usanmadan yazıyorum kendi ellerimle. bu gece ölümü hatırlatacağım bizlere.
doğuşumuz nasıl ki bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin sonu olacak. öyleyse 100 sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene önce yaşamaığımıza ağlamak kadar deliliktir. ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik; bu hayata da eski halimizden soyunarak girdik.
eğer ölümün önüne geçilemiyorsa, ne zaman gelirse gelsin. sokratese otuz zalimler seni ölüme mahkum etiiler. dedikleri zaman onun cevabı: doğa da onları! olmuş. tüm dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne saçmalık!
başımıza bir kez gelen şey büyük bir dert sayılmaz. bir anda olup biten bir şey için uzun zaman korku çekmek akıl işi midir? ölüm uzun ömür ile kısa ömür arasındaki ayrımı kaldırır; çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu, kısası yoktur.
doğa bunu böyle istiyor. bize diyor ki : bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. ölümden hayata geçerken hissetmediğiniz tasayı, hayattan ölüme geçerken de hissetmeyin. ölümünüz varolmanın, dünya hayatının şartlarından biridir.
bizim güzel hatırımız için evrenin bu güzel düzeni değişecek değil ya? öelmek yaradılışımızın şartıdır; ölüm bizim varoluşumuzdadır. ondan kaçmak, kendi kendimizden kaçmaktır. bizim bu tadını çıkardığımız varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır. dünyaya geldiğimiz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan da ölmeye başlarız. elmayı ikiye kestiğimizde önce kararmasına sonra çürümesine bakalım. yetişmesi için ihtiyaç duyduğu şey oksijendir. ama aynı oksijen oksitlenme ile birlikte çürümesine de yol açmaktadır.
bize verdiği hayatı kemirmeye başlar ilk saatimiz. seneka.
hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür. ona iyiliği de, kötülüğü de katan bizleriz. bir gün bile yaşadıysak, her şeyi görmüş sayılırız aslında. bir gün bütün günlerin eşi gibidir. bir başka gündüz ya da gece yok ki. atalarımızın, dedelerimizin gördüğü göreceği hep bu ay, bu güneş, bu yıldızlar, bu düzendir.
bizim tragedyamız bir yılda oynanır ve biter. dört mevsimin nasıl geçtiğine bir bakarsanız, dünyanın çocuklluğunu, gençliğini, olgunluğunu ve yaşlılığını onlarda görürsünüz. dünyanın oyunu bu kadardır, evet. mevsimleri bitti mi, yeniden başlatmaktan başka marifet gösteremez.
insan kendini saran çemberin içinde döner durur. lucretius.
herkesin bağlı olduğu koşullara bağlı olmaktan kim yerinebilir? ne kadar yaşarsanız yaşayın, ölümde geçirilecek zamanı değiştiremeyiz. ölümden ötesi hep birdir. beşikte de ölseydik, o korktuğumuz mezarın içinde yine o kadar zaman kalacaktık.
kaç yüzyıl yaşarsanız yaşayın,
ölüm yine de ebedi olacaktır. lucretius.
hiç kimse vaktinden önce ölmüş sayılmaz; çünkü sizden kalan zaman da, sizden önceki zaman gibi sizin değildir. ondan da bir şey yütürmiş olmuyorsunuz.
bizden önce geçmiş zamanları düşün. bizim için onlar yokmuş gibidir. lucretius
hayat nerede biterse, orada tamamlanmıştır. hayatın değeri uzun yaşamakta değil, iyi yaşamaktadır. şunu anlamakta gecikmemek gerekir. doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, bizim gücümüze bağlıdır. her gün gittiğimiz yere hiçbir gün varmayacak mıyız sanıyorsunuz ? avunabilmek için eş-dost arıyorsanız, herkes de bizim gittiğimiz yere gitmiyor mu ?
öyle sanıyorum ki bizi korkutan ölümden çok bizim, cenaze alaylarıyla, asık suratlarla ölüme verdiğimiz korkunç durumdur. çocuklar sevdiklerini bile maske takmış görünce korkarlar. biz de öyle... insanların ve her şeyin yüzünden maskeyi, maskeleri çıkartıp atmalıyız.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?