ilkokuldayken yüzlerce kez şahit olunmuş bir sahnedir; yumurta kapıya dayandığı vakit kafalara dank etmiş ve herkes harıl harıl soruların cevaplarını aramaya koyulmuştur. "oğlum sen git dilbilgisi sorularını bul birinden! ben okuduğumuzu anlayalım kısmını yaparım.", "of yaa, kimse yapmamış dilbilgisini yaa!", "oğlum napıcaz ya, defteri kaybettim mi desem?", "onu ben diycem oğlum lan?!" gibi cümleler havalarda uçuşurken gelir öğretmen. defter kontrolü vardır o gün. sonra zaman geçer, biraz daha büyürsünüz, liseye gelmişsinizdir. çoğunuzu değiştirmiştir lise yılları; bir kısmınız artık eskisi gibi ödevlerini okula gelmeden yapan, kaleminin ucunu açmış sırasına oturmuş hazır ve nazır öğretmeninin gelmesini bekleyen uslu çocuk değildir. soruların cevaplarını aramak da artık geride kalmıştır; hayata dair bütün kitapları yalayıp yutmuşsunuz gibi hissedersiniz; büyüksünüz artık siz, lisedesiniz, ne sorusu ne cevabı! size kim soru sorabilir?! ama, derste görürsünüz ki aslında işin aslı düşündüğünüz gibi değildir, öğretmen o sınıfın hala tek hakimi ve söz söyleyenidir. çok önemli değil, alırsınız sıfırınızı paşa paşa oturusunuz. aklınızda "yattı balık yan gider" figürlerinin, cümle kırıntılarının dolaşmaya başladığı anlardır. hele bir de aşıksanız, artık siz kralını tanımıyorsunuzdur. dersaneye diye çıkarsınız evden, halbuki hatun kişi çağırmıştır onun yanında alırsınız soluğu. (genelde bu kısmı kızlar için çağıran, erkekler için gelen olarak nakletmek durumundayım çünkü gerçek budur; kız çağırır, erkek gider.) öylece geçmiştir zaman, kimisi için haylazlıkla kimisi için haylaz görünüp çalışkan olan öğrencilikle.(bu sonuncusu da en hazzetmediğim durumdur, ulan madem çalışkansın niye takılmaya çalışırsın o ipsizlerle.) ama hiç haylaz olup çalışkan görünmeye çalışanına rastlamadım, değişik olurdu öylesi de. neyse, öyle ya da böyle girmişsinizdir lisenin sonunda o sınava, iyi kötü bir netice almışsınızdır, olduysa gidip yerleşmişsinizdir üniversitenize, olmadıysa bir dahaki seneye saklamışsınızdır umutlarınızı. fakülte eğitimi yıllarında da vardır bu ödev tufanı. yalnız onun yanına bir de ders notları alma furyası eklenmiştir. vizelerden evvel herkes "çalışkan kız" ya da örneğine az da rastlansa da "iyi not tutan erkek" arkadaşlar arayışına başlar. bu arayış sahneleri, fotokopicinin önünde kuyruk olmalar falan, aslında ilkokuldakinden farksızdır; hepsine birer önlük giydirseniz uzaktan oturup seyretseniz ayırt edemezsiniz ilkokul çocuklarından. fotokopiler çekilir, birlikte ders çalışma seansları başlar, kütüphanede sabahlamalar, birbirinin evinde kalmalar, derken bir de bakmışsınız yine zaman oyununu oynamış ve vizeler, finaller, birinci sınıf, ikinci, üçüncü derken mezun olmuşsunuzdur. kiminiz askerliği aradan çıkarma arzusuyla askere gitmiştir, kiminiz geri dönmüş kiminiz dönememiştir, geri dönen ya yüksek eğitimine devam etmiştir ya da işine gücüne koşturmaca serüvenine başlamıştır ki, geride bıraktığınızın aslında hiçbir şey olmadığını idrak edersiniz, bir an arkadaşlarla paranın dibine vurduğunuz "cep delik cepken delik" anlarının eğlencesi aklınıza gelir, bir an tebessüm edersiniz, öğrenciyken olağan karşıladığınız bu durum artık sizi çok korkutmaya başlar. ama unutmayın ki, ne olursa olsun, yaşadığınız sürece seçme hakkınız hep elinizdedir. hayata son anda yapılan bir ödev gibi bakmayı seçmek; onu, yapmanız için birileri tarafından zorlandığınız ödevleri bir yerden alıp bir yere kopya etmek gibi görmek, ya da, severek yapmayı seçmek o ödevi; her bir cümlesini özenerek yazmak, sanki çocuklarınıza saklayacakmışsınız gibi özenle kaplamak o ödev defterini...ikisinden birini seçeceksiniz işte bu hayatta, ama sevseniz de sevmeseniz de, yapacaksınız bu ödevi; ama bir yerden kopya çekerek, ama kendi çabalarınızla imar ederek...
oysa son anda yapılan odevler gibi midir hayat
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?