilerine göreyse efsaneydin, hala öylesin. hiç hoş olmadı ama bu gidişin, üzdün bizi. bana verdiğini sandığım sözünü de tutmadın üstelik; öldün.
ayıp ettin...
ayıp ettin...
unutulası gün. olmasa keşke.
paracelsusun sözüdür. üzerinde düşünülesidir.
sabahattin ali’ye hayran olmamı sağlayan muhteşem bir edebi eser. aşka inananları içine alır bu hikaye, canını acıtır okuyanın. akıcıdır, bir çırpıda biter ama anlatacak güç bulamaz okur. anlatamadığım için de koyuyorum hemen.
hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?...
görülecek şeydir o... yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı... sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar... ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar...
taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır...
ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?... yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşları kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır... ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar, gıcırdar, gıcırdar...
ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştün adaşım, ama bir daha görmek istemem.
sen aşkın ne demek olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?...
çooook desene! sevgilin güzel miydi bari? belki de seni seviyordu... ve onu herhalde çok kucakladın... geceleri buluşur ve öperdin değil mi? bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa...
yahut sevgilin seni sevmiyordu... o zaman ne yaptın? geceleri ağladın mı?... ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?...
fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak senin için o kadar güç olmamıştır. insan evvel’ kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. vicdan azabı dedikleri şey ancak bir hafta sürer. ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.
ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüye sevdin, ve bu böyle gidiyor. peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek mi dir?...
çırılçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musunuz?...
bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?
bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misiniz?
aşk sana bunları yaptırabilir mi? işte o zaman sana seviyorsun derim...
sen sevgiline ne verebilirsin sanki? kalbini mi? pekala, ikincisi ne? gene mi o? üçüncü ve dördüncüye de mi o?... atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?... hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır: kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun...
siz sevemezsiniz adaşım, siz, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... siz sevemezsiniz. sevmeyi yalnız bizler biliriz... bizler: batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka allah tanımayan biz çingeneler...dinle adaşım, sana bir çingenenin aşkını anlatayım...
bir gün karların erimeğe başladığı mevsimdeydi bütün çergi, otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek edremit tarafına doğru göçüyorduk.
can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeğe başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti. sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı.
delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.
ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.
ikindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti. burası küçük bir değirmendi. suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane tahta oluğa taksim oluyordu.
ihtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar, ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlar.
ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu. burada çergilemek hiç de fena değildi. yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu.
daha çadırları kurmadan atmaca klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmağa başladı, içeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu.
bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler.
aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak atmaca’ya verdiler. ve değirmenci bunu iki çömlek de yoğurt ilave etti. biz bu güzel kabilden cesaret alarak biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk.
işler iyi gidiyordu. kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğünü çağırıyorlardı.
atmaca tabii en baştaydı...
sen bu atmaca gibisine daha rastlamamışsındır. bir kere heybetli delikanlıydı: yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri... sonra burnu... uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrak burnu. bunun için biz ona atmaca derdik... başı geniş omuzlarının üstünde bir arap atındaki gibi dik dururdu ve bir arap atı ondan daha çevik değildi...
bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun algısı söylenirdi.
başka çingeneler gibi çalmazdı o, adaşım: bir kere nota bilirdi. şehir mektebini okumuş, bitirmişti: sonra içliydi...sanırdın ki klarneti çalarken havayı ciğerlerinden değil doğrudan doğruya yüreğinden veriyor.
geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. biz de çadırların önüne çıkıp yüzü koyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik.
hiçbir sevgilisi yoktu. ne geçtiğimiz türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi...
halbuki çalgı çalarken büyük gözlerle oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında, bir ateşe rasgelmiş gibi derhal kuruyan birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.
çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden bize bir şey sindirmezdi. neler hisseder, neler düşünürdü? hiçbirimiz bilmezdik. acaba birisini sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?...
ara sıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi.
kasabadaki efendiler ona ekran muamelesi ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı.
hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. şimdilik bir şey anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. kızıyla beraber yük çınarın altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu.
değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi. yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan ince örgülü saçları vardı. ama yüzü hep soluktu. etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi yokmuş gibi dümdüz bir bakışı, ve dudaklarının kenarından dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı. bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı. şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu. ve bu onu insanlardan ayırıyordu.
düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne demektir? derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu. vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmüş örtmeğe mecburdu... geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi...
belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak dolu gözlerle bakmış. şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu. değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı ağlamaklı ederdi. geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı...
sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve insafsız atmacamız değirmencinin bu sakat kızına vuruldu. tavuslara, sülünlere bakmağa tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun şikarı oldu.
eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. ben anladığım zaman alev saçağa sarmıştı... yoksa çoktan çergiyi toplar, başka yere göçerdim.
atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi...ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik...onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı.
atmacanın kanatları düşmüştü adaşım. sarardıkça sararıyordu. değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce bu işin böyle gitmeyeceğini anladım...
bir gece onu çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk. çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka bir şey duyulmuyordu. atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi sormuyordu. elimi omzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı.
"seviyorsun!..." dedim.
"öyle..." dedi.
"ne yapacaksın?..."
bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi. uzun uzun baktı, birdenbire:
"sen bizim çeribaşımızsın dedi, gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın dirayetin bütün çingenelerden üstündür. sana açılmalıyım...
gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeğe başladı:
"onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin... ben ki arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmezdim: yedi köye hükmeden eşraf bana gelip, "kızım senin için yataklara düştü... çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..." diye yalvardılar da gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. onu alamam, onu kaçıramam... halbuki o da beni seviyor. bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. gel dedim, beraber kaçalım. "acı acı güldü, "ağam dedi, ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..." onu nasıl sevdiğimi anlattım: "bana kolunun yerine kalbini veriyorsun, bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?"
"tekrar gözyaşları boşandı: "olmaz dedi, düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sende bir daha buralara uğrama. bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar, gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmağa kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..."
atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yeri indirdi: "düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak. aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: "ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık değil mi?" demek isterse ben ne yaparım? her sözünden, her tavrımdan alınır: kızsam ona dokunur, düşünceli olsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider...
"ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok. akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var. mavzer kurşunu gibi çarptığını yene seren bir aşk... senin atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..."
sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormağa, hatta teselli etmeğe kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, nede o söyleneni duyardı.
koluna girip çadıra kadar götürdüm.
işler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım. atmacanın hali beni korkutuyordu. fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. şimdilik işi oluruna bırakmağa karar vererek yattım. bütün gece, büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen atmacayı, ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.
günler, kuvvetli bir rüzgârın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbirinin arkasına geçip gidiyorlardı. ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı.
ihtiyar ve tecrübeli çingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı atmacanın imdadına çağırıyorlardı. o, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.
kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. sanki serseri bir rüzgâr kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu.
bir gün atmaca yanıma sokuldu. "bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..." dedi. hafif yağmur çiseliyordu. akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü. bunu ona da söyledim.
"değirmenin içinde çalacağım!" dedi.
"değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?" tuhaf tuhaf güldü.
"korkma! dedi, klarneti o gürültüde de size duyururum. nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi".
yağmur akşama doğru sahiden arttı. karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu.
hepimiz değirmenin içine dolduk. tavanda sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı. hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.
değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.
bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi. kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken atmaca çalmağa başlamıştı.
adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam.
dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgâr ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.
içeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. ve bunların hepsini bastıran deli bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.
alaca karanlıkta atmacanın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı. genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine...
ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmağa bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur...
bazen okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu.
son ve keskin bir çığlıktan sonra atmacanın ayağa kalktığını gördüm. iki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye fırlattı.
herkes doğrulmuştu. üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. o, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geri attı. birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı...
o dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. ve değirmen, azgın bir hayvan, homurduyor ve dönüyordu. ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük âdeta bir gölge gibi duruyordu. gözleri genç kızın üzerindeydi. tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor, kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. o dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu.
bu bakış ancak bir an kadar sürdü. sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. fakat hemen kendisini topladı. bir kere daha etrafına bakındı. sanki bir imdat bekliyor gibiydi: kendisini bu kahredici, bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat... nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi. gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.
bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk...
heyhat adaşım, çok geçti. atmaca yerinden fırlayan ve "iş işten geçti" demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.
sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı...
işte adaşım, sana seven bir çingenenin hikâyesi...
çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde veya ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, söz aramızda gene hoş şeydir. fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımağa tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?...
görülecek şeydir o... yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı... sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar... ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar...
taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır...
ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?... yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşları kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır... ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar, gıcırdar, gıcırdar...
ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştün adaşım, ama bir daha görmek istemem.
sen aşkın ne demek olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?...
çooook desene! sevgilin güzel miydi bari? belki de seni seviyordu... ve onu herhalde çok kucakladın... geceleri buluşur ve öperdin değil mi? bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa...
yahut sevgilin seni sevmiyordu... o zaman ne yaptın? geceleri ağladın mı?... ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?...
fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak senin için o kadar güç olmamıştır. insan evvel’ kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. vicdan azabı dedikleri şey ancak bir hafta sürer. ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.
ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüye sevdin, ve bu böyle gidiyor. peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek mi dir?...
çırılçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musunuz?...
bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?
bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misiniz?
aşk sana bunları yaptırabilir mi? işte o zaman sana seviyorsun derim...
sen sevgiline ne verebilirsin sanki? kalbini mi? pekala, ikincisi ne? gene mi o? üçüncü ve dördüncüye de mi o?... atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?... hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır: kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun...
siz sevemezsiniz adaşım, siz, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... siz sevemezsiniz. sevmeyi yalnız bizler biliriz... bizler: batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka allah tanımayan biz çingeneler...dinle adaşım, sana bir çingenenin aşkını anlatayım...
bir gün karların erimeğe başladığı mevsimdeydi bütün çergi, otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört beygir ve iki defa o kadar da eşek edremit tarafına doğru göçüyorduk.
can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeğe başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti. sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı.
delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı.
ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.
ikindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti. burası küçük bir değirmendi. suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane tahta oluğa taksim oluyordu.
ihtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar, ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlar.
ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu. burada çergilemek hiç de fena değildi. yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu.
daha çadırları kurmadan atmaca klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmağa başladı, içeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu.
bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler.
aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak atmaca’ya verdiler. ve değirmenci bunu iki çömlek de yoğurt ilave etti. biz bu güzel kabilden cesaret alarak biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk.
işler iyi gidiyordu. kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı. çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğünü çağırıyorlardı.
atmaca tabii en baştaydı...
sen bu atmaca gibisine daha rastlamamışsındır. bir kere heybetli delikanlıydı: yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri... sonra burnu... uzun, sivri, ucu biraz aşağı kıvrak burnu. bunun için biz ona atmaca derdik... başı geniş omuzlarının üstünde bir arap atındaki gibi dik dururdu ve bir arap atı ondan daha çevik değildi...
bütün çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun algısı söylenirdi.
başka çingeneler gibi çalmazdı o, adaşım: bir kere nota bilirdi. şehir mektebini okumuş, bitirmişti: sonra içliydi...sanırdın ki klarneti çalarken havayı ciğerlerinden değil doğrudan doğruya yüreğinden veriyor.
geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi. biz de çadırların önüne çıkıp yüzü koyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik.
hiçbir sevgilisi yoktu. ne geçtiğimiz türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi...
halbuki çalgı çalarken büyük gözlerle oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında, bir ateşe rasgelmiş gibi derhal kuruyan birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük.
çok konuşmaz, konuştuğu zaman da içindekilerden bize bir şey sindirmezdi. neler hisseder, neler düşünürdü? hiçbirimiz bilmezdik. acaba birisini sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?...
ara sıra uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi.
kasabadaki efendiler ona ekran muamelesi ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı.
hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. şimdilik bir şey anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. kızıyla beraber yük çınarın altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu.
değirmencinin kızı tam bir köy güzeliydi. yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan ince örgülü saçları vardı. ama yüzü hep soluktu. etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi yokmuş gibi dümdüz bir bakışı, ve dudaklarının kenarından dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı. bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı. şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu. ve bu onu insanlardan ayırıyordu.
düşünebilir misin, güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne demektir? derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu. vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmüş örtmeğe mecburdu... geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi...
belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak dolu gözlerle bakmış. şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu. değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen tavuklara, yahut kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı ağlamaklı ederdi. geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı...
sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve insafsız atmacamız değirmencinin bu sakat kızına vuruldu. tavuslara, sülünlere bakmağa tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun şikarı oldu.
eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım. ben anladığım zaman alev saçağa sarmıştı... yoksa çoktan çergiyi toplar, başka yere göçerdim.
atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi...ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik...onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı.
atmacanın kanatları düşmüştü adaşım. sarardıkça sararıyordu. değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce bu işin böyle gitmeyeceğini anladım...
bir gece onu çağırdım, derenin alt başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk. çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka bir şey duyulmuyordu. atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi sormuyordu. elimi omzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı.
"seviyorsun!..." dedim.
"öyle..." dedi.
"ne yapacaksın?..."
bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi. uzun uzun baktı, birdenbire:
"sen bizim çeribaşımızsın dedi, gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın dirayetin bütün çingenelerden üstündür. sana açılmalıyım...
gözlerini hiç indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeğe başladı:
"onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin... ben ki arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmezdim: yedi köye hükmeden eşraf bana gelip, "kızım senin için yataklara düştü... çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!..." diye yalvardılar da gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. onu alamam, onu kaçıramam... halbuki o da beni seviyor. bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. gel dedim, beraber kaçalım. "acı acı güldü, "ağam dedi, ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..." onu nasıl sevdiğimi anlattım: "bana kolunun yerine kalbini veriyorsun, bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?"
"tekrar gözyaşları boşandı: "olmaz dedi, düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sende bir daha buralara uğrama. bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar, gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmağa kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..."
atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yeri indirdi: "düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak. aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz. eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri her zaman: "ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık değil mi?" demek isterse ben ne yaparım? her sözünden, her tavrımdan alınır: kızsam ona dokunur, düşünceli olsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider...
"ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok. akıl yok, düşünce yok, yalnız aşk var. mavzer kurşunu gibi çarptığını yene seren bir aşk... senin atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..."
sustu, son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormağa, hatta teselli etmeğe kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, nede o söyleneni duyardı.
koluna girip çadıra kadar götürdüm.
işler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım. atmacanın hali beni korkutuyordu. fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. şimdilik işi oluruna bırakmağa karar vererek yattım. bütün gece, büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen atmacayı, ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm. fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.
günler, kuvvetli bir rüzgârın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbirinin arkasına geçip gidiyorlardı. ve biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi. bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı.
ihtiyar ve tecrübeli çingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı atmacanın imdadına çağırıyorlardı. o, gittikçe çöken yanakları, nereye baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı.
kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. sanki serseri bir rüzgâr kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu.
bir gün atmaca yanıma sokuldu. "bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..." dedi. hafif yağmur çiseliyordu. akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü. bunu ona da söyledim.
"değirmenin içinde çalacağım!" dedi.
"değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi?" tuhaf tuhaf güldü.
"korkma! dedi, klarneti o gürültüde de size duyururum. nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi".
yağmur akşama doğru sahiden arttı. karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu.
hepimiz değirmenin içine dolduk. tavanda sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı. hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.
değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı. sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu.
bütün gürültüleri bastıran ince bir ses birdenbire yükseldi. kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken atmaca çalmağa başlamıştı.
adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam.
dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgâr ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.
içeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. ve bunların hepsini bastıran deli bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu.
alaca karanlıkta atmacanın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı. genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine...
ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım, onları anlatmağa bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur...
bazen okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu.
son ve keskin bir çığlıktan sonra atmacanın ayağa kalktığını gördüm. iki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye fırlattı.
herkes doğrulmuştu. üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. o, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geri attı. birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı...
o dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. ve değirmen, azgın bir hayvan, homurduyor ve dönüyordu. ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük âdeta bir gölge gibi duruyordu. gözleri genç kızın üzerindeydi. tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor, kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. o dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu.
bu bakış ancak bir an kadar sürdü. sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı. fakat hemen kendisini topladı. bir kere daha etrafına bakındı. sanki bir imdat bekliyor gibiydi: kendisini bu kahredici, bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat... nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi. gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı.
bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk...
heyhat adaşım, çok geçti. atmaca yerinden fırlayan ve "iş işten geçti" demek isteyen gözlerle bize doğru geliyordu.
sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı...
işte adaşım, sana seven bir çingenenin hikâyesi...
çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde veya ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, söz aramızda gene hoş şeydir. fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımağa tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
bir sonraki seviyesi çelenk yollamak olabilir, hani öldün sen artık babında.
anadolunun güneyinde bir yerlerde, milattan önce 7 bin bilmem kaçlara dayanan cilalı taş devri yazıtlarının bulunmasıyla başlamış her şey. günün birinde, bir tanrı heykelini çıkarmışlar toprak altından. hindyu demişler buna, çatalhöyük civarında, boynuzlu sürahilerin yanı başında...
zaman ilerlemiiiiş, arkeologlar anadolunun ortasına gelmiiiiş, bir güneş bulmuşlar!!! (heykelmiş bu da) bilginin güneşi, sözün ışığı, azmin gücü olarak yorumlamışlar bunu, ve şu rüzgarın ağzından çıkmış efsanevi fısıltıyı bulmuşlar üstüne bir yerinde kazılı, "bir şeyi çok istiyorsanız, yapabilecekleriniz sizi şaşırtır..."
arkelologlar durmamış. 1. jedisus adlı birine rastlamışlar beşgen şeklindeki piramitimtrak bir tapınağın içinde. mumyalanmış biriymiş bu. tanrı mıymış neymiş öyle bi şeylermiş anlayamamış kimse. aramışlar, sormuşlar, soruşturmuşlar, sonunda bu şahsın lügat-ı vukuf imparatorluğunun kurucusu olduğunu anlamışlar. o da işe trakya civarında başlamış, başta beylikmiş sonradan gelişmiş. bunu da çok sevdiği spoildefixu için kurduğu bilinir. hatta şöyle dediği de rivayet edilir, "yapabilir miyim acaba durtusuyle yola cikip "aa oluyor lan" nidalari e$liginde başladım ben bu işe..."
tarihçilerle arkeologlar bir olmuş artık çok karmaşık bir hal almaya başlamış bu durum. bu imparatorluk 623 yıl sürmüş, entry adı verilen şehirleri ve bilgiç adındaki toprak sahipleri varmış. bu imparatorluğun nüfusu git gide artmaktaymış. habire yeni çömler geliyor ve büyüyüp gelişip toprak sahibi oluyorlarmış. bu toprak sahipleri, toprakalrında habire bir şeyler eker biçer, üretir, yazar, sunarmış. sonra ülkenin kodlamasında bir dönem bir sıkıntı yaşanmış ki orası hala muamma, bu imparatorluk yıkılmıııış. sonra independence denen bir adam gelmiş, bu toprakları bağımsızlaştırmış, habire theme yapıp durmuş; çiçekler ekmiş böcekler serpiştirmiş etrafa, gökkuşakları, simpsons, şafak, 23 nisan falan koymuş. uraşmış didinmiş, bir cumhuriyet kurayım ben demiş, dili arılaştırmak adına da lügat-ı vukuf ismini alıp bilgi sözlük olarak düzeltmiş. günümüzde bu sözlük pek sevilmektedir. yazıp yazıp durur halkı. hala gökkuşağının altında bir hazine olduğu rivayeti döner durur da hadi bakalım.
evet budur bilgi sözlüğün tarihi. daha bir sürü padişah, savaş, barış falan var oralara hiç girmiyorum, onlar artık lise konusu.
ve son olarak,
(bkz: elmalar düşmüş bir sürü logonun ordan)
zaman ilerlemiiiiş, arkeologlar anadolunun ortasına gelmiiiiş, bir güneş bulmuşlar!!! (heykelmiş bu da) bilginin güneşi, sözün ışığı, azmin gücü olarak yorumlamışlar bunu, ve şu rüzgarın ağzından çıkmış efsanevi fısıltıyı bulmuşlar üstüne bir yerinde kazılı, "bir şeyi çok istiyorsanız, yapabilecekleriniz sizi şaşırtır..."
arkelologlar durmamış. 1. jedisus adlı birine rastlamışlar beşgen şeklindeki piramitimtrak bir tapınağın içinde. mumyalanmış biriymiş bu. tanrı mıymış neymiş öyle bi şeylermiş anlayamamış kimse. aramışlar, sormuşlar, soruşturmuşlar, sonunda bu şahsın lügat-ı vukuf imparatorluğunun kurucusu olduğunu anlamışlar. o da işe trakya civarında başlamış, başta beylikmiş sonradan gelişmiş. bunu da çok sevdiği spoildefixu için kurduğu bilinir. hatta şöyle dediği de rivayet edilir, "yapabilir miyim acaba durtusuyle yola cikip "aa oluyor lan" nidalari e$liginde başladım ben bu işe..."
tarihçilerle arkeologlar bir olmuş artık çok karmaşık bir hal almaya başlamış bu durum. bu imparatorluk 623 yıl sürmüş, entry adı verilen şehirleri ve bilgiç adındaki toprak sahipleri varmış. bu imparatorluğun nüfusu git gide artmaktaymış. habire yeni çömler geliyor ve büyüyüp gelişip toprak sahibi oluyorlarmış. bu toprak sahipleri, toprakalrında habire bir şeyler eker biçer, üretir, yazar, sunarmış. sonra ülkenin kodlamasında bir dönem bir sıkıntı yaşanmış ki orası hala muamma, bu imparatorluk yıkılmıııış. sonra independence denen bir adam gelmiş, bu toprakları bağımsızlaştırmış, habire theme yapıp durmuş; çiçekler ekmiş böcekler serpiştirmiş etrafa, gökkuşakları, simpsons, şafak, 23 nisan falan koymuş. uraşmış didinmiş, bir cumhuriyet kurayım ben demiş, dili arılaştırmak adına da lügat-ı vukuf ismini alıp bilgi sözlük olarak düzeltmiş. günümüzde bu sözlük pek sevilmektedir. yazıp yazıp durur halkı. hala gökkuşağının altında bir hazine olduğu rivayeti döner durur da hadi bakalım.
evet budur bilgi sözlüğün tarihi. daha bir sürü padişah, savaş, barış falan var oralara hiç girmiyorum, onlar artık lise konusu.
ve son olarak,
(bkz: elmalar düşmüş bir sürü logonun ordan)
ırmak diye bir arkadaşım var. adını aynen şu şekilde yazıp yolladım msnde;
(i)(r)(m)(a)(k)
çıkan msn kafalarından da ne olduğunu tahmin etmesini istedim. verdiği cevap;
ırmak:
akpli gay buldun ilişkiye girdin ama sadce masum bi öpücüktü.
aello:
ahsgdshgj ahahaha maaal orda adın yazıyoo!
ırmak:
oha.
ırmak:
neyse aynı kapıya çıkar..
ve biz koparız.
(i)(r)(m)(a)(k)
çıkan msn kafalarından da ne olduğunu tahmin etmesini istedim. verdiği cevap;
ırmak:
akpli gay buldun ilişkiye girdin ama sadce masum bi öpücüktü.
aello:
ahsgdshgj ahahaha maaal orda adın yazıyoo!
ırmak:
oha.
ırmak:
neyse aynı kapıya çıkar..
ve biz koparız.
insomnia mıdır nedir?
ne zaman uyur diye merak ettirir.
dal budak saldırmış sözlüğe
eline sağlık deriz kendisine.
pastırmalı çikolata
evet iğrenç geldi kulağa
neyse devam ediyorum akrostişa
dum tek teke kavuşturdu beni son dakikada
eurovision kalbimi okşadı o anda
neden bir teşekkür etmeyeyim ben ona?
cenabet bir insan mıyım ben, ha?
evet, geldik bir entrynin daha sonuna, hoşçakalın der ollea.
ne zaman uyur diye merak ettirir.
dal budak saldırmış sözlüğe
eline sağlık deriz kendisine.
pastırmalı çikolata
evet iğrenç geldi kulağa
neyse devam ediyorum akrostişa
dum tek teke kavuşturdu beni son dakikada
eurovision kalbimi okşadı o anda
neden bir teşekkür etmeyeyim ben ona?
cenabet bir insan mıyım ben, ha?
evet, geldik bir entrynin daha sonuna, hoşçakalın der ollea.
renkli televizyonun yeni çıktığı dönemlerde, mahallenin zengin bebesi etrafa hava atmaktadır.
- babam geçen renkli televizyon aldı biliyo musunuz?
(bu oğlan gevrek gevrek gülerken hikayenin kahramanı çıkagelir)
+ aa öyle mi? ne renk?
- babam geçen renkli televizyon aldı biliyo musunuz?
(bu oğlan gevrek gevrek gülerken hikayenin kahramanı çıkagelir)
+ aa öyle mi? ne renk?
bunun sonu sevr antlaşmasına kadar gider, ülkeyi oraya kadar geriletir, geriletmektedir.
edit: amaçları da odur zaten.
(ara: sevr antlasmasi)
edit: amaçları da odur zaten.
(ara: sevr antlasmasi)
biri otekinden daha ustun, ama hangisi oldugunu soylemicem.
e daha önce bekaretini kaybetmemişse bu kız, böyle gezmesinde sakınca yoktur, sonuçta bakiredir hala. namusu beyinde değil bacak arasında arayan zihniyet tarafından yadırganır üstelik, yoksa bir tezatlık göremedim ben.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?