unutmadik unutturmayacağız

firambogaz
hiçbirşey eskisi gibi olmayacak

- tanıyın beni ve unutmayın..
tanıyın beni ve unutmayın
izmitli bir kız çocuğuyum,
sekiz yaşındayım.
adım yok.
adresim belli.
kimsesizler mezarlığında kimsesiz sanmayın beni.
çıplak omuzlu ablalar, abiler
kazdılar kazdılar ama ulaşamadılar bana...
izmit’de, kuran kursunda amentüyü ögrendim.
ölümü de kabullendim.
eyvallah...
yaşamak için başka nelere gerek var bilemedim.
meğer ne zor şeymiş yaşamak.
toprak altında dört günde öğrendim.
"en sevdiğim memleket yeryüzüdür /
sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi"
şiirini bilemedim ben.
yeryüzü kırıldı, içine giremedim ben.
ovanın ortasında kurulu kentin
aşağı mahallesinde bir apartman katının en alt dairesinde,
8 yaşında günlerce ölümü bekledim ben.
egin’in türkülerine gömecekler, biliyorum beni.
dertli... içli... yanık...
kocaeli’de deprem vurgunu yemişim;
betonarmenin kavurduğu bir çocuğum ben çünkü.
çelik ve kumla, dört günde öldüm, piştim, öldüm ben.
duydum, bir abla;
arzu’ydu adı galiba, hissetti nefesimi bağırdı etrafa.
televizyoncu abiler geldi ışık tuttular...
üstümde gezindi dost köpekler...
kokladılar, havladılar.
sevdim onları, sevdiler beni.
olmadı deyip, çekip gitmeden önce onlar bile ağladılar sessizce...
dillerini bilemedim amcalar
bağırdılar; duydum onları...
sanırım bakkal amcaydı bir ara;
"kuzum, güzel kızım" dedi, "kınalım, ses ver ne olur..."
boğazlarım doluydu toprakla,
taşla konuşamadım.
biliyorum şimdi o büyük makinelerle gelip kazacaksınız üstümü,
korkmayın fark etmez bundan sonra; alın beni,
kimsesizler mezarına atın beni.
adresimiz kolay, ezberlettiler bana.
siz de bulursunuz belki yıllarca sonra.
kocaeli kenti, derince mahallesi...
karakoldan dön... sağlam apartmanı yani...
çürük çıksa da evimizin toprağı, kendisi;
küçük olsa da yürecigim, inanin dört günde
ögrendim yasamayi ipek böcegi gibi.
sesim çıkmaz, boğazlarım dolu.
ama duyarım dünyayı.
tıpkı erzincan’da ölen bebekler gibi.
yunanlı bir bebek doktoru teyze, toplamış yorganını sırtına,
yenikapi iskelesinden binmiş de vapura,
gözyaşlarıyla seslenmiş kamarota;
- beni götürün çabuk çınarcık’a, yaralı çocuklara...
ağlamış çarkçı, süvari hepsi birden bu dostluğa.
ama ankara’da bir adam geri çevirmiş onu.
ah üzerimde o beton kiriş var ya, o bir olmasa, gösterirdim ben ona...
israilli, cezayirli, fransız, isviçreli amcalar da gelmişler duyunca depremi.
gece vapurla geçip denizi, karaya ulaşınca yalova’da, çiçekler diyarinda,
yine bir garip adam; adı vali:
- uyuyun, simdi sabah olunca çalışırsınız demiş...
ağlamışlar onlar da. kadere küfretmişler...
aynı adam, yani vali, elektrikler kesilince depremde mutfağında,
kente elektrik vermek için çalışan işçilere basmış azarı:
"çabuk mutfak lambam yansın" demiş...
ah... yok mu şu kahrolasıca demir yığını ellerimin üzerindeki...
olmasalar... sarılırdım yakasına, sorardım, doğru mu diye? doğru mu?
sekiz yaşındaydım, kocaeli’de göçük altındayım.
belki ölüyüm, çocuk ölülerin en güzeli...
belki değilim, yaşamaktayım...
ama hayret öldüğümün de farkındayım.
çünkü, dört gündür toprak altındayım.
gözlerim kuran kursundan tanıdığım türbanlı kurtarıcı ablaları aradı...
yoktular. canları sağolsun.
çünkü daha önce belki gözlerim de yoktular.
çıplak omuzlu ablalar, çıplak bacaklı abiler kan ter içinde kazdılar kazdılar.
ama bana ulaşamadılar. hele bir cezayirli abi vardı ki, nefesimi duyan,
gözyaşlarıyla yıkadı toprağı bana ulaşamayınca.
ayın 14’üydü. babam örgülü saçlarımı sevdi.
ay beni çekti. yüzüm güne döndü.
15’inde ayabakan çiçekleri gibi kaçtım güneşten.
16’sı gece karanlıktı. rüyalar içinde bir tahta at seçtim kafesten.
kaf dağı’nda saat 03.03’te kendimden geçtim.
bir çiçek tarlası, bir bulut yuvası, sanki annemin göğsündeydim,
babam saçlarımı okşadı. oysa onlar yoktu yanımda...
ama onlarsız da olamazdım ya! galiba birlikte gittik, belki de bütün kocaeli,
aynı bahçede uyanmak üzere sözleştik.
kocaeli toprağı bereketli... ama ev, fabrika dikince büyümüyor ki...
oysa dikince domatesi, elmayı bir kızarıyorlar ki...
belki bildiklerinden kaderimi...
belki kızıp tanrı baba bize; bahçeyle, evlerin yerlerini değiştirdi o gece.
izmit’de bir kız çocuğuyum, sekiz yaşındayım...
adım yok. adresim belli. derince karakolu’na sorsunlar arayanlar beni.
kimsesiz mezarlığında, kimsesiz sanmasın kimseler beni.
çiçeklerin en güzeliydim, kocaeli ovasında açtım renklerimi,kıraç toprakların; egin’in türküleriyle, ağıtlarla gömdüler beni.
yalnız, demir, çelik ve beton içinde aç susuz gönderdiler ya,
iki elim yakalarında süleyman amcayla bülent amca, unutmasınlar beni...
erzincanlı bir kardeş 33 yılda bir çocukları toplar deprem dedi...
inanamadım...
çünkü bazı amcalar doğaya meydan okuyoruz diye inatlaşıp,
yıkılan evlerimizin yerine, aynısını dikerlermiş. aynı çürük temeller üzerine.
hatta bazıları çok kızıp geçmişe,
sırf sağlam kalıp onları yüzyıllarca utandırdılar diye,
ayasofya ile süleymaniye’yi de yıkmak isterlermiş sinsice.
aslında onların garezi çocuklara imiş.
öldükçe çocuklar, analar, babalar, sağlam ev yapıp, kentin yerini değiştirmektense, gelen paraları müteahhitlerle üleşip, kendilerini deprem zengini ilan ederlermiş. aslında onlar şeytanın arka bacakları imiş.
anadolu’da her yıl deprem olurmuş, orta şiddetli.
üç yılda bir de şiddetlisi olurmuş.
ama bana mısın demezmiş türkiye’yi yönetenler.
bilim adamlarını dinlemezlermiş.
paraları vurguncuya kaptırıp, araştırmalara para vermezlermiş.
onlar ne ilkyardımı severmiş, ne de sağlam evi.
onlar sadece kendilerini ve koltuklarını severlermiş.
gittiğim bahçede erzincanlı bir kuş tanıdım, kanadı gümüşlü.
o anlattı bana.
1939’da deprem olmuş, şiir bile yazmışlar ona:
"kar yağar lapa lapa tipidir gelir geçer
yan yana, sırtüstü ölüler akşam olur tandıramaz ateşini yandıramaz
gün ağar şafak söker kimsecikler gitmez suya ezilmiş başlarıyla ölüler
vardılar uyanılmaz uykuya..."
ben aslında uyanmak istedim uykudan, ama müteahhit amca az koyunca betonu, toprak kovunca evimizi içinden, kan uykularda kaldı düşlerim.
oysa ben ne aydınlık yarınlar düşledim.
büyüyünce değiştirecektim sakarya’nın, gölcük’ün, izmit’in, yalova’nın yerini.
ve türkiye’nin kaderini. yazık oldu, ben bana değil türkiyem’e yanarım.
ölmesem, evleri çok katlı değil, en çok üç katlı yaptıracaktım, bahçeli.
mafyaya çaldırmayacaktım araziyi, belediyeyi.
ama bir şey öğrendim. ben kimim biliyorum şimdi. sekiz yaşındayım...
deprem vurgunu yedim. ölüyüm.
bile bile öldürüldüm. adresim belli. kocaeli...
derince karakolu’ndan dön sola... sağlam apartmanı yani...
kimsesizler mezarı.
16’sında gömüldüm diri diri, 20’sinde öldüm kederli.
dört günde öğrendim yaşamı. zor değilmiş inanın.
yaşayanlar siz de biraz zorlayın. sesler geliyor kulağıma, sesler.
peki ama... kimsiniz? adınızı duyamadım... müteahhit mi dediniz?..
belediye başkanı mı?.. başbakan mı? cumhurbaşkanı mı?
yaşınız... yaşınızı saklamayınız...
beni artık kandıramazsınız, ben bir ölüyüm.
sizi sesinizden, gecikmenizden tanıdım. siz ankara’sınız...
lütfen beni rahat bırakınız.
tuncay özkan
bu başlıktaki tüm girileri gör

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol