korkma ben varım

emma the gold one
----------------------------- alıntı ----------------------------
şebnem, susamlı akide şekerim, saraya sızmış lunapark balerinim;
ilk hamleyi suçlular yapar. yani ben. paso ilklere imza atıyorum.
insan otuz yıl yaşayınca, dünyanın üç günlük olduğunu anlamaya başlıyor. bir yandan da peccatophobia’ya [günah işleme korkusu] kapılıyorum galiba.
anlamı, ağırlığı olan her şey otomatikman senin safına geçiyor şebnem. saçma ve boşuna olan ne varsa benim yöreme birikiyor.
uygarlık bize milyon çeşit yasakla sağlanmış bir düzen hediye etti. sanırım, en temel dertlerimizin, varlığımızın özünü teşkil eden trajedinin yatıştırılması konusunda kimseye güvenmemeyi öğrendik.
eğer bir hedefin yoksa, kulağın rahat olur. kaybedecek bir şeyin yoksa, kaybolmak seni bozmaz. yenileceğinden eminsen, rakibini ciddiye alman gerekmez.
şu anda tomaso albinoni’nin [1671-1750] adagio’sunu dinliyorum. notalar daima harflerden anlamlı, daha etkileyicidir. melodiler, kelimelere beş çeker.
sekoya ağacının kabuğu ateş geçirmezmiş: sekoya ormanında yangınlar, ağaçların içinde olup bitermiş.
şebnem, alevleri görmezden gelerek yangını söndüremeyiz.
şebnem uzaya baharın gelmesi, seni bulmama bağlı.
şebnem kalbimden senin kalbine balyozla bin pencere açayım.
şebnem her gülümseyişinde tüm ülkeye çay ısmarlayayım.
şebnem seninleyken bir yudum çay zenginleştirilmiş uranyum gibi enerji veriyor bana.
şebnem ne çok melekvar yüzünde, tebessümün için binlercesi çalışıyor olmalı.
18. ve 19. yüzyıllarda, ingiltere’deki şapka fabrikalarında çalışan insanların yüzde 10’u delirerek ölmüş: keçe işlemekte kullanılan cıvanın yan etkileri...
şebnem, üzerinde şapkalar yüzen bir cıva nehrine ayaklarımı sarkıtmış vaziyetteyim.
şebnem niye böyle? aşkın, patlayan bir okyanusun tozları gibi saçılıyor.
şebnem bulutlara kement atayım, ne kadar istersen onca yağmur ayarlayayım.
şebnem kediler geliyor apartman boşluğuna, doğrudan bana miyavlıyorlar, sanki senden bahsediyorlar, dikkatle bakıyorum.
şebnem zarflar açıyorum, faturalar çıkıyor içinden. sanki senden bir haber gelecek, senin el yazın, imzan olacak... öyle saçma, küçücük, tülbent boncuğu gibi umutlar pıt pıt içimde beliriyor.
şebnem uçaklar geçiyor. uçakları sanki sen kullanıyorsun.
her şeyde sana dair bir ipucu, bir işaret seziyorum.
hayat çok tuhaf şebnem: paraşüt, uçaktan yüz yıl önce, 1783’te icat edilmiş.
şebnem içimde, kum saatindeki toz şeker gibi senin sevgin birikiyor. millerce öteden, varlığın başımı döndürüyor.
tessenjitsu adlı japon dövüş tekniği, sadece yelpaze kullanarak adam öldürmeye dayalıymış.
zarafetin aksesuarı, cinayetin aracı olabiliyor.
şebnem her zorluğun içindeki kolaylığı, kara üzümün iri çekirdekleri gibi bulup çıkarabiliriz.
dilim uyuştu şebnem, parmaklarım yazmaktan oksitlendi. laf uzadıkça anlam geriler. sözlerde o acı yalan tadı belirir.
şebnem imparatorluk gibisin, dünyayı özelleştiriyorsun. kalbim jelatinli yoyo gibi zıplamaya başlıyor sesini işitince.
cehennemde teçhizatsız kalakalmış itfaiyeci gibiyim.
tamam abartmayayım, tozutmayayım, uslu çocuk olayım. irmik helvasının üzerinde uçan kelebek gibi toz olayım.
beni kınama yeter ki, huylarımı değiştiririm. bir robot kadar iffetli, güvercin kadar ılımlı olurum.
şebnem ballanmış ilkbahar gibisin. leylaklarla dolu bir akvaryum, akasyalardan süzülen ikindi ışığından yapılmış gibisin. iğde yumuşaklığı, iğde esansı, iğde reformistliği var sende. üzerinde nar, kiraz, mandalina ve zeytinler yetişen bir ağacın mucizesini üstlenmişsin.
benim payıma paylaşılamayan şeyler düştü galiba? beni mahveden hatalarım hangileriydi, emin olamıyorum. gerçek bela, devrim niteliğindeki bahtsızlık, büyük noksan neydi hayatımdaki? bunlar ve benzeri belirsizlikler insanı sersemletiyor. yanlış anlamaların mikrodalga fırınında ısıtılmış ve çabucak bayatlayan umut kırıntılarıyla besleniyorum. zehirlenmeye bile yetmeyecek porsiyonlarla. çölde seraplar gören bir şempanze gibiyim. tımarhanede esir edilmiş felçli bir dilsiz kadar gerginim.
pekala... ciddiye alınmak için mızıkçılığa başvurma taktiğini kenara bırakayım.
sonuçları nedenlerin önüne almayayım. methiyeden şantaja geçmeyeyim. vahşetim teröre dönüşmesin.
papatyaları harf olarak kullanayım.
çağın gerisinde kalmayayım.
ilk romanı 1007 yılında murasaki shikibu adlı japon soylusu bir kadın yazmış: kitabın adı genji’nin hikayesi.
romancılar bin senedir çalışıyor; bin yıla kalmaz seni anlatabilecek seviyeye ulaşırlar.
insanı cazibe hareket ettirir, mucize de durdurur.
sözlerim sana karmaşık mı geliyor? birinin beni anlaması için yanımda elli yıl geçirmesi gerek şebnem.
keşke, içimizdeki bitki örtüsünü çürümeye terk etmek zorunda olmasak.
kendimizi emanet edebileceğimiz kişiyi bulana kadar canımız çıkmasa.
benzer şeyler arasında fark gözetme lüksüne sahip değiliz.
o kadar zekisin ki şebnem, benim kurnazlığım senin dehanın yanında sağır bir devede kulak.
belki dileklerim gerçekleşmese de iyi bir insan olurum?
sanırım cehenneme gerçekten uğrayacağım, fakat cennete yakın bir bölgesine.
şişko bir şeytanın, çelimsiz bir meleği göğsümün kafesinde patakladığını hissediyorum...
dişlerini, çillerini tek tek öpüyorum.

müntekim
syf 294-297
----------------------------- alıntı ----------------------------
bu başlıktaki tüm girileri gör

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol