yıllardan 2006, gunlerden 20 haziran. sıcak, kuru, bulutsuz bir istanbul yazı. saat salı.
zaten olayın istanbul,da geciyor olması bambaska bir buyu yaratmısz uzerimde. sehire ucaktan ineli henüz 72 saat olmamıs. 3 saatlik rotarın etkisinden bile çıkamamış ki bünye.
pixie ve kardeşimi alıp otobüs durağına gidiyorum, bu konseri benim kadar umursamadığı için hafif tartışıyoruz durakta. sanki dünyada herhangi biri bu konseri benim kadar önemseyebilirmiş gibi. biniyoruz otobüse, akbil’ler unutulmuş. aman ne leziz. söförün pis bakışları altında bir dahaki durakta inip büfeye depar atıyorum, içeriden kardeşim "bu ne kardeşim bileti olmayan binmesin" diyor. gülenlere kızmıyorum, dusam ben de gülerdim.
maslak’ta garanti bankası genel merkezine gidiyoruz. oradan bize biletleri temin eden, hatta bana zamanında pink floyd’u öğreten uber-cool baba ile bulusucaz. valide hanım da bize katılarak şeref verme lutfunu göstermişler o gece.
o anda fark ediyoruz ki o gece bize gelecek olan 13 yaşındaki kuzenime anahtar bırakmadan çıkmışız. ne zeki bir aileyiz biz. ne sorumluyuz oyle. biniyoruz arabaya bir yandan annem telefonla sitenin güvenlik görevlisi ve komşuları arıyor. herkez panik ve stres içinde. ne o konsere gidiyoruz.
maslaktan sahile inmeye çalışırken şeytanın bulaşmayacağı türden bir yokuştan iniyoruz. sanki araba ile bungee jumping yapıyoruz da kıçımızda ipi yokmuş gibi bir his üzerimde. bir taksinin arkasından dönmemiz ile kabus başlıyor.
bizim tarafta 8 karşı tarafta 14 tane araba, hiç kimsenin hiç bir yere kımıldamasına imkan yok. bir de üzerine 55 derecelik bir egim. babamın kafasında ter boncuları, herkes birbirine bağırıyor. hayır arabaları da sınavla mı almıslar ne yapmıslarsa bizim passat içlerinde en dandiği kalıyor. dokunduğun her tampon yarım milyar hesap çıkarıcak nitelikte. annem arabanın her kıpırtısına "ay ay ay" diye tempo tutarak sanki bizi konserin ritmine hazırlıyor. çıkıyorum arabadan, arkadaki arabalarla konusuyorum, biraz geri gidiyorlar, biz kaldırıma çıkıyoruz, babam ömründen 3 yıl kaybediyor, ben babamın direksiyon becerisine hayran kalıyorum. aynı anda 3 kişi sağ yap, 4 kişi sol yap, bir kişi topla gel derken bir karar vermek kolay olmasa gerek.
neyse çıkıyoruz cehennemden ve yaklaşık konser alanına 2 km ileride sahilde resmen cillop gibi bir yer buluyoruz da bırakıyoruz arabayı. bu gün ilk defa bir şeyin iyi gitmiş olması dikkatimi çekiyor.
güneş yavaş yavaş batarken kolumun altında pixie ve elimde kardeşimle boğazın sularının üzerinde yürüyoruz. balık lokantaları ve balıkçı teknelerinin selamında istanbul doluyor içim. 10 metre kadar önümüzde annemle babam el ele. evet diyorum. güzel bir gün bu.
bu arada içindeki bütün belgelerin çıkarılması 1 ay alacak cüzdanımı kaybettiğimi fark ediyorum. içindeki kimlikler kredi kartları yine o kadar önemli değil ama askerlik belgelerı hollanda oturumum falan hepsi içinde. düşünüyorum, o yokuşta arabadan çıkarken mi düşürdüm, yoksa arabada mı bıraktım diye. en sonunda ko götüne diyip tekrar boğaza çeviriyorum gözlerimi.
en sonunda geliyoruz konser alanına. birden içimde bir şeyler kıpırdıyor. bir şairin durmaz parmakları gibi bacaklarım. incecik ve kıpır kıpır. karaborsacılar geçiyor etrafımızdan, çok yaklaşanlara gururla bileti gösteriyorum. çıkışta buluşmak için bir yer karar verip giriyoruz içeri.
içeride konser afişinin önünde tam prizmanın altında resim çektiriyoruz. niyeyse fikir çok hoşuna gidiyor insanların, bir anda orası bir monument oluyor, her gelen bir afişin önüne atıyor kendini. içeri girince bizim peder beyin istekleri doğrultusunda sahneye hafif yukardan bakan bir tepe konuşlanıyoruz. ve tam 21:34’te kafama kazınmış çekiç figürleri, waters’ın isyankar sesi ve the wall’un simgeleşmiş elektro solosu ile başlıyor konser.
ilk anda alkışlıyamıyorum bile, sahneden verilen kutsal ışık bedenimi delip geçiyor, gözlerimi kapayıp kollarımı açıyorum, waters bas gitara her dokundugunda adını bilmediğim bir turfanı çarpıyor yüzüme. ilk parça bittiğimde kollarım havada bir elimde rock diğerinde barış işareti ve sesim şimdiden kısılmış şekilde geliyorum kendime. pixie bedeninin yaslıyor bana, babam gülümsüyor, göz ucuyla görüyorum.
kardeşimle pixie’yi bırakıp annemle babamın yanına gidiyorum. tam mother başladığında sarılıyorum anneme. o şarkının içinden sadece "mother" kelimesini anladığı için büyük ihtimalle "sevgi dolu türkülerle annemize dönelim" tarzında bir şeyler söylendigini zannediyor. bense kollarımı beline sarmış, gözlerimi kapamış "mother will she tear your little boy apart" diye mırıldanıyorum. tam "have a cigar" başlarken kolumu babamın omzuna atıyorum. aradaki otuz yılın tanrısallığa ulaşmış 3 nota ile birleştirildiği o anda baba ve oğul olmanın bağını hissediyorum içimde. o konser alanında birbirimizi o anda en iyi birbirimiz anlıyoruz.
görüntülerde radyoyu görünce zaten wish you were here’ın başlayacağını anlamak için bir dahi olmak gerekmiyor. "so... so you think you can tell/ heaven from hell, blue skies from..." pixıe nin gözlerinin arkasında elimdeki kahverengi gitarla bu şarkıda ben, bensiz bu şarkının dinlendiği onlarca gece, benim ona bu şarkıda nelerin anlatıldığını açıkladığım gece, pixie’nin gözlerinin arkasında anılar, pixie’nin gözlerinde yaşlar "two lost souls swimming in a fish bowl...".
daha sonrasındaa final cut, onlarca yıl önce amerika ve ingilterenin tutumunu protesto etmek için yazılmış şarkıların hala bütün gerçekliğini koruyor olmasının acı tadı gelıyor dudaklarıma. fonda bir kısa filmmişcesine işlenmiş görüntüler, duvarda bush’un resimlerı, sehircilerden kopan alkış "its the only connection they feel"
babama bir öpücük veriyorum, annema sarılıyorum, tutuyorum pixie’nin elini, diger elimde de kardeşim, hoop dalıyoruz kalabalığa.
hücum botu gibi insan dalgalarını yara yara ilerliyoruz sahneye. tek sorun normalde omuzu koyup gececegin bir ton insanın senden 20 yaş büyük olması... inciltmeden, kabalaşmadan, sigaraların arasından hugo gibi hoplaya zıplaya ilerliyoruz.
derken ara veriyor konser. her ilerleyen şey gibi bizim de bir duruşumuz oluyor. millet oturmuş yerlere simsiyah kıyafetlerle uzerlerine basmak da istemiyorum. kendimizi güzel bir lokomotif bulup biraz daha onların arkasından ambulans ardına takılmış cingöz gibi ilerliyoruz.
orada etraftaki insanlarla laklak ederken ne olduğunu anlamadan başlıyor yine konser. ayın karanlık yüzünde kayboluyoruz hepimiz.
bir ara transın üst noktalarında gezinirken biri arkadan omzuma dokunuyor, dönüp bakıyorum, 40larının ortalarında bir adam "kolunu indir" diyor. "hassiktir len" gibisinden bir bakıyorum adama dönüyorum dans etmeye, 3 dakika geçmiyor ki tekrar bu sefer daha yüksek sesle
-kolunu indir
-yok duydum zaten ne dediğinizi...
yok canım... ben 7 yıl beklemişim bu konser için. çağın en protest grubuyla kendımden geçerken biliyorum ki ömrümde bir daha olmayacak. ve kollarımı indiricekmişim. hadi len...
neyse tabi 10 saat zaten o şekilde durmanın imkanı olmadığı için indiriyorum kollarımı. bir ara bir saksafon solonun gazıyla tam tekrar kaldırıyorum ki adam geliyor aklıma, soldaki mavi t-shirtlu arkadaşa yüklenip bir adım yana kayıyorum.
solo bittiginde amca elini denım sırtıma koyoyur gülümseyerek, "ben bu anı 30 yıldır beklıyorum" diyor... bir anda fark ediyorum ki ben 7 yıldır bekliyorusam adam 27 yıldır bekliyor bu konseri. bu yaşında kısa boylu ve yapayalnız adamcağıza çok acıyorum. elimi adamın omzuna atıp "benim de bu anı 30 yıldır bekleyen bir babam var, zaten o yüzden burada olma şansım var" diyorum. konser salonunun ortasında sarılıyoruz adamla birbirimize. öpsem ayıp mı olur diyorum, bir yandan da hayırdır manyak mıyım neyim.
vokal’ler başlangıçta teknik sorun çekselerde açılıyorlar sonra, müzik, ortam ve görsel şölen sarıp sarmalıyor insanı ve sözler minicik yapıp yok ediyor.
dark side of the moon bitip the wall başlıyınca otoriteye karşı birikmiş kollektif nefret adına ne warsa çıkyor dışarı. yumruklar sıkılmış bağırıyoruz çığlık çığlıga, beyin yıkamasına, kalıplaşmışlığa, ön yargılara, savaşa karşı 3 nesil bir arada. sanki biz değiliz öss sınavına giren, karikatür için adam öldürüp bir top peşinde fanatikleşen.
pixie’nin saçlarından kokusu yayılıyor içime, gözlerimi kıstıkça içim akıyor ona. sırtını, kollarını, kalçalarını hissediyorum üzerimde, ayrılık susatıyor insanı.
ikinci bir kadın yanımda. belki pixie’nin beni belli bir seviyeye kadar paylaşmaktan rahatsız olmayacağı tek kadın. canım. kardeşim.
o günden sonraki bir hafta boyunca hiç bir müzik dinleyemeyeceğimi bilsem de tadını çıkarıyorum elimdekinin. kendimi bir göz yaşında kaybedip geri dönerken neden "hey you"’yu çalmadılar diye hayıflanıyorum.
arabada buluyorum cüzdanımı. pixie yolda kucagımda uyuyor. yaslanıyorum koltuğun arkasına. mırıldanıyorum "together we’ll stand, divide and we’ll fall..."
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?