vucudun alarm mekanizmasi. bu olmazsa gunun birinde olup giderdik. sinir sistemi kaynakli vucudun bize cesitli sebeplerden oturu hissettirdigi aci.
ağrı
http://www.agri.gov.tr/ adresinden hakkinda aranan tum bilgilere ulasilabilen bir ilimiz.
bir efsaneye ve turkiyenin en yuksek dagi unvanini almis bir daga sahip ilimiz.
plaka imi 04 olan $ehir.
telefon kodu 472 olan ilimiz.
tamamen subjektif bir algıdır. ve muayeneyle anlaşılacak somut birşey değildir. insanların ağrı eşikleri de birbirinden farklıdır. yani doktorun amacı hastaya "artık ağrımıyor" dedirtmektir yoksa doktor kendisi ağrının geçtiğini görmez.
(bkz: ağrı eşiği)
(bkz: kanser ağrısı)
(bkz: baş ağrısı)
unamuno, agrinin insan hayatindaki onemini "kendisine agri olusturmadiklari takdirde bir insan organlari oldugunu bilir mi hic?" diyerek tariflemis.
graham green ise "baskalarinin agrilarini unutmak kolaydir" diyerek agrinin ne kadar kisisel oldugunu ortaya koymus.
ingilizce de agri(pain),kokenini, latince poena(ceza,intikam,iskence) kelimesinden alir.tanimi guc bir kavramdir.uluslararasi agri arastirmalari dernegi (iasp) taksonomi komitesi’ne gore agrinin tanimi,var olan veya olasi doku hasarina eslik eden ya da bu hasar ile tanimlanabilen ,hosa gitmeyen duyusal ve ,emosyonel deneyimdir.bu tanima gore ağri,bir duyum ve hosa gitmeyen yapida oldugundan her zaman oznel ve subjektiftir.
agrinin temel ogeleri ; (bkz: nosisepsiyon)-agrinin olusumu,agrinin algilanmasi,aci cekme ve agriya bagli davranislardir.agri algilanmasinin bir cok duysal,davranissal ,emosyonel etkenlerden etkilenen karmasik bir olay oldugu akilda tutulmalidir.
normal fizyolojik kosullarda ağrinin rolu,organizmayi zararli bir saldiridan korumaktir.ancak bazi hastaliklarda agri,fizyolojik savunma mekanizmasi olmaktan cikar ve hastanin belli basli tek sorunu haline gelebilir.patolojik agri olarak da tanimlanan bu durumda,agri ve nosisepsiyon, organizma aleyhine calisir.
kaynakca:(bkz: akut agri)
(bkz: prof dr n suleyman ozyalcin)
graham green ise "baskalarinin agrilarini unutmak kolaydir" diyerek agrinin ne kadar kisisel oldugunu ortaya koymus.
ingilizce de agri(pain),kokenini, latince poena(ceza,intikam,iskence) kelimesinden alir.tanimi guc bir kavramdir.uluslararasi agri arastirmalari dernegi (iasp) taksonomi komitesi’ne gore agrinin tanimi,var olan veya olasi doku hasarina eslik eden ya da bu hasar ile tanimlanabilen ,hosa gitmeyen duyusal ve ,emosyonel deneyimdir.bu tanima gore ağri,bir duyum ve hosa gitmeyen yapida oldugundan her zaman oznel ve subjektiftir.
agrinin temel ogeleri ; (bkz: nosisepsiyon)-agrinin olusumu,agrinin algilanmasi,aci cekme ve agriya bagli davranislardir.agri algilanmasinin bir cok duysal,davranissal ,emosyonel etkenlerden etkilenen karmasik bir olay oldugu akilda tutulmalidir.
normal fizyolojik kosullarda ağrinin rolu,organizmayi zararli bir saldiridan korumaktir.ancak bazi hastaliklarda agri,fizyolojik savunma mekanizmasi olmaktan cikar ve hastanin belli basli tek sorunu haline gelebilir.patolojik agri olarak da tanimlanan bu durumda,agri ve nosisepsiyon, organizma aleyhine calisir.
kaynakca:(bkz: akut agri)
(bkz: prof dr n suleyman ozyalcin)
memleketim olan şehir türkiye’nin en fakir illerinden biri uzun yıllardır gitmesem de görmesem de memleketim işte
sonbaharların kralı gelirmi$ meğer istanbula
ciğerlerimin filmini çektiler
ciğerlerim artiz oldular icabında
akut alevlenmi$ kronik bir sonbahar gibi bakıyordu
sigara figüran falan...
ben kırmızı bir yaprağı oynuyordum esas kız olarak
uçu$uyordum, uçu$makmış meğer benim anlamım
ben bunu geç anladım..
senin için $iir yazacaktım istanbul
ismini ağrı koyacaktım..
oysa bir $iir niyeydi sanki
yer içer sevi$ir miydi sanki bir $iir
hamsi ısmarlar mıydı mesela bir $iir insana?
fotoğraf çektirebilir miydi mesela hipodromda atlarla?
rakı içebilir miydi samatyada
bir $iir uyur muydu ku$ gibi
ba$ını alıp da kanatlarının altına?
oysa bir $iir neydi sanki
ben seni ciğerimin kö$esindeki arıza kadar sevdim..
bir $iir seni bu kadar sever miydi sanıyorsun istanbul?
bağırdım sokaklarına kartondan postlar sermi$ ayya$lara
bana kerametinizi gösterin
kermatenizi gösterin bana!
bir diki$te içtim bir $i$e geceni
yıldız komasına girmek istiyordum,
istiyordum dolunay çarpsındı beni
kurt adamlarım serbest kalsındı icabında
kimin fazladan pu$tluğu varsa bir sigara sarsındı bana
kin kusulsundu, öç alınsın
icabında modern kadındım, ne zaman $i$manlasa ruhum
hemen yarın yeni bir intihara başladım.
ben fazla yemesem diyorum baylar yani
bu kadar hınç bana fazla..
icabında bir allah bir allah daha
çok tanrılı bir din ederdi
bırak müridin olayım istanbul
sen beni hep bir $iir sanıyordun istanbul
oysa çakmakta$ları gibi kıvılcımlıydı gözya$larım
ağlamaktan kızaran bir örnek burnum ve gözaltlarımla ..
bu $iiri ben yaralı bir panda vaziyetinde yazdım
canım yandı..
bu $iiri ben bir yangın vaziyetinde yazdım..
$imdi bırak sana kedilerime süt getiren eski günlerimi anlatayım
kapıma gül bırakan adamları
ben de icabında bir hafıza mağduruyum
cumartesi günleri gayri annemlerle birlikte
sokaklarında eylemler yapayım.
benim ne sakal yanığı günlerim oldu
guruba bak ve beni an
öpü$mekten yorgun ve kızıl
bir $iir sana bunları söyler miydi sanıyorsun?
yağmurlarında yıkanan kırmızı banklarına baktım
bütün allar bir gün solarmı$
ben bunu geç anladım.....
yağmur meğer tanrının zulmüymü$ istanbul.
ağrı neydi, neremdeydi, neresiydi ağrı
kim bana kalbimin menzilini soracaksa sorsun artık ..
ağrıdurmadanağrıdurmadanağrıdurmadan..
ağrı benim durmadan doruğuna tırmandığım
meğer yüksek bir dağmı$..
üstümü ara
cebimdeki $iiri usulca kaydırayım senden tarafa
ellerimi de kaldırdım bak
hazırım tutkumu tutukla..
$iirsizim
bu $iir senin ismini ağrı koyar mıydı sanıyorsun istanbul..
ben bu $iiri kusarak yazdım..
(bkz: didem madak)
ciğerlerimin filmini çektiler
ciğerlerim artiz oldular icabında
akut alevlenmi$ kronik bir sonbahar gibi bakıyordu
sigara figüran falan...
ben kırmızı bir yaprağı oynuyordum esas kız olarak
uçu$uyordum, uçu$makmış meğer benim anlamım
ben bunu geç anladım..
senin için $iir yazacaktım istanbul
ismini ağrı koyacaktım..
oysa bir $iir niyeydi sanki
yer içer sevi$ir miydi sanki bir $iir
hamsi ısmarlar mıydı mesela bir $iir insana?
fotoğraf çektirebilir miydi mesela hipodromda atlarla?
rakı içebilir miydi samatyada
bir $iir uyur muydu ku$ gibi
ba$ını alıp da kanatlarının altına?
oysa bir $iir neydi sanki
ben seni ciğerimin kö$esindeki arıza kadar sevdim..
bir $iir seni bu kadar sever miydi sanıyorsun istanbul?
bağırdım sokaklarına kartondan postlar sermi$ ayya$lara
bana kerametinizi gösterin
kermatenizi gösterin bana!
bir diki$te içtim bir $i$e geceni
yıldız komasına girmek istiyordum,
istiyordum dolunay çarpsındı beni
kurt adamlarım serbest kalsındı icabında
kimin fazladan pu$tluğu varsa bir sigara sarsındı bana
kin kusulsundu, öç alınsın
icabında modern kadındım, ne zaman $i$manlasa ruhum
hemen yarın yeni bir intihara başladım.
ben fazla yemesem diyorum baylar yani
bu kadar hınç bana fazla..
icabında bir allah bir allah daha
çok tanrılı bir din ederdi
bırak müridin olayım istanbul
sen beni hep bir $iir sanıyordun istanbul
oysa çakmakta$ları gibi kıvılcımlıydı gözya$larım
ağlamaktan kızaran bir örnek burnum ve gözaltlarımla ..
bu $iiri ben yaralı bir panda vaziyetinde yazdım
canım yandı..
bu $iiri ben bir yangın vaziyetinde yazdım..
$imdi bırak sana kedilerime süt getiren eski günlerimi anlatayım
kapıma gül bırakan adamları
ben de icabında bir hafıza mağduruyum
cumartesi günleri gayri annemlerle birlikte
sokaklarında eylemler yapayım.
benim ne sakal yanığı günlerim oldu
guruba bak ve beni an
öpü$mekten yorgun ve kızıl
bir $iir sana bunları söyler miydi sanıyorsun?
yağmurlarında yıkanan kırmızı banklarına baktım
bütün allar bir gün solarmı$
ben bunu geç anladım.....
yağmur meğer tanrının zulmüymü$ istanbul.
ağrı neydi, neremdeydi, neresiydi ağrı
kim bana kalbimin menzilini soracaksa sorsun artık ..
ağrıdurmadanağrıdurmadanağrıdurmadan..
ağrı benim durmadan doruğuna tırmandığım
meğer yüksek bir dağmı$..
üstümü ara
cebimdeki $iiri usulca kaydırayım senden tarafa
ellerimi de kaldırdım bak
hazırım tutkumu tutukla..
$iirsizim
bu $iir senin ismini ağrı koyar mıydı sanıyorsun istanbul..
ben bu $iiri kusarak yazdım..
(bkz: didem madak)
(bkz: acismak)
bir ahmet muhip dranas siiri,
vardım eteğine,secdeye kapandım;
koşup bir koluna sımsıkı abandım.
karlı başın yüce dedikleyin yüce,
sükûn içindeki heybetin gönlümce.
devce yapında ilk rahatlığı duydum.
şifası mı ne ki ruha bu ilk yudum
hayâl arkasında boş çırpınışların
sen uygun bir vakti gelince rüzgârın
sonsuzluğa doğru kalkacak sihirli
bir gemisin göklerde demirli
ve ben rıhtımında bekleyen tek yolcu...
düşüncemizin en haksız, en korkuncu;
açan o ağulu çiçek delilikte,
gir sır mezara cesetle birlikte,
şüphe; o bin çeşit çilenin yemişi,
yılan ağzındaki elma... ey, ateşi
en derin yerinde gizli gizli yanan!
seyrediyor ruhum kar balkonlarından
insanın göresi olmaz manzarayı
ve aklın o uçsuz bucaksız sarayı
yıkılıyor... duygu bir kartal hızıyla
fırlıyor engine sevinç avazıyla
bulutlar ne güzel bulutlardır onlar,
hep öyle başımın üstünde dursunlar
menekşe rengi, kan rengi, toprak rengi...
asılı kalsın hep bu yağmur hevengi.
dünyayı saran bu gece ne gecedir,
yıldızlardan yağan ışık ne incedir!
yansın o yıldızlar, bitinceye kadar
en derin uykular, en tatlı uykular.
ey, gökperdelere şahlanan tanrısal!
eteklerindeyiz işte. ve bir masal
içinden gelmişiz sana, atlı yaya,
attığımız okta kısmeti bulmaya.
yitik, perişandır elbet bencileyin
pişmanlığın ırgat olup geceleyin
günle bahtın çağrısına koşan kişi.
ah, iç sıkıntısı! sen ettin bu işi.
zevk, o yosma kadın eski bir bahçede
ayaküstü günah işlenen gecede
bir susuzluk kadehi sunmuştu bana:
yüzümü maskesiz gösteren ilk ayna.
yel alsın götürsün bütün o geçmişi,
büyülü kadehin zehrinden içmişi
serin yalanında kandırmaz her pınar.
dindirir miydi ki en tatlı rüzgârlar
bende gizli gizli başlamış ağrıyı:
bu, rüzgâr ve gemi uğramaz bir kıyı
ya da bir teknede açılmış bir delik;
hangi pencereye koşarsan ahretlik
bir gökyüzü, siyah, güneşten habersiz,
her adım attığın yeri basan bir sis.
hangi yana baksam onu görüyorum:
inancın kaydığı bir dipsiz uçurum;
günah kapılarının aralandığı,
tanrıların bile avaralandığı
şaşkın, çaresiz bir insan kaderince.
güneş! güneş! güneş! ey, ölümsüz ece!
sana tapınanlar kardeşimdi benim;
güneş! güneş! ben sana doğru gelenim,
kucakla beni, tanrıça, sev, sar beni,
en yırtıcı, en aç hayvanların ini
içimin göz görmez mağaralarıma gir
senin girmediğin yerde haset, kibir
dert, kin, yalan, ölüm, korku ve işkence,
çakal seslerinden örülmüş bir gece,
teneşir başında oynaşan çirkinler
engerek düğümü doğuran gelinler,
zina şöleninde beynin nöbet nöbet
cehennem halayı çeken bin iskelet
ve yaprak indiren ağaçlar baharda...
senin bağışından yoksun kucaklarda
çocuklar kertenkeleyle bir biçimde.
ağrıya eş bir dağ olsaydı içimde
ilkin şu gönlüme doğardın her sabah,
daha her yer geceyken sarardın, gümrah
sarı saçlarınla benim varlığımı,
kendimde taşırdım kendi taptığımı...
ağrıya eş yüce bir dağ yok içimde
ne kadar cüceyim dert ve sevincimde!
kaplamış gözümün gördüğü her ufku
umutsuz, zifiri bir gece, bir korku.
ah, yazık ki bütün insanlık güneşsiz.
ey ateş, nasıl da seni yitirmişiz!
bu yalnız inilti esen manzaradan
bir çaresiz aydır sallanan aradan;
işık tuttuğu her şey bir taze yara.
onmaz bu gece. bırak karanlıklara!
can yiğitliği yitirmiş, kalp aşkı
ilenişlerinden insanın bir şarkı
tutmuş dört yanı, bir çirkin ağıt, eski...
ah güç de değildi bahtiyarlık belki;
üstümüzde deniz gibi bir gökyüzü
altında her kalbe esenlik payı var;
bizimdir, yelken açmış giden bulutlar,
vurup alnımıza serin gölgesini,
bizimdir bu koku, bu renk dolu sini
üstünde seslerle ışıklar kamaşan;
bizimdir bu zafer, bu beste ve bu şan.
şu aydın, ferah ve rahat gök altında
her kazazedenin müjdesi bir ada,
her gülüşe ayna bir gölek kenarı;
koparırken elin taze meyvaları
öyle kolaydı ki yaşıyorum demek;
soframıza konmuş bu doyulmaz yemek
niçin bir zehirli kaşıkla yenmede?
ağrı! başına boz bulutlar inmede.
ne ki bu cendere, ne ki bu sonsuzluk,
kim bu vurulmuş yatan, ova boyunca,
bir kan çeşmesine açık durup avcu?
çile pazarında cana pey sürümü
çözmek mi istemiş o çetin düğümü?
korkunç bir ezgide çatlayan bu kamış
yitirdiğimiz bir cennet mi aramış,
ölümsüz barışa gülen şafakları,
lezzet ve esenlik tüten ocakları,
ömre öpüş tadıyle uyandığımız,
tanrısal bir çıra gibi yandığımız?..
- dağ! senin yandığın gibi bir vakitler-
vuran bir toz parçası değilse eğer
küçük gövdesine budur giren ölüm,
onun yüzünü bizden çeviren ölüm...
sen ey, oyununu en güzel oynayan!
hangi kıvılcımla fışkırttın ruhundan
bir gün söndürdüğümüz kutsal ateşi?
ey sen! ölümden çok hayatın kardeşi
dirilttin nasıl bir mucizeyle tekrar
her şeyi, dostluktan düşmanlığa kadar
ve geri getirdin o sürgünlerini?
nerde buldun tekrar eski günlerini
zamanlar içinde yitmiş kardeşlerin
ve en güzelini sönmüş ateşlerin,
kalbimin o kadar sevdiği o gülü,
ölüm ötesinin mutlu tahayyülü
evrensel cümbüşü, yaşama şevkini,
bizden gidenlerin bir gün en yakını
ümidi ve şafak kanatlı neşeyi,
o aşkı, o tadı, o gülümsemeyi?..
ey boş gecelerin dadı ayışığı!
salla, salla hüzün uyuyan beşiği
söğütlerin nazlı dalları içinden
ki o altın saman yolları içinden
bir sabahı özleyen şu taze kadın
yatsın başyastığına anılarının;
bir makine sesiyle işleyen kalbi
alıp gezdirsin onu bir gemi gibi
düşlerinin durgun, mavi denizinde.
beni de hep kendi kendimin izinde
fenerinle yolumu aydınlatarak
barış çeşmesini aramaya bırak,
budur yaşadığın sürece görevin;
gecelerin birinde, solgun alevin
güne yenilmeye başladığı zaman
üstüne başımın düştüğü kitaptan
eser mevlânânın üflediği rüzgâr...
işte, gam türküsü söyleyen kamışlar
rüzgârından gördüğüm ova boyunca.
bu bir düştür belki, insan uyanınca,
gözlerinde kalır serabı bir ömür,
her şey bu ışıltı ardından görünür
o insana; sevmek, yaşamak ve ölüm.
seni uykuya çekip götüren elim
kadınım, ayışığı içinden şu anda
aldanış diye ne varsa bir insanda
o daldan tutuyor...böyledir bu. kader
kavuşur sabaha en uzun geceler
ve serin durur her avunuş testisi.
rüzgârlar başladı. sonsuzluk gemisi
önünde köpürüp şahlanmada engin;
yolcusu olduğun nihayetsizliğin
bir ucu allahta ve sende bir ucu.
başlıyor serüvenlerin en korkuncu:
gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü,
barıştıran sınır geceyle gündüzü;
ey sonuca doğru ilkuçtan gelen dağ!
göğü perde perde delip yükselen dağ!
vardım eteğine,secdeye kapandım;
koşup bir koluna sımsıkı abandım.
karlı başın yüce dedikleyin yüce,
sükûn içindeki heybetin gönlümce.
devce yapında ilk rahatlığı duydum.
şifası mı ne ki ruha bu ilk yudum
hayâl arkasında boş çırpınışların
sen uygun bir vakti gelince rüzgârın
sonsuzluğa doğru kalkacak sihirli
bir gemisin göklerde demirli
ve ben rıhtımında bekleyen tek yolcu...
düşüncemizin en haksız, en korkuncu;
açan o ağulu çiçek delilikte,
gir sır mezara cesetle birlikte,
şüphe; o bin çeşit çilenin yemişi,
yılan ağzındaki elma... ey, ateşi
en derin yerinde gizli gizli yanan!
seyrediyor ruhum kar balkonlarından
insanın göresi olmaz manzarayı
ve aklın o uçsuz bucaksız sarayı
yıkılıyor... duygu bir kartal hızıyla
fırlıyor engine sevinç avazıyla
bulutlar ne güzel bulutlardır onlar,
hep öyle başımın üstünde dursunlar
menekşe rengi, kan rengi, toprak rengi...
asılı kalsın hep bu yağmur hevengi.
dünyayı saran bu gece ne gecedir,
yıldızlardan yağan ışık ne incedir!
yansın o yıldızlar, bitinceye kadar
en derin uykular, en tatlı uykular.
ey, gökperdelere şahlanan tanrısal!
eteklerindeyiz işte. ve bir masal
içinden gelmişiz sana, atlı yaya,
attığımız okta kısmeti bulmaya.
yitik, perişandır elbet bencileyin
pişmanlığın ırgat olup geceleyin
günle bahtın çağrısına koşan kişi.
ah, iç sıkıntısı! sen ettin bu işi.
zevk, o yosma kadın eski bir bahçede
ayaküstü günah işlenen gecede
bir susuzluk kadehi sunmuştu bana:
yüzümü maskesiz gösteren ilk ayna.
yel alsın götürsün bütün o geçmişi,
büyülü kadehin zehrinden içmişi
serin yalanında kandırmaz her pınar.
dindirir miydi ki en tatlı rüzgârlar
bende gizli gizli başlamış ağrıyı:
bu, rüzgâr ve gemi uğramaz bir kıyı
ya da bir teknede açılmış bir delik;
hangi pencereye koşarsan ahretlik
bir gökyüzü, siyah, güneşten habersiz,
her adım attığın yeri basan bir sis.
hangi yana baksam onu görüyorum:
inancın kaydığı bir dipsiz uçurum;
günah kapılarının aralandığı,
tanrıların bile avaralandığı
şaşkın, çaresiz bir insan kaderince.
güneş! güneş! güneş! ey, ölümsüz ece!
sana tapınanlar kardeşimdi benim;
güneş! güneş! ben sana doğru gelenim,
kucakla beni, tanrıça, sev, sar beni,
en yırtıcı, en aç hayvanların ini
içimin göz görmez mağaralarıma gir
senin girmediğin yerde haset, kibir
dert, kin, yalan, ölüm, korku ve işkence,
çakal seslerinden örülmüş bir gece,
teneşir başında oynaşan çirkinler
engerek düğümü doğuran gelinler,
zina şöleninde beynin nöbet nöbet
cehennem halayı çeken bin iskelet
ve yaprak indiren ağaçlar baharda...
senin bağışından yoksun kucaklarda
çocuklar kertenkeleyle bir biçimde.
ağrıya eş bir dağ olsaydı içimde
ilkin şu gönlüme doğardın her sabah,
daha her yer geceyken sarardın, gümrah
sarı saçlarınla benim varlığımı,
kendimde taşırdım kendi taptığımı...
ağrıya eş yüce bir dağ yok içimde
ne kadar cüceyim dert ve sevincimde!
kaplamış gözümün gördüğü her ufku
umutsuz, zifiri bir gece, bir korku.
ah, yazık ki bütün insanlık güneşsiz.
ey ateş, nasıl da seni yitirmişiz!
bu yalnız inilti esen manzaradan
bir çaresiz aydır sallanan aradan;
işık tuttuğu her şey bir taze yara.
onmaz bu gece. bırak karanlıklara!
can yiğitliği yitirmiş, kalp aşkı
ilenişlerinden insanın bir şarkı
tutmuş dört yanı, bir çirkin ağıt, eski...
ah güç de değildi bahtiyarlık belki;
üstümüzde deniz gibi bir gökyüzü
altında her kalbe esenlik payı var;
bizimdir, yelken açmış giden bulutlar,
vurup alnımıza serin gölgesini,
bizimdir bu koku, bu renk dolu sini
üstünde seslerle ışıklar kamaşan;
bizimdir bu zafer, bu beste ve bu şan.
şu aydın, ferah ve rahat gök altında
her kazazedenin müjdesi bir ada,
her gülüşe ayna bir gölek kenarı;
koparırken elin taze meyvaları
öyle kolaydı ki yaşıyorum demek;
soframıza konmuş bu doyulmaz yemek
niçin bir zehirli kaşıkla yenmede?
ağrı! başına boz bulutlar inmede.
ne ki bu cendere, ne ki bu sonsuzluk,
kim bu vurulmuş yatan, ova boyunca,
bir kan çeşmesine açık durup avcu?
çile pazarında cana pey sürümü
çözmek mi istemiş o çetin düğümü?
korkunç bir ezgide çatlayan bu kamış
yitirdiğimiz bir cennet mi aramış,
ölümsüz barışa gülen şafakları,
lezzet ve esenlik tüten ocakları,
ömre öpüş tadıyle uyandığımız,
tanrısal bir çıra gibi yandığımız?..
- dağ! senin yandığın gibi bir vakitler-
vuran bir toz parçası değilse eğer
küçük gövdesine budur giren ölüm,
onun yüzünü bizden çeviren ölüm...
sen ey, oyununu en güzel oynayan!
hangi kıvılcımla fışkırttın ruhundan
bir gün söndürdüğümüz kutsal ateşi?
ey sen! ölümden çok hayatın kardeşi
dirilttin nasıl bir mucizeyle tekrar
her şeyi, dostluktan düşmanlığa kadar
ve geri getirdin o sürgünlerini?
nerde buldun tekrar eski günlerini
zamanlar içinde yitmiş kardeşlerin
ve en güzelini sönmüş ateşlerin,
kalbimin o kadar sevdiği o gülü,
ölüm ötesinin mutlu tahayyülü
evrensel cümbüşü, yaşama şevkini,
bizden gidenlerin bir gün en yakını
ümidi ve şafak kanatlı neşeyi,
o aşkı, o tadı, o gülümsemeyi?..
ey boş gecelerin dadı ayışığı!
salla, salla hüzün uyuyan beşiği
söğütlerin nazlı dalları içinden
ki o altın saman yolları içinden
bir sabahı özleyen şu taze kadın
yatsın başyastığına anılarının;
bir makine sesiyle işleyen kalbi
alıp gezdirsin onu bir gemi gibi
düşlerinin durgun, mavi denizinde.
beni de hep kendi kendimin izinde
fenerinle yolumu aydınlatarak
barış çeşmesini aramaya bırak,
budur yaşadığın sürece görevin;
gecelerin birinde, solgun alevin
güne yenilmeye başladığı zaman
üstüne başımın düştüğü kitaptan
eser mevlânânın üflediği rüzgâr...
işte, gam türküsü söyleyen kamışlar
rüzgârından gördüğüm ova boyunca.
bu bir düştür belki, insan uyanınca,
gözlerinde kalır serabı bir ömür,
her şey bu ışıltı ardından görünür
o insana; sevmek, yaşamak ve ölüm.
seni uykuya çekip götüren elim
kadınım, ayışığı içinden şu anda
aldanış diye ne varsa bir insanda
o daldan tutuyor...böyledir bu. kader
kavuşur sabaha en uzun geceler
ve serin durur her avunuş testisi.
rüzgârlar başladı. sonsuzluk gemisi
önünde köpürüp şahlanmada engin;
yolcusu olduğun nihayetsizliğin
bir ucu allahta ve sende bir ucu.
başlıyor serüvenlerin en korkuncu:
gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü,
barıştıran sınır geceyle gündüzü;
ey sonuca doğru ilkuçtan gelen dağ!
göğü perde perde delip yükselen dağ!
(bkz: pain)
(bkz: agri dagi)
koskoca adamlari yerden yere vuran bir sey.
duygusal çöküntüyü geçemez hiç.çok pistir,bilirim,ama geçemez işte.
(bkz: sancı)
(bkz: çağrı)
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?