şu boğaz harbi nedir? var mı ki dünyada eşi?
en kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
tepeden yol bularak geçmek için marmaraya
kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
nerde -gösterdiği vahşetle- "bu bir avrupalı!"
dedirir: yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
eski dünya, yeni dünya, bütün akvâm-ı beşer,
kaynıyor kum gibi... mahşer mi, hakikat mahşer.
yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
ostralyayla beraber bakıyorsun: kanada!
çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
sâde bir hâdise var ortada: vahşetler denk.
kimi hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
hani, tâûna da zuldür bu rezil istilâ!
ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
kustu mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
sonra melundaki tahribe müvekkel esbâb,
öyle müdhiş ki: eder her biri bir mülkü harâb.
öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
beriden zelzeleler kaldırıyor amâkı;
bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
o ne müdhiş tipidir: savrulur enkâz-ı beşer...
kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
alınır kala mı göğsündeki kat kat iman?
hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
çünkü tesis-i ilâhî o metin istihkâm.
sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
beşerin azmini tevkif edemez sun-i beşer;
bu göğüslerse hudânın ebedî serhaddi;
"o benim sun-i bediim, onu çiğnetme" dedi.
âsımın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
işte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
o, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...
vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
bir hilâl uğruna, yâ rab, ne güneşler batıyor!
ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
"bu, taşındır" diyerek kâbeyi diksem başına;
ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
yedi kandilli süreyyâyı uzatsam oradan;
sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
şarkın en sevgili sultânı salâhaddini,
kılıç arslan gibi iclâline ettin hayran...
sen ki, islâmı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
o demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
sen ki, asâra gömülsen taşacaksın... heyhât!
sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
sana âguşunu açmış duruyor peygamber.
mehmet akif ersoy
.