evde unuttuğun vücut kremlerini buldum. benimkiler her ne kadar daha güzel koksalar da onları sürdüm dün.
birlikte olmayı istediğin adamla seviştim sonra. senin üzerinde koklamasını isterdin ama, tıpkı benim rujumu sürüp istediğim adamı öptüğün gün gibi, kendi vücudumla sundum senin kremlerini ona.
yaptıklarından haberim olduğunu biliyorsun, üzüldüm, geçti. sen de öğrenirsen üzülürsün değil mi? ama birkaç gün sonra atlatırsın canım arkadaşım. işte bu yüzden benim yaptıklarımdan asla haberin olmayacak. ben bileceğim yalnızca.
üstelik seni küçük, şirin kız kardeşi gibi gördüğünü bilmeni asla istemiyorum. inan bana, seni üzmeyi asla istemem.
birileri demiş ki, çok kısa.
belki 1 gün kadar. yazıyla, (bir).
ellerinden kayıp gidene kadar anlamadığındır ve de. illa ölümle sonlanması gerekmez, zira ölüm bir son değil başlangıcın ta kendisidir zaten.
bir şehir tüketirsin, bir insandan vazgeçersin, terk edersin, edilirsin. biter.
bir adamı öpersin, bir kedinin karnını doyurursun, bir şarkı dinlersin, birkaç saniye sürer.
birkaç dakika, ay, yıl.
son 2 gün, yazıyla (iki).
ölmezsin ama biter, bitirirler.
tıpkı doğmak gibi, ölmek gibi, yaşamak da elinde olmaz çoğu zaman. boyun eğersin, kabullenirsin, alışırsın. bitersin.
belki 1 gün kadar. yazıyla, (bir).
ellerinden kayıp gidene kadar anlamadığındır ve de. illa ölümle sonlanması gerekmez, zira ölüm bir son değil başlangıcın ta kendisidir zaten.
bir şehir tüketirsin, bir insandan vazgeçersin, terk edersin, edilirsin. biter.
bir adamı öpersin, bir kedinin karnını doyurursun, bir şarkı dinlersin, birkaç saniye sürer.
birkaç dakika, ay, yıl.
son 2 gün, yazıyla (iki).
ölmezsin ama biter, bitirirler.
tıpkı doğmak gibi, ölmek gibi, yaşamak da elinde olmaz çoğu zaman. boyun eğersin, kabullenirsin, alışırsın. bitersin.
kola ile de efsane olduğunu bilmem söylememe gerek var mı? :)
nick'imden de anlaşılabileceği üzere, en çok kolalı halini sevdiğim içkidir. kola ile harika olan bir diğer içki ise (bkz: rom)
nick'imden de anlaşılabileceği üzere, en çok kolalı halini sevdiğim içkidir. kola ile harika olan bir diğer içki ise (bkz: rom)
masaya ne koyduğuna göre değişendir.
diyorsan ki üzerinde buharı tüten bir yemek yaptım, kim var kim yok davet ettim, güzeldir, paylaşımcı olduğunu gösterir.
yok diyorsan ki göz korkutmak için alet edevatı, topu gülleyi, silahı sapanı koydum masaya; bu pek bizim adetimiz değil, isteyen dilediği gibi iştirak edebilir.
ama dersen ki mis gibi bir türk kahvesi yaptım, köpüğü bardağa sığmıyor, işte o zaman derin sohbetlere gebeyizdir. içimizi döker rahatlarız.
fincanları alırız elimize, masaya herhangi bir şey koymana gerek kalmaz.
diyorsan ki üzerinde buharı tüten bir yemek yaptım, kim var kim yok davet ettim, güzeldir, paylaşımcı olduğunu gösterir.
yok diyorsan ki göz korkutmak için alet edevatı, topu gülleyi, silahı sapanı koydum masaya; bu pek bizim adetimiz değil, isteyen dilediği gibi iştirak edebilir.
ama dersen ki mis gibi bir türk kahvesi yaptım, köpüğü bardağa sığmıyor, işte o zaman derin sohbetlere gebeyizdir. içimizi döker rahatlarız.
fincanları alırız elimize, masaya herhangi bir şey koymana gerek kalmaz.
keşfetmektir. kalbinin artık vücudunun neresinde attığını bilemezsin. dudaklarında mıdır, ellerinde mi, ellerinin sardığı belinde mi.
beklemektir biraz, zamanı içmek, bambaşka bir anı tatmak, kendinden bile uzaklaşmaktır.
onun bakışlarını üzerinde hissetmek için çok beklediysen, aylar, yıllar geçtiyse mesela, sonunda seni fark edip tıpkı senin gibi aşık olduysa sana, o küçücük öpücük bile hayallerinin çok ötesinde kalır.
düşünmemişsindir o anı, kurgulamamışsındır, bir şekle, bir kalıba oturtmamışsındır.
işte tam bu yüzden değerlidir. şaşırmak, anlamaya çalışmak ve envai çeşit hisle sarmalanmış o heyecan.
alınan ilk öpücükten bahsediyorsak eğer, bendeki yansıması budur.
bir başkasından alınan ilk öpücük, arkasından gelen ilk öpücükler, her birinde bir öncekinin izleri kalır. belki nefret edersin o an ondan, sırf bir önce öptüğün adam yüzünden.
belki sana her zaman anlayışlı davranan adam birden değişir, tanıyamazsın, canın yandığıyla kalır.
belki hiç beklemediğin, uzaktan izlediğin adamın nefesini bir gün dudaklarında hissedersin. öpmese dahi, ellerine dokunduğunda parmağının geçtiği her yerini yakar, yıkar. başını döndürür, midene milyonlarca kelebek bırakır, sonra gider... o öpüşmenin ötesidir zaten, çoktan sevişmişsinizdir, herhangi bir dünyada ölüp başka bir dünyada tekrar dirilmiş, zamanı çoktan alt etmişsinizdir.
beklemektir biraz, zamanı içmek, bambaşka bir anı tatmak, kendinden bile uzaklaşmaktır.
onun bakışlarını üzerinde hissetmek için çok beklediysen, aylar, yıllar geçtiyse mesela, sonunda seni fark edip tıpkı senin gibi aşık olduysa sana, o küçücük öpücük bile hayallerinin çok ötesinde kalır.
düşünmemişsindir o anı, kurgulamamışsındır, bir şekle, bir kalıba oturtmamışsındır.
işte tam bu yüzden değerlidir. şaşırmak, anlamaya çalışmak ve envai çeşit hisle sarmalanmış o heyecan.
alınan ilk öpücükten bahsediyorsak eğer, bendeki yansıması budur.
bir başkasından alınan ilk öpücük, arkasından gelen ilk öpücükler, her birinde bir öncekinin izleri kalır. belki nefret edersin o an ondan, sırf bir önce öptüğün adam yüzünden.
belki sana her zaman anlayışlı davranan adam birden değişir, tanıyamazsın, canın yandığıyla kalır.
belki hiç beklemediğin, uzaktan izlediğin adamın nefesini bir gün dudaklarında hissedersin. öpmese dahi, ellerine dokunduğunda parmağının geçtiği her yerini yakar, yıkar. başını döndürür, midene milyonlarca kelebek bırakır, sonra gider... o öpüşmenin ötesidir zaten, çoktan sevişmişsinizdir, herhangi bir dünyada ölüp başka bir dünyada tekrar dirilmiş, zamanı çoktan alt etmişsinizdir.
dolmuşculuk ilkelerini belirlemiş havayolu firması. herkes kendi başının çaresine baksın kafasında hostesleri var, neredeyse kalk yemeğini kendin al diyecekler.
en son yurtdışı uçuşum sırasında tam arka çaprazımda kör kütük sarhoş yabancı bir adam vardı. bir süre sonra beklenen oldu, adam midesinde ne var ne yok çıkarttı. defalarca geçen hosteslerin hiçbiri umursamadığı gibi, adam kendi kendine yere peçeteler serdi, temizlemeye çalıştı, tam rezalet. en sonunda biri de "sarhoşsunuz değil mi, anladım ben, bir yüzünüzü yıkayın bari" deyip gitti.
eh uçuş etraftakilerin de burnundan geldi tabi, tahmin edersiniz. hemen arkanız resmen çöplüğe dönmüş kimsenin tınladığı yok. "rahatsız olduysanız başka koltuğa geçin." dediler de, hangi birimiz uzaklaşacağız oradan kıç kadar uçakta?
üstelik bileti ucuza getirdim diye sevinirken, uçuş sırasında aldığınız her şey paralı olduğu için neredeyse astarı yüzünü aşıyor.
tüm bunların yanında asla bir daha tercih etmem diyebileceğim bir olay yaşamadım. tüm firmalarda havaalanı yoğunluğu sebebiyle olan kısa süreli rötarlar elbette yaşanıyor fakat yapacak bir şey yok.
ayrıca uçuş ve iniş sırasında da sıkıntılı bir süreç yaşadığımı hatırlamıyorum.
fakat son olarak arada çok ciddi fiyat farkı yoksa başka firmaları da değerlendirmekte fayda var çünkü gerçekten fiyat, bilete ödediğinizle kalmıyor.
en son yurtdışı uçuşum sırasında tam arka çaprazımda kör kütük sarhoş yabancı bir adam vardı. bir süre sonra beklenen oldu, adam midesinde ne var ne yok çıkarttı. defalarca geçen hosteslerin hiçbiri umursamadığı gibi, adam kendi kendine yere peçeteler serdi, temizlemeye çalıştı, tam rezalet. en sonunda biri de "sarhoşsunuz değil mi, anladım ben, bir yüzünüzü yıkayın bari" deyip gitti.
eh uçuş etraftakilerin de burnundan geldi tabi, tahmin edersiniz. hemen arkanız resmen çöplüğe dönmüş kimsenin tınladığı yok. "rahatsız olduysanız başka koltuğa geçin." dediler de, hangi birimiz uzaklaşacağız oradan kıç kadar uçakta?
üstelik bileti ucuza getirdim diye sevinirken, uçuş sırasında aldığınız her şey paralı olduğu için neredeyse astarı yüzünü aşıyor.
tüm bunların yanında asla bir daha tercih etmem diyebileceğim bir olay yaşamadım. tüm firmalarda havaalanı yoğunluğu sebebiyle olan kısa süreli rötarlar elbette yaşanıyor fakat yapacak bir şey yok.
ayrıca uçuş ve iniş sırasında da sıkıntılı bir süreç yaşadığımı hatırlamıyorum.
fakat son olarak arada çok ciddi fiyat farkı yoksa başka firmaları da değerlendirmekte fayda var çünkü gerçekten fiyat, bilete ödediğinizle kalmıyor.
ciddi anlamda hissettiğimdir.
zaman çok çabuk geçiyor, yaşamaya çalışıyorsun, bir yerlere tutunmaya çalışıyorsun. bu süreçte herşey değişiyor, hayatına birileri giriyor, çıkıyor. kavgalar ediyorsun, savaşıyorsun. bir bakıyorsun olduğunu sandığın yer her şeyiyle değişmiş.
etrafındakiler itmeye başlamış seni, her gün geçtiğin yollar, bir zamanlar içini huzurla dolduran o deniz grileşmiş, sönmüş, bitmiş.
yirmi dakikalık yol, eskiden hemencecik katettiğin o yol bitmez olmuş. daha önce sana huzur veren evinin duvarları üstüne üstüne gelir olmuş.
güvende hissetmek şöyle dursun, devamlı ardına bakar olmuşsun, çantanı kontrol eder olmuşsun cüzdan yerinde mi diye.
eskiden 24 saat yetmezken, günün 23 saatini yatakta geçirip kalan o bir saatte de karnını doyurur olmuşsun mesela. duvarlara bakmaktan başka hobin kalmamış.
birlikte vakit geçirmeyi sevdiğin herkes ya kandırmış seni, ya umursamamış, ya arkandan bıçaklamış.
en önemlisi kendine yabancılaşmış, kendinden korkar olmuş, kendinle kavga eder olmuş ve en sonunda kendinden nefret etmişsen, üstüne tüm bunlar varken nereye ait hissedebilirsin ki?
hangi şehir kabul eder, hangi ülke alır sınırlarına?
hangi toprak kabul eder adımlarını, kim evini açar bir bardak su verir?
hangi deniz arındırır seni, hangi güneş ısıtır?
dünyanın hiçbir yerine ait hissetmezsin, gerisi zaten yokluk, hiçlik.
zaman çok çabuk geçiyor, yaşamaya çalışıyorsun, bir yerlere tutunmaya çalışıyorsun. bu süreçte herşey değişiyor, hayatına birileri giriyor, çıkıyor. kavgalar ediyorsun, savaşıyorsun. bir bakıyorsun olduğunu sandığın yer her şeyiyle değişmiş.
etrafındakiler itmeye başlamış seni, her gün geçtiğin yollar, bir zamanlar içini huzurla dolduran o deniz grileşmiş, sönmüş, bitmiş.
yirmi dakikalık yol, eskiden hemencecik katettiğin o yol bitmez olmuş. daha önce sana huzur veren evinin duvarları üstüne üstüne gelir olmuş.
güvende hissetmek şöyle dursun, devamlı ardına bakar olmuşsun, çantanı kontrol eder olmuşsun cüzdan yerinde mi diye.
eskiden 24 saat yetmezken, günün 23 saatini yatakta geçirip kalan o bir saatte de karnını doyurur olmuşsun mesela. duvarlara bakmaktan başka hobin kalmamış.
birlikte vakit geçirmeyi sevdiğin herkes ya kandırmış seni, ya umursamamış, ya arkandan bıçaklamış.
en önemlisi kendine yabancılaşmış, kendinden korkar olmuş, kendinle kavga eder olmuş ve en sonunda kendinden nefret etmişsen, üstüne tüm bunlar varken nereye ait hissedebilirsin ki?
hangi şehir kabul eder, hangi ülke alır sınırlarına?
hangi toprak kabul eder adımlarını, kim evini açar bir bardak su verir?
hangi deniz arındırır seni, hangi güneş ısıtır?
dünyanın hiçbir yerine ait hissetmezsin, gerisi zaten yokluk, hiçlik.
"sevgilim seni biliyor." dedin. iyi de, ben sevgilin olduğunu bilmiyordum ki.
boşversene, önemli değil, değil mi... sen böyle söyledin. senin için bir seks kuklasından başka bir değeri olmadığını söyledin koynunda ben varken. yüzümdeki ifadenin donduğunu gördün mü bilmiyorum, bana benim hakkımda ne düşündüğünü söyledin sanki.
"benim gibi." dedim, karşı çıktın hemen; asla! asla senin gibi değil.
anlamalıymışım meğer,
kapkaranlık sokaklarda elimi tutup yüzüme dahi bakmadan bir adım önümden yürümenden, beni çekiştirmenden,
aynı ortamdayken iki yabancıdan daha yabancı oluşumuzdan,
üşüdüğümde yanımdan kalkıp tek kelime etmeden pijamanı kafama atışından,
gecenin 5'inde aramandan, yalnızca "gel" diye mesaj atmandan,
gözümün önünde on kişiyi öpüşünden,
"her gün canın malibu cola çekmez, bazen rom cola istersin" deyişinden,
anlamalıydım seks kölenin ben olmadığımı.
evinde ne var ne yoksa kırmış sevgilin, biz seviştikten iki saat sonra evine gidip kırılan dökülen ne varsa attın biliyorum. keşke kırılan her şey atıldığında uzaklaşsa senden, bitse gitse.
tavırlarından anlamış kız, benimle vakit geçirmeyi seviyormuş, istememiş sevgilisini. daha iyi bir seks kölesi bulduğundandır.
ben anlamışım herşeyi, seks kölen değilmişim mesela. asıl kız anlamamış, senin tam bir pislik olduğunu.
tanım: bazen sadece cinsellik için sevgili edinen erkektir.
boşversene, önemli değil, değil mi... sen böyle söyledin. senin için bir seks kuklasından başka bir değeri olmadığını söyledin koynunda ben varken. yüzümdeki ifadenin donduğunu gördün mü bilmiyorum, bana benim hakkımda ne düşündüğünü söyledin sanki.
"benim gibi." dedim, karşı çıktın hemen; asla! asla senin gibi değil.
anlamalıymışım meğer,
kapkaranlık sokaklarda elimi tutup yüzüme dahi bakmadan bir adım önümden yürümenden, beni çekiştirmenden,
aynı ortamdayken iki yabancıdan daha yabancı oluşumuzdan,
üşüdüğümde yanımdan kalkıp tek kelime etmeden pijamanı kafama atışından,
gecenin 5'inde aramandan, yalnızca "gel" diye mesaj atmandan,
gözümün önünde on kişiyi öpüşünden,
"her gün canın malibu cola çekmez, bazen rom cola istersin" deyişinden,
anlamalıydım seks kölenin ben olmadığımı.
evinde ne var ne yoksa kırmış sevgilin, biz seviştikten iki saat sonra evine gidip kırılan dökülen ne varsa attın biliyorum. keşke kırılan her şey atıldığında uzaklaşsa senden, bitse gitse.
tavırlarından anlamış kız, benimle vakit geçirmeyi seviyormuş, istememiş sevgilisini. daha iyi bir seks kölesi bulduğundandır.
ben anlamışım herşeyi, seks kölen değilmişim mesela. asıl kız anlamamış, senin tam bir pislik olduğunu.
tanım: bazen sadece cinsellik için sevgili edinen erkektir.
zavallı oluşum hoşuna gidiyor, gözünün tam ortasına susamış bir kedi gibi bakıyor oluşum, akmasını memnuniyetle karşılayacağın gözyaşlarımı hapsetme çabam. hepsi sana haz veriyor biliyorum. senin de gizlemeye çalıştığın o çarpık gülüşün, hiç çekinmediğin alaycı, küçümser bakışların. hasret bitiyor, tam bir gün sonra, bir haftalığına bana kavuşuyorsun. sonsuza kadar sürmesini istediğin işkencelerini memnuniyetle kabul edeceğimi biliyor musun? biliyorsun.
muhteşem bir venedik gezisi, kuytuda verilmiş kaçamak bir öpüşün ardından gelen şiddetli, arzulu sevişmelerin. özenle yapılan italyan makarnaları, seçilen şaraplar, o meşhur çatı katında sıcağı delip yüzüne ulaşan yumuşacık rüzgar..
tüm bunlardan benim payıma düşen sıkı sıkıya kapatılmış pencerelerin, pervazların, perdelerin kovduğu güneşin; hiç mi hiç dokunmadığı dağınık, savaş alanı gibi bir yatak ve sabahın 5'i kaldı.
sabahın 5'i diyorum. kumlu, çamurlu, yağmurlu yollar. taksi duraklarının numaraları kaldı diyorum.
ne ilginç iş, ne mahrem hisler, ne dokunulmaz, geçilmez yollar. gitmedik venediğe biz, şarap içmedik, biz değildik o.
o ve sen idin...
bu öyle bir hikaye ki, sonu yok, duru yok, susu yok. böylece akıp gidecek bu su. çok şey sürükleyecek beraberinde, çok şey vuracak kıyıya; çok şeyi atacak içinden, çok şeyi batıracak balçıklı dibine ve bir çoğunu daha derin sulara uğurlayacak. bu yolculukta tutunacak dal yok, kaya yok, sal yok. yoruldum ve bırakıyorum kendimi akıntıya, nereye ulaştırır bilmem beni; yanına yamacına mı, kıyına köşene mi yoksa uçsuz bucağına mı bilinmez, fakat çırpınmak için atacak tek bir kulaçım kalmadı. öylece bıraktım kendimi akıntına, rüzgarına. savruluyorum, kabulleniyorum.
yeniliyorum, en çok da kendime. işte bu kadar. şimdi akacak gözyaşım kalmadığına göre uyuyabilirim. iyi geceler.
dur, bekle. anladın değil mi? kime bu sözler... şimdi sen, içimi çekinmeden döktüğüm bu yazıyı kime yazdığımı bilerek okuyorsun canım dostum. belki biraz üzülürsün eğer hala vicdanın kaldıysa, sevdiğim adamı öptüğün için.
muhteşem bir venedik gezisi, kuytuda verilmiş kaçamak bir öpüşün ardından gelen şiddetli, arzulu sevişmelerin. özenle yapılan italyan makarnaları, seçilen şaraplar, o meşhur çatı katında sıcağı delip yüzüne ulaşan yumuşacık rüzgar..
tüm bunlardan benim payıma düşen sıkı sıkıya kapatılmış pencerelerin, pervazların, perdelerin kovduğu güneşin; hiç mi hiç dokunmadığı dağınık, savaş alanı gibi bir yatak ve sabahın 5'i kaldı.
sabahın 5'i diyorum. kumlu, çamurlu, yağmurlu yollar. taksi duraklarının numaraları kaldı diyorum.
ne ilginç iş, ne mahrem hisler, ne dokunulmaz, geçilmez yollar. gitmedik venediğe biz, şarap içmedik, biz değildik o.
o ve sen idin...
bu öyle bir hikaye ki, sonu yok, duru yok, susu yok. böylece akıp gidecek bu su. çok şey sürükleyecek beraberinde, çok şey vuracak kıyıya; çok şeyi atacak içinden, çok şeyi batıracak balçıklı dibine ve bir çoğunu daha derin sulara uğurlayacak. bu yolculukta tutunacak dal yok, kaya yok, sal yok. yoruldum ve bırakıyorum kendimi akıntıya, nereye ulaştırır bilmem beni; yanına yamacına mı, kıyına köşene mi yoksa uçsuz bucağına mı bilinmez, fakat çırpınmak için atacak tek bir kulaçım kalmadı. öylece bıraktım kendimi akıntına, rüzgarına. savruluyorum, kabulleniyorum.
yeniliyorum, en çok da kendime. işte bu kadar. şimdi akacak gözyaşım kalmadığına göre uyuyabilirim. iyi geceler.
dur, bekle. anladın değil mi? kime bu sözler... şimdi sen, içimi çekinmeden döktüğüm bu yazıyı kime yazdığımı bilerek okuyorsun canım dostum. belki biraz üzülürsün eğer hala vicdanın kaldıysa, sevdiğim adamı öptüğün için.
(bkz: troll mode on)
yok illa atacaksanız önce eril kişiden kendi çıplak fotoğraflarını atmasını isteyin. böylece ayrılır da tehdit edilirseniz siz de kendinizdeki fotoğrafları ifşa etmekle tehdit edebilirsiniz.
(bkz: troll mode off)
yok illa atacaksanız önce eril kişiden kendi çıplak fotoğraflarını atmasını isteyin. böylece ayrılır da tehdit edilirseniz siz de kendinizdeki fotoğrafları ifşa etmekle tehdit edebilirsiniz.
(bkz: troll mode off)
devletin, istediğini istediği zaman yakalayabileceğini göstermiş japondur. canlı bomba olsa kendini patlatmadan yakalayamazlardı.
peynirli sarma *swh
yaprak sarmaya da benziyor hani. yalnız kalem böreği de hiç fena fikir değilmiş.
yaprak sarmaya da benziyor hani. yalnız kalem böreği de hiç fena fikir değilmiş.
tam adı denis jasarevic olan slovenyalı dj&müzisyen.
yaklaşık 6 aydır slovenya sınırına çok yakın bir yerde yaşıyor oluşum ve burada barların sıklıkla çalması sayesinde tanıştım, şimdi playlistimden eksik etmiyorum.
özellikle aralara serpiştirerek değil de, olduğu gibi bir saat, iki saat dinlemekte fayda var.
birkaç tane de şarkı bırakayım şöyle en güzelinden;
muy tranquilo
just jammin
Hit that jive
şurada da olduğu gibi,
street bangerz vol. 1 dursun.
yaklaşık 6 aydır slovenya sınırına çok yakın bir yerde yaşıyor oluşum ve burada barların sıklıkla çalması sayesinde tanıştım, şimdi playlistimden eksik etmiyorum.
özellikle aralara serpiştirerek değil de, olduğu gibi bir saat, iki saat dinlemekte fayda var.
birkaç tane de şarkı bırakayım şöyle en güzelinden;
muy tranquilo
just jammin
Hit that jive
şurada da olduğu gibi,
street bangerz vol. 1 dursun.
işin vahim olan boyutu film sürecinin fast food mantığında gelişiyor oluşudur. hazır yiyici, kolaycı bir kitleyi doyurmak üzere piyasaya sürülmüş az malzeme, bol kazanç, risksiz ve standartları zorlamayan bu vizyondan sıyrılamamaktan kaynaklanıyor.
arz talep meselesi en başta, piyasayı iyi yokluyor, izleyici kitlesinin gerek dizi, film, gerekse tv programlarından hangilerine prim verdiğini takip ediyor, bir formattan sıkılıncaya kadar aynı senaryoları ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar.
*birçok alanda taklit ve takipten sıyrılamıyor oluşumuz yeni ve özgür işlerden çok batı taklidi filmleri doğuruyor. dizi ve yarışma programlarımızı bile başka programlardan uyarlıyoruz, yeni birşey yaratmaktan çok hazıra konmayı, popülariteden beslenmeyi seviyoruz. kendi kimliğimize uymayan bazı kısımları törpülüyor, içimizden karakterler ekliyoruz, romantik komedi türü filmimiz hazır.
*bu kitlenin en çok neye ağladığını gözlemliyoruz. yarışma programlarında dahi fakir edebiyatının prim yaptığını biliyor olmamız bizim için bir artı. ekonomik uçurumları göze soka soka işliyor, türk aile yapısının bütünlüğüne ve birliğine sıkı sıkıya bağlı olduğumuz için filmin sonlarına doğru bu aile yapısını bozuyor hatta mümkünse birkaç karakeri öldürüyoruz. kavuşamayan aşıkların salya sümük ağlamalarına elbette eşlik edecek bir izleyici kitlemiz var, fakat içine herhangi bir felsefe, bu zemini oluşturan ve geçmişlerine ait parçalar koymaya ihtiyaç duymuyoruz. dram seviyesini artırmak için en "damar" parçaları da unutmuyoruz.
*allah babadan korkarak büyütülen, cin peri hikayelerinden geceleri uykusu kaçan bir milletiz. bizim için daha farklı bir korku dünyası olmadığından en büyük tabumuz, en büyük korkumuz kutsal kitap, dünya dışı varlıklar çemberinden çıkmıyoruz. tüm bu süreçte zekamızı kullanmamamız gerekiyor. birkaç arapça kelime, başka varlıklar tarafından ele geçirilmiş genç kız ve hacı hoca eklersek korku filmimiz de hazır.
*milletçe güldüğümüz bel altı esprilerden bahsedip komedi türü yazarlık tüyoları vermeyeceğim zira 5 yaşındaki baran bile biliyor nelere güldüğümüzü.
*fantastik? öyle bir tür olup olmadığını bilmiyoruz biz. en son sihirli annem'deki taci'nin insan olması için dua ediyorduk. henüz film çekmeye hazır değiliz.
tüm bu süreci geçtiysek, güzel kız-yakışıklı erkek kataloğundan mümkünse tiyatro oyunculuk mezunları yerine, meme-popo kriterlerini iyice gözden geçirip birkaç manken seçiyoruz. zaten oynamalarına gerek yok dursalar yeter.
bizim için tabu olan cinselliktan araya serpiştiriyoruz, kadın vücudunu güzel kullanıyoruz, güzel bakışlı erkek oyuncumuza birkaç çıplak ve ıslak sahne veriyoruz, öpüşme de eklersek, herkesi memnun edebiliriz.
son olarak, dizilerini film uzunluğunda çeken bir ülkeyiz. bu yazıda kimseyi karalamak değil niyetim, set aşçısından yönetmenine, oyuncusundan kostümcüsüne kadar hepsinin emeğine saygımız sonsuz, fakat türkiyede kaliteli film çekilememesinin sebebi hitap ettiği kitledir, düşünmeden izleyeyimci, hazırcı izleyicilerdir yanlış anlaşılmasın söylediklerim.
amiyane tabir de kullanayım diyorum dilim varmıyor ama öyle g*te...
bir de insani olmayan şartlarda çalıştırılan çok emekçisini kaybetti setler. umarım dizi film setleri hazır giyim sektörüne dönüştüğünü fark eder de, daha çok film, daha kısa dizi, daha kaliteli işler vizyonunu takip ederler.
arz talep meselesi en başta, piyasayı iyi yokluyor, izleyici kitlesinin gerek dizi, film, gerekse tv programlarından hangilerine prim verdiğini takip ediyor, bir formattan sıkılıncaya kadar aynı senaryoları ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar.
*birçok alanda taklit ve takipten sıyrılamıyor oluşumuz yeni ve özgür işlerden çok batı taklidi filmleri doğuruyor. dizi ve yarışma programlarımızı bile başka programlardan uyarlıyoruz, yeni birşey yaratmaktan çok hazıra konmayı, popülariteden beslenmeyi seviyoruz. kendi kimliğimize uymayan bazı kısımları törpülüyor, içimizden karakterler ekliyoruz, romantik komedi türü filmimiz hazır.
*bu kitlenin en çok neye ağladığını gözlemliyoruz. yarışma programlarında dahi fakir edebiyatının prim yaptığını biliyor olmamız bizim için bir artı. ekonomik uçurumları göze soka soka işliyor, türk aile yapısının bütünlüğüne ve birliğine sıkı sıkıya bağlı olduğumuz için filmin sonlarına doğru bu aile yapısını bozuyor hatta mümkünse birkaç karakeri öldürüyoruz. kavuşamayan aşıkların salya sümük ağlamalarına elbette eşlik edecek bir izleyici kitlemiz var, fakat içine herhangi bir felsefe, bu zemini oluşturan ve geçmişlerine ait parçalar koymaya ihtiyaç duymuyoruz. dram seviyesini artırmak için en "damar" parçaları da unutmuyoruz.
*allah babadan korkarak büyütülen, cin peri hikayelerinden geceleri uykusu kaçan bir milletiz. bizim için daha farklı bir korku dünyası olmadığından en büyük tabumuz, en büyük korkumuz kutsal kitap, dünya dışı varlıklar çemberinden çıkmıyoruz. tüm bu süreçte zekamızı kullanmamamız gerekiyor. birkaç arapça kelime, başka varlıklar tarafından ele geçirilmiş genç kız ve hacı hoca eklersek korku filmimiz de hazır.
*milletçe güldüğümüz bel altı esprilerden bahsedip komedi türü yazarlık tüyoları vermeyeceğim zira 5 yaşındaki baran bile biliyor nelere güldüğümüzü.
*fantastik? öyle bir tür olup olmadığını bilmiyoruz biz. en son sihirli annem'deki taci'nin insan olması için dua ediyorduk. henüz film çekmeye hazır değiliz.
tüm bu süreci geçtiysek, güzel kız-yakışıklı erkek kataloğundan mümkünse tiyatro oyunculuk mezunları yerine, meme-popo kriterlerini iyice gözden geçirip birkaç manken seçiyoruz. zaten oynamalarına gerek yok dursalar yeter.
bizim için tabu olan cinselliktan araya serpiştiriyoruz, kadın vücudunu güzel kullanıyoruz, güzel bakışlı erkek oyuncumuza birkaç çıplak ve ıslak sahne veriyoruz, öpüşme de eklersek, herkesi memnun edebiliriz.
son olarak, dizilerini film uzunluğunda çeken bir ülkeyiz. bu yazıda kimseyi karalamak değil niyetim, set aşçısından yönetmenine, oyuncusundan kostümcüsüne kadar hepsinin emeğine saygımız sonsuz, fakat türkiyede kaliteli film çekilememesinin sebebi hitap ettiği kitledir, düşünmeden izleyeyimci, hazırcı izleyicilerdir yanlış anlaşılmasın söylediklerim.
amiyane tabir de kullanayım diyorum dilim varmıyor ama öyle g*te...
bir de insani olmayan şartlarda çalıştırılan çok emekçisini kaybetti setler. umarım dizi film setleri hazır giyim sektörüne dönüştüğünü fark eder de, daha çok film, daha kısa dizi, daha kaliteli işler vizyonunu takip ederler.
kendisine olan saygısıyla alakası yoktur. ayrıca bu kadın sizin aklınızda canlandığı gibi minicik eteklerle dolanan, her gece farklı bir barda, her gece farklı bir erkekle birlikte olan vamp makyajlı, ağzından sakızı eksik olmayan şımarık bir kadın olmayabilir. olabilir de tabi, burası bizi ilgilendirmez.
her gün gördüğünüz, "ne tatlı, ne iyi kız" dediğiniz, okulda, iş yerinde herkese saygılı, polemiklerden uzak duran, hatta işinde rakiplerini hırsıyla değil de başarısıyla geçen, sessiz sakin kendi halinde bir kız olabilir bu.
vücudunu bir erkeğe sunmanın, birlikte bir şeyler yaşamanın da sınırları vardır elbet. çok mutlu olduğu için değil, belki de mutsuz olduğu için yapıyordur kim bilir. zamanında "hayır" dediklerinin kendi değerini bedenine göre ölçtüğünü biliyordur, insanlara karşı hangi konumda ne ifade ettiğini anlamaya çalışıyordur. bedeni kaç gece eder biri için, kaç güzel sözdür, kaç gün ölümsüz olarak kalır merak ediyordur. zira genelde sahip olduğu ruhu, kalbi, sevgiyi taşıyamayan erkeklerle karşılaşmıştır.
elinde yalnızca bedeni kaldığından değil de, karakter yerine bedenini sunmanın daha samimi geldiğini anlamıştır.
ve belki ruhu birilerine sunmak için bedeninden çok daha değerlidir.
her gün gördüğünüz, "ne tatlı, ne iyi kız" dediğiniz, okulda, iş yerinde herkese saygılı, polemiklerden uzak duran, hatta işinde rakiplerini hırsıyla değil de başarısıyla geçen, sessiz sakin kendi halinde bir kız olabilir bu.
vücudunu bir erkeğe sunmanın, birlikte bir şeyler yaşamanın da sınırları vardır elbet. çok mutlu olduğu için değil, belki de mutsuz olduğu için yapıyordur kim bilir. zamanında "hayır" dediklerinin kendi değerini bedenine göre ölçtüğünü biliyordur, insanlara karşı hangi konumda ne ifade ettiğini anlamaya çalışıyordur. bedeni kaç gece eder biri için, kaç güzel sözdür, kaç gün ölümsüz olarak kalır merak ediyordur. zira genelde sahip olduğu ruhu, kalbi, sevgiyi taşıyamayan erkeklerle karşılaşmıştır.
elinde yalnızca bedeni kaldığından değil de, karakter yerine bedenini sunmanın daha samimi geldiğini anlamıştır.
ve belki ruhu birilerine sunmak için bedeninden çok daha değerlidir.
bocalatır, ne yapacağınızı şaşırırsınız. dengeler bozulur devamlı, neye nasıl tepki verirseniz sizden uzaklaşır bilemezsiniz. devamlı bir cam kırıklarının üzerinde yürüyor hissi...
henüz yaşanmakta olan bir hikayem var, içimde sürdürdüğüm, kendime karşı açılmış bir savaş var aynı zamanda. yalnızca yüzüme bir kere baksın diye bekliyordum, sevgi olmasa dahi herhangi bir ifadeye razıydım. belki biraz şevkat, anlayış.
"gözlerin"le gelen üç nokta sessizliği. sanki birine gülümsemek çok zormuş gibi kaskatı kesilmiş sert yüz hatlarının yumuşadığını gördüm. hatta onun için bu bir gülümsemeydi. sizi neden öptüğünü bilmiyorsa eğer, ona bunu anlaması gerektiğini ima etmeyin, sizden hoşlandığını asla kabul etmeyecektir. gözlerinizin önünde bir başkasını defalarca öptüğünde etrafta olmanızdan rahatsız olmaması hatta sizi yok sayması canınızı yakar mıydı? benim canım yanmadı. kendi içimde öldüremediğim tüm hislerle boğuşmayı bırakıp mekanik bir çarka boyun eğdim. asla teklemeyen, öylece izlediğim. aslında beni öpmeyi istediğini defalarca gösterip kendi hislerinden kaçmaya çalıştı. uyandığında asla yüzüme bakmadı. gözlerini açtığı an elimi sıkıca tutup sonra hiçbir şey yapmamış gibi bırakıp döndü ve uyumaya devam etti. yaptıklarına anlam veremediğini biliyorum, fakat göremiyorsun.
bir erkeği değiştirmeye çalışmak imkansız değilse de zordur. bense onu değiştiremeyeceğimi biliyorum. yalnızca inandığım bir şey var, o da herkesin değişebileceği. gözlerime baktığında gördüğü güzel şeyler onu değiştiremez fakat o bu değişimi kendi isteyebilir.
bir erkek ancak kendi isterse değişir, değiştirmeye çalışınca bazen ters de tepiyor. ısrarcı olmamak gerek.
henüz yaşanmakta olan bir hikayem var, içimde sürdürdüğüm, kendime karşı açılmış bir savaş var aynı zamanda. yalnızca yüzüme bir kere baksın diye bekliyordum, sevgi olmasa dahi herhangi bir ifadeye razıydım. belki biraz şevkat, anlayış.
"gözlerin"le gelen üç nokta sessizliği. sanki birine gülümsemek çok zormuş gibi kaskatı kesilmiş sert yüz hatlarının yumuşadığını gördüm. hatta onun için bu bir gülümsemeydi. sizi neden öptüğünü bilmiyorsa eğer, ona bunu anlaması gerektiğini ima etmeyin, sizden hoşlandığını asla kabul etmeyecektir. gözlerinizin önünde bir başkasını defalarca öptüğünde etrafta olmanızdan rahatsız olmaması hatta sizi yok sayması canınızı yakar mıydı? benim canım yanmadı. kendi içimde öldüremediğim tüm hislerle boğuşmayı bırakıp mekanik bir çarka boyun eğdim. asla teklemeyen, öylece izlediğim. aslında beni öpmeyi istediğini defalarca gösterip kendi hislerinden kaçmaya çalıştı. uyandığında asla yüzüme bakmadı. gözlerini açtığı an elimi sıkıca tutup sonra hiçbir şey yapmamış gibi bırakıp döndü ve uyumaya devam etti. yaptıklarına anlam veremediğini biliyorum, fakat göremiyorsun.
bir erkeği değiştirmeye çalışmak imkansız değilse de zordur. bense onu değiştiremeyeceğimi biliyorum. yalnızca inandığım bir şey var, o da herkesin değişebileceği. gözlerime baktığında gördüğü güzel şeyler onu değiştiremez fakat o bu değişimi kendi isteyebilir.
bir erkek ancak kendi isterse değişir, değiştirmeye çalışınca bazen ters de tepiyor. ısrarcı olmamak gerek.
şu anda üç tanesine ev sahipliği yapmakta, arkadaşlık etmekteyim. zira kendileri sahip olunamayacak kadar özgür canlılar.
aklımda çok küçüklüğüme ait anılar canlanıyor bu miniklerle ilgili. henüz ilkokulda olduğum zamanlar. kış öyle sert geçiyor ki, kardan kıştan gözümüzü açamıyoruz. bir dergide okuduğum haber canımı sıkmıştı o ara, üşüyüp araba motorlarına giriyorlar, sonra da araba çalıştırıldığında sıkışıp ölüyorlardı. oysa ki kaputa vurmak kadar basit bir çözüm onları sıcak uykularından uyandırabiliyordu.
o zamanlar bilgisayarım yok, yazıcım da yok haliyle. her gün küçük kağıtlara uyarı yazıları yazmaya karar verdim, birkaç da şirin yapıştırma yapıştırıyordum, dikkat çeksin diye. her gün mahalledeki arabaların camına bırakıyor rüzgardan, yağmur ve kardan etkilenmez umarım diye dua ediyordum. işe yaradığını umdum ve uzunca da bir süre devam ettim buna. o zamanki türkçe öğretmenimin dikkatini çekmişti hatta bu yaptığım, yerel bir dergiye minicik halimle ropörtaj vermiştim.
şimdi ise daha farklı bir konuya dikkat çekmek istiyorum. bu başlıktayım fakat sözlerim her canlı için geçerli, evcil hayvanlar hediye değildir. yalnızca minik ve şirin diye, çocuğum hayvan sevgisi edinsin diye, iyi niyetle de olsa alınan bu canlar biraz büyüyünce sokaklara terk ediliyor yahut bakımsızlıktan ölüyorlar. hayvan edinmeden önce kırk kere düşünün lütfen. hiç büyümeyecek, devamlı bakıma muhtaç olan bir bebek olduklarını düşünün, sorumluluk alacak vaktiniz ve gücünüz yoksa hiç bulaşmayın derim.
bir diğer konu da barınaklarda bir sürü can var, her biri orada ölmeyi bekliyorlar. bir çoğunun kışı geçirecek kulübesi yok. pet shoplardan da alınan bir sürü cins hayvanın oraya terk edildiğini görebiliyoruz. hayvan sahiplenmek konusunda yuva arayan canlara öncelik göstermek gerçekten işe yarayacaktır.
biraz daha duyarlı olalım, artık sokak ve barınaklar ölüme terk edilen canlara ev sahipliği yapmasın.
edit: düzeltme
aklımda çok küçüklüğüme ait anılar canlanıyor bu miniklerle ilgili. henüz ilkokulda olduğum zamanlar. kış öyle sert geçiyor ki, kardan kıştan gözümüzü açamıyoruz. bir dergide okuduğum haber canımı sıkmıştı o ara, üşüyüp araba motorlarına giriyorlar, sonra da araba çalıştırıldığında sıkışıp ölüyorlardı. oysa ki kaputa vurmak kadar basit bir çözüm onları sıcak uykularından uyandırabiliyordu.
o zamanlar bilgisayarım yok, yazıcım da yok haliyle. her gün küçük kağıtlara uyarı yazıları yazmaya karar verdim, birkaç da şirin yapıştırma yapıştırıyordum, dikkat çeksin diye. her gün mahalledeki arabaların camına bırakıyor rüzgardan, yağmur ve kardan etkilenmez umarım diye dua ediyordum. işe yaradığını umdum ve uzunca da bir süre devam ettim buna. o zamanki türkçe öğretmenimin dikkatini çekmişti hatta bu yaptığım, yerel bir dergiye minicik halimle ropörtaj vermiştim.
şimdi ise daha farklı bir konuya dikkat çekmek istiyorum. bu başlıktayım fakat sözlerim her canlı için geçerli, evcil hayvanlar hediye değildir. yalnızca minik ve şirin diye, çocuğum hayvan sevgisi edinsin diye, iyi niyetle de olsa alınan bu canlar biraz büyüyünce sokaklara terk ediliyor yahut bakımsızlıktan ölüyorlar. hayvan edinmeden önce kırk kere düşünün lütfen. hiç büyümeyecek, devamlı bakıma muhtaç olan bir bebek olduklarını düşünün, sorumluluk alacak vaktiniz ve gücünüz yoksa hiç bulaşmayın derim.
bir diğer konu da barınaklarda bir sürü can var, her biri orada ölmeyi bekliyorlar. bir çoğunun kışı geçirecek kulübesi yok. pet shoplardan da alınan bir sürü cins hayvanın oraya terk edildiğini görebiliyoruz. hayvan sahiplenmek konusunda yuva arayan canlara öncelik göstermek gerçekten işe yarayacaktır.
biraz daha duyarlı olalım, artık sokak ve barınaklar ölüme terk edilen canlara ev sahipliği yapmasın.
edit: düzeltme
italyan erkeklerinin kullanmadığıdır. oysa ki çeşit çeşit parfüme kolayca ulaşabilmek mümkün burada. doğal olmadığını düşünüyorlarmış, tabi bizdeki gibi 10 gün geçmeyen parfüm mantığını da benimsememişler haliyle, arada yıkanıyorlar falan. kadınlar da parfüm banyosu yapmış gibi değiller, abartmadan kullanıyor kullananlar da.
bir parfüm önerisinde de bulunayım, hafif, çiçeksi, yaz-kış kullanılacak bir parfüm arıyorsanız shiseido-ever bloom'u tavsiye edebilirim.
bir parfüm önerisinde de bulunayım, hafif, çiçeksi, yaz-kış kullanılacak bir parfüm arıyorsanız shiseido-ever bloom'u tavsiye edebilirim.
johann strauss ll tarafından bestelenen üç perdelik bir operet.
fakat gerek konusu olsun, gerek işlenişi, gerekse müzikal zorluğu açısından birçok `operet`ten ayrılır ve hatta operaların sahnelemeyi tercih ettiği operetler arasında çok ayrı bir yeri de vardır. çok kalabalık bir ekip gerektirir, karakter zenginliğinin yanısıra `koro` ve `bale`nin de fazlasıyla ön planda kullanıldığını görüyoruz. sahnelenişinin zorluğu operet olmasının da getirdiği özelliklerle ilgilidir; oyuncuların çok uzun süreler boyunca da sahnede tiyatrocu gibi rol oynadığını ve hatta yalnızca konuşma rolünü üstlenen sanatçıların olduğunu görüyoruz.
işitsel ve görsel açıdan iyi işlendiğinde muhteşem bir şölen vaadeden bir operettir. adob'da izleyenler bilir, güncel konularla harmanlanmış ve iyi düzenlenmiş bir metin sizi gülmekten yerlere yatırabilir. kalabalık oluşu, ikinci perdenin olduğu gibi bir baloda geçmesi de sizi o büyülü ortamın içine çeker, zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız.
önemli ve altı çizilmesi gereken ayrıntılardan biri de şudur ki, prens orlofsky aslında ankara'da sahnelendiği şekli ile sonradan prenses çıkan bir karakter değildir. sıkı opera takipçileri özellikle `mozart` operalarında (`cherubino`), (`sesto`) .. kadın oyuncuların `pantolonlu rol`de olduklarını, erkek kılığında sahne aldıklarını görmüşlerdir. daha önce `kontrtenor`lar tarafından oynanan bu roller günümüzde `mezzo-sopranolar` tarafından üstlenilir ve o karakterleri zaten erkek olarak izlemek gerekir.
bir kontrtenor örneği vermek gerekirse,https://youtu.be/9zqx2xqae8c
görüldüğü gibi mezzo-soprano bu sese en yakın aralıktadır. dünyada hala orlofsky rolü erkekler tarafından da üstlenilir fakat duyacağınız ses yine mezzo'ya benzeyecektir.
ek bir bilgi de adob dışında bu güzel operet hacettepe üniversitesi ankara devlet konservatuvarı tarafından geçtiğimiz sezonlarda sergilenmiş, mersin ve bursa'ya turneler düzenlemiş ve hatta uludağ üniversitesi konservatuvarı gençlik senfoni orkestrası ile beraber hem bursa hem de ankara'da (`opera`) başarılı temsillere imza atmıştır.
ekleme:https://youtu.be/wttnceuykgı
fakat gerek konusu olsun, gerek işlenişi, gerekse müzikal zorluğu açısından birçok `operet`ten ayrılır ve hatta operaların sahnelemeyi tercih ettiği operetler arasında çok ayrı bir yeri de vardır. çok kalabalık bir ekip gerektirir, karakter zenginliğinin yanısıra `koro` ve `bale`nin de fazlasıyla ön planda kullanıldığını görüyoruz. sahnelenişinin zorluğu operet olmasının da getirdiği özelliklerle ilgilidir; oyuncuların çok uzun süreler boyunca da sahnede tiyatrocu gibi rol oynadığını ve hatta yalnızca konuşma rolünü üstlenen sanatçıların olduğunu görüyoruz.
işitsel ve görsel açıdan iyi işlendiğinde muhteşem bir şölen vaadeden bir operettir. adob'da izleyenler bilir, güncel konularla harmanlanmış ve iyi düzenlenmiş bir metin sizi gülmekten yerlere yatırabilir. kalabalık oluşu, ikinci perdenin olduğu gibi bir baloda geçmesi de sizi o büyülü ortamın içine çeker, zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız.
önemli ve altı çizilmesi gereken ayrıntılardan biri de şudur ki, prens orlofsky aslında ankara'da sahnelendiği şekli ile sonradan prenses çıkan bir karakter değildir. sıkı opera takipçileri özellikle `mozart` operalarında (`cherubino`), (`sesto`) .. kadın oyuncuların `pantolonlu rol`de olduklarını, erkek kılığında sahne aldıklarını görmüşlerdir. daha önce `kontrtenor`lar tarafından oynanan bu roller günümüzde `mezzo-sopranolar` tarafından üstlenilir ve o karakterleri zaten erkek olarak izlemek gerekir.
bir kontrtenor örneği vermek gerekirse,https://youtu.be/9zqx2xqae8c
görüldüğü gibi mezzo-soprano bu sese en yakın aralıktadır. dünyada hala orlofsky rolü erkekler tarafından da üstlenilir fakat duyacağınız ses yine mezzo'ya benzeyecektir.
ek bir bilgi de adob dışında bu güzel operet hacettepe üniversitesi ankara devlet konservatuvarı tarafından geçtiğimiz sezonlarda sergilenmiş, mersin ve bursa'ya turneler düzenlemiş ve hatta uludağ üniversitesi konservatuvarı gençlik senfoni orkestrası ile beraber hem bursa hem de ankara'da (`opera`) başarılı temsillere imza atmıştır.
ekleme:https://youtu.be/wttnceuykgı
librettosu `lorenzo da ponte`'ye ait 2 perdelik `wolfgang amadeus mozart` komik operasıdır.
ismi ile ilgili yeterince bilgi verilmiş fakat kadın kelimesi nerede diye soran olursa, 'tutte' kelimesinin 'e' ile bitiyor oluşundan bu sözün yalnızca kadınları kapsıyor olduğunu anlıyoruz. italyanca'da 'a' ile biten tüm kelimeler dişil kelimelere ait olup, 'e' formunda kullanıldıklarında da çoğul hale geliyorlar.
konusunda ve müzikal yapısında mozart'a ve da ponte'ye ait imzalar ve küçük kinayeler görüyoruz. öncelikle genelleme yapmamıza sebep olan bu iki kadın 15 yaşında. bunu da despina'nın `una donna a quindici anni` isimli aryasından anlıyoruz. https://youtu.be/_pxz3ilxrxs
askere gittiklerine inandıkları ve gönderirken de bir hayli üzüldüklerini bildiğimiz iki sevgili de don alfonso tarafından gaza getirilen iki genç erkek. dorabella'nın söylediği `smanie implacabili` isimli aryada ise bu durumdan hiç de memnun olmadıklarını görebiliyoruz. yani oh iyi ki gittiler, gelsin başka erkekler durumu yok aslında. https://youtu.be/4mtjıgfuqwu
tüm hikaye boyunca don alfonso ve hizmetçi despina'nın bu olaylara zemin hazırlayışlarına tanık oluyoruz. dramaturjik açıdan baktığımızda da en başta kadınların sadakatsizliğinden yakınan, guglielmo ve ferrando'nun aklını karıştırmak için onları bu küçük oyuna sürükleyen don alfonso ve karşı tarafta kızları erkeklerin gittiğine ve yollarına bakmaları gerektiğine ikna etmeye çalışan despina'yı finalde de 'sahte evlilik kurumunun yetkilileri' olarak görüyoruz.
bu noktada kılık değiştirip yeniden dönen sevgililerle kızların karşılaşma sahnelerini incelememiz gerek. `alla bella despinetta` isimli sestette kızların yabancı erkeklerin kendi evlerinde olmalarından hiç de hoşnut olmadıklarını görüyoruz.https://youtu.be/hz9lp45ozc4
oysa bize isimle anlatılmaya çalışılan 'sadakatsizlik' kavramı daha farklı hikayeler anlatıyordu. erkekler gider gitmez açılıp saçılan, başka erkeklerin hayalini kuran genç kızlar geliyor aklımıza fakat hikayenin gidişi öyle değil. :)
oyunun burada bitmiyor oluşu aklımıza bir hinlik getiriyor. belki bundan sonrası biraz öznel gelebilir size fakat başka çiçekleri koklamak isteyen böcekler için bulunmaz fırsattır belki de bu. zaten finalde herşeyin tatlıya bağlanışında erkeklerin de 'ama biz de az haltlar yemedik' diye düşünmeleri etkilidir kim bilir.
bir yanda devamlı akılları karıştırılan kızlar, diğer yanda kızları ikna etmeyi kendi davalarının önüne koymuş, egolarının peşinden gidip hatta belki de kim bilir bir diğeriyle yarışa giren erkekler. sonra bu hikayeden 'bütün kadınlar böyledir'i çıkartıyorsanız algı yönetiminin içine hoşgeldiniz. :)
şimdi da ponte ve mozart'ın böyle mantık hatalarıyla dolu bir oyunu nasıl bir sanat eserine çevirdiğini düşünmeden edemiyorum. aslında erkekler daha bile suçlu olsa, tüm ipler ellerinde de olsa, kadınlar hep suçlu, "kadınlar hep böyle", işte `erkekler hep böyledir`.
ismi cosi fan tutti olsaydı, erkeklerin nasıl oyuncu olduklarından, kızları nasıl çabucak kandırıp ele geçirdiklerinden falan bahsediyor olabilirdik. ah bu biz...
ismi ile ilgili yeterince bilgi verilmiş fakat kadın kelimesi nerede diye soran olursa, 'tutte' kelimesinin 'e' ile bitiyor oluşundan bu sözün yalnızca kadınları kapsıyor olduğunu anlıyoruz. italyanca'da 'a' ile biten tüm kelimeler dişil kelimelere ait olup, 'e' formunda kullanıldıklarında da çoğul hale geliyorlar.
konusunda ve müzikal yapısında mozart'a ve da ponte'ye ait imzalar ve küçük kinayeler görüyoruz. öncelikle genelleme yapmamıza sebep olan bu iki kadın 15 yaşında. bunu da despina'nın `una donna a quindici anni` isimli aryasından anlıyoruz. https://youtu.be/_pxz3ilxrxs
askere gittiklerine inandıkları ve gönderirken de bir hayli üzüldüklerini bildiğimiz iki sevgili de don alfonso tarafından gaza getirilen iki genç erkek. dorabella'nın söylediği `smanie implacabili` isimli aryada ise bu durumdan hiç de memnun olmadıklarını görebiliyoruz. yani oh iyi ki gittiler, gelsin başka erkekler durumu yok aslında. https://youtu.be/4mtjıgfuqwu
tüm hikaye boyunca don alfonso ve hizmetçi despina'nın bu olaylara zemin hazırlayışlarına tanık oluyoruz. dramaturjik açıdan baktığımızda da en başta kadınların sadakatsizliğinden yakınan, guglielmo ve ferrando'nun aklını karıştırmak için onları bu küçük oyuna sürükleyen don alfonso ve karşı tarafta kızları erkeklerin gittiğine ve yollarına bakmaları gerektiğine ikna etmeye çalışan despina'yı finalde de 'sahte evlilik kurumunun yetkilileri' olarak görüyoruz.
bu noktada kılık değiştirip yeniden dönen sevgililerle kızların karşılaşma sahnelerini incelememiz gerek. `alla bella despinetta` isimli sestette kızların yabancı erkeklerin kendi evlerinde olmalarından hiç de hoşnut olmadıklarını görüyoruz.https://youtu.be/hz9lp45ozc4
oysa bize isimle anlatılmaya çalışılan 'sadakatsizlik' kavramı daha farklı hikayeler anlatıyordu. erkekler gider gitmez açılıp saçılan, başka erkeklerin hayalini kuran genç kızlar geliyor aklımıza fakat hikayenin gidişi öyle değil. :)
oyunun burada bitmiyor oluşu aklımıza bir hinlik getiriyor. belki bundan sonrası biraz öznel gelebilir size fakat başka çiçekleri koklamak isteyen böcekler için bulunmaz fırsattır belki de bu. zaten finalde herşeyin tatlıya bağlanışında erkeklerin de 'ama biz de az haltlar yemedik' diye düşünmeleri etkilidir kim bilir.
bir yanda devamlı akılları karıştırılan kızlar, diğer yanda kızları ikna etmeyi kendi davalarının önüne koymuş, egolarının peşinden gidip hatta belki de kim bilir bir diğeriyle yarışa giren erkekler. sonra bu hikayeden 'bütün kadınlar böyledir'i çıkartıyorsanız algı yönetiminin içine hoşgeldiniz. :)
şimdi da ponte ve mozart'ın böyle mantık hatalarıyla dolu bir oyunu nasıl bir sanat eserine çevirdiğini düşünmeden edemiyorum. aslında erkekler daha bile suçlu olsa, tüm ipler ellerinde de olsa, kadınlar hep suçlu, "kadınlar hep böyle", işte `erkekler hep böyledir`.
ismi cosi fan tutti olsaydı, erkeklerin nasıl oyuncu olduklarından, kızları nasıl çabucak kandırıp ele geçirdiklerinden falan bahsediyor olabilirdik. ah bu biz...
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?